Geniş kitlelere başrolünde Hugh Grant'in oynadığı "About A Boy" adlı filmin uyarlandığı kitabın yazarı olarak ulaşan ama benim gibi birçok sinema ve kitapseverin ondan çok daha önce "High Fidelity" (kitabı çok anlamlı bir şekilde Yüksek Sadakat olarak Türkçeye çevrilirken, filmi ise Sensiz Olmaz gibi sıradan bir çeviriyle salonlara gelmişti) adlı kitap ve kitap kadar olmasa da yine de rahatlıkla iyi bir uyarlama olarak adlandırabileceğimiz filmle keşfetmiş olduğu Nick Hornby'nin Türkçeye son çevrilen eseri "31 Şarkı"yı bir çırpıda bitirdim.
Yaklaşık 110 sayfalık kitabın ingilizcesini aslında yıllar önce okumuştum ama açıkçası aklımda ciddi bir yer bırakmamış anlaşılan. Betül Kadıoğlu'nun başarılı çevirisi ile okuduğum Türkçesi ise çok zevkli, eğlenceli, ilham verici, tatmin edici ve rahatlatıcıydı. Rahatlatıcıydı çünkü Hornby müziği müzik olduğu için seven, klasik müzik veya caz müzikten hoşlanmadığını açık açık nedenleriyle söyleyen, pop müziğin her türünün hayranı, kendiyle barışık bir müziksever. Bu kitapta da çok sevdiği 31 şarkıyı yazmış ama ne yazılar. Müzik üzerine bu kadar güzel yazıları kolay kolay hiçbir yerde bulamazsınız. Hornby'nin kitabında hangi şarkıların olduğundan bahsetmeyeceğim çünkü bu bence önemsiz bir ayrıntı. Kendi deyimiyle her fırsatta pop müzik dinleyen bu denli entelektüel birisinin müziğin hayatındaki anlamı konusunda ne söyledğini mutlaka okumalısınız. Blog yazıları tadında okuyabileceğiniz "31 Şarkı"dan kesinlikle çok memnun kalacağınıza eminim.
Not : Okumadıysanız (ya da izlemediyseniz) High Fidelity'i de şiddetle öneririm.
24 Ağustos 2010 Salı
21 Ağustos 2010 Cumartesi
Doyumsuz bir entelektüel sohbet : Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın !
Can Yayınları'nın yeni serisi "Kırkmerak" kapsamında yayınlanan "Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın" Jean-Philippe de Tonnac yönetiminde ünlü Fransız sinemacı Jean-Claude Carrière ve kapağında adını gördüğüm için kitabı hiç düşünmeden almamı sağlayan Umberto Eco ile yapılan bir söyleşinin yazıya dökülmüş hali. Adından da anlaşılabileceği üzerine söyleşinin ana konusu kitaplar. Kitap derken sadece (veya çoğunlukla) edebiyattan bahsetmediğini bir nesne (ya da söyleşideki tabiriyle "maddi ortam") olarak kitaptan bahsettiğini belirteyim hemen. Başlangıçtan bu yana yazılı eserlerin gelişiminden, teknolojiden nasıl etkilendiğinden (ya da etkilenip etkilenmediğinden), değişik kültürlerin kitaplarla olan ilişkisinden, tarih boyunca yapılan sansürleme girişimlerinden bahsediyor bu iki kültürlü adam.
Ağır bir konudan bahsediyor gibi görünse de çok güzei yönetilmiş ve yağ gibi akan bir söyleşi olmuş, okuması da bir o kadar rahat ve keyifli. Birçok anekdotla süslenen kitapta çok ilginç şeyler keşfedeceğinize eminim. Eco'yu takip edenlerin onun gerek romanlarında gerekse denemelerinde kitaplarla olan ilişkisini bilenler (ki söyleşide bol bol lafı geçecek) bu kitaptan çok hoşlanacaktır.
Çok ilginç tespitlerin paylaşıldığı söyleşide özellikle ilgimi çeken bir iki tanesi şöyle : kitap okumanın, sadece okunan kitabın içeriği ile ilgili olmadığı, kitap okuma olgusunun kendisine olan düşkünlük ile de çok yakından bağlı olduğu; günümüzdeki haliyle "kitap"ın kendisinin tüm teknolojik gelişmelere karşı koyarak gelecek nesillere kalacağı (aynı yüzyıllardır neredeyse hiç değişmeyen tekerlek ve bisiklette olduğu gibi) gibi...
Eğer kitap okumayı, okumaya olan düşkünlüğünüzden gerçekleştirenlerdenseniz bu kitabı mutlaka okuyun diyorum ve sonsöz olarak söyleşinin derin anlarından birini aktarıyorum : "Okumayı öğrenmekle neyi kaybettik? Tarihöncesindeki insanlar ya da yazısı olmayan halklar, hangi bilme biçimlerine sahiptiler ki biz bunlari geriye dönüşü olmayacak şekilde kaybettik? Bütün derin sorular gibi, cevabı olmayan bir soru."
Ağır bir konudan bahsediyor gibi görünse de çok güzei yönetilmiş ve yağ gibi akan bir söyleşi olmuş, okuması da bir o kadar rahat ve keyifli. Birçok anekdotla süslenen kitapta çok ilginç şeyler keşfedeceğinize eminim. Eco'yu takip edenlerin onun gerek romanlarında gerekse denemelerinde kitaplarla olan ilişkisini bilenler (ki söyleşide bol bol lafı geçecek) bu kitaptan çok hoşlanacaktır.
Çok ilginç tespitlerin paylaşıldığı söyleşide özellikle ilgimi çeken bir iki tanesi şöyle : kitap okumanın, sadece okunan kitabın içeriği ile ilgili olmadığı, kitap okuma olgusunun kendisine olan düşkünlük ile de çok yakından bağlı olduğu; günümüzdeki haliyle "kitap"ın kendisinin tüm teknolojik gelişmelere karşı koyarak gelecek nesillere kalacağı (aynı yüzyıllardır neredeyse hiç değişmeyen tekerlek ve bisiklette olduğu gibi) gibi...
Eğer kitap okumayı, okumaya olan düşkünlüğünüzden gerçekleştirenlerdenseniz bu kitabı mutlaka okuyun diyorum ve sonsöz olarak söyleşinin derin anlarından birini aktarıyorum : "Okumayı öğrenmekle neyi kaybettik? Tarihöncesindeki insanlar ya da yazısı olmayan halklar, hangi bilme biçimlerine sahiptiler ki biz bunlari geriye dönüşü olmayacak şekilde kaybettik? Bütün derin sorular gibi, cevabı olmayan bir soru."
12 Ağustos 2010 Perşembe
Şurdan burdan : Rock Werchter, Avignon ve Kıvılcım Anı
Birkaç haftadır hakkında yazmak istediğim ama zaman yokluğundan bir türlü yazamadığım konuları, baktım ki sıcaklıklarını kaybediyorlar ve böyle giderse hiçbir zaman yazamayacağım, kısa başlıklar halinde tek bir yazı altında toplmaya karar verdim.
- 2010 yılının geleneksel etkinliği : Amsterdam ve Rock Werchter Festivali. Bizim çocuklarla geçen sene Berlin Maratonu ile başlattığımız her sene "bir tema, bir şehir" gezisinin ikincisini geçtiğimiz Temmuz başında gerçekleştirdik. Bu seneki başlığımızı bir Rock festivali olarak belirlemiş ve seçenekler arasından geek zama gerekse line-up açısından en uygununun Brüksel yakınlarındaki Rock Werchter'de karar kılmıştık. Birtakım nedenlerle bu organizasyonu zamanında yapamayınca etkinliğin tüm biletleri tükendi ve bizde 4 gün sürecek bu festivalin sadece son gününe gidip kapıda bilet bulmaya odaklanıp gezimizi bir miktar modifiye ettik ve ilk 3 günü Amsterdam'da geçirdik. Her erkeğin hayali olan bir-grup-erkek-arkadaşla-Amsterdama-gitmek fantezimizi de böylece aradan çıkardık. Amsterdam'da yazın bir farklı olduğunu gördük, Dünya Kupası heyecanını (biz oradayken çeyrek finalde Brezilyayı yendiler) yaşadık, gezdik, dolaştık, geyik yaptık, çok eğlendik.
Gezinin son gününde trenle Brüksel'e geçtik ve son anda konsere gelmekten vazgeçen Erman ve Mert'i bisikletle şehir turuna çıkarken bırakıp Midget ile festival alanına yollandık. Önce Brüksel'den Leuven'e yaklaşık 40 dakikalık bir tren yolculuğu (konser biletleri olanlara tren bedavaydı, çok hoş bir organizasyon hareketi bence), sonra Leuven'den festival alanına 15 dakikalık bir otobüs (ücretsiz) yolculuğu ve sonrasında da yayan olarak 10 dakikalık bir yürüyüşle sonunda mekana vardık. Organizatörler yine çok hoş bir girişimde bulunarak, karaborsayı engellemek ve edebiyle elindeki bileti satmak isteyenle, konsere bilet arayanı buluşturmak amacıyla bir masa kurmuşlar ve hiçbir komisyon almaksızın biletlerin orjinal fiyatlarıyla el değiştirmeleri için hareket etmiler. Bizde bu sırada yaklaşık 3 saat bekleyerek (Alice In Chains'i bu sıradayken dinledik, bayağı iyilerdi) sonunda biletlerimize kavuştuk. 76'şar Euro vererek 2 adet biletimizle etkinlik alanına girdikten kısa bir süre son zamanların en "süpergrup"larından Them Crooked Vultures ile etkinliğe hemen ısındık, ardından Radyo Eksen'de birçok şarkısını dinlediğim ama pek tanımadığım Arcade Fire'ın muhteşem canlı performansıyla yeni bir keşifte bulunmuş olmanın keyfini yaşadık ve gecenin sonunda asıl beklediğimiz Pearl Jam'ın dudak uçuklatan performansıyla geceyi tamamladık. Eddie Veder'in vokalinin ne kadar iyi olduğunu canlı görmek çok etkileyiciydi, sesini bir enstrüman gibi kullanan bu güzel abimizi de canlı izlemiş olmaktan mutluluk duyduğumuz insanlar listesine ekleyip geceyi noktaladık.
Etkinlikten kısaca bahsedersek, ulaşım gidişte kolaydı, konser alanına giriş çıkış çok rahattı, tuvaletler başarısızdı, büyük tuvaletim gelmediği için kendimi şanslı saydım, yemek mekanları çoktu, çeşitliydi ve erişim kolaydı. Alandaki yine hoş aksiyonlardan birisi çevre temizliği ile alakalıydı, içkilerin içinde satıldığı plastik bardaklardan 20 tanesini yerden toplayıp toplama alanlarına götürenlere bir adet içki bedava veriliyordu. Etrafta bir içki daha alabilmek için dört dönen onlarca insanı görmek eğlenceliydi. Etkinlikle ilgili en önemli sorunumuz dönüş yolculuğu oldu. Normal olarak dönüşte de önce bir miktar yürüdük, sonra otobüslere binip tren istasyonunun olduğu Leuven'e geldik ama orada takıldık; çünkü etkinliğin bittiği saatte trenler yoktu, şehre trenle gitmek için sabahı beklemek gerekiyordu, oradaki görevlilere o kadar insanın ne yaptığını sormak biraz saçma da olsa, asıl olayın kendi saçmalığı yanında bizim sorumuz hafif kalıyordu. Ne yapsak diye düşünürken bilet sırasında tanıştığımız bir grup Amerikalıyla tekrar rast geldik de, 75 Euro tutan taksi yolculuğunu paylaşmak suretiyle geceyi yine de iyi bir şekilde kapatmayı başardık.
- 11 yıl aradan sonra bir hayalim gerçek oldu, Avignon Tyatro Festivali. Hayatımdaki ilk yurtdışı tecrübem olan 1999 Temmuz'undaki Avignon gezisi (o zamanlar gittiğim Fransız Kültür Merkezi'ndeki çok sevgili hocam Ayşe Başkut Garcin ve eşi Eric Garcin'e çok şey borçluyum) ömrümün en güzel 10 günlük zaman dilimlerinden birisini oluşturur. Bodrum tarzı küçük ve sevimli bir kasabada yaklaşık 25 günde 500 civarında oyun sahnelendiğini düşünün, tüm kasabanın tiyatroyla yatıp kalktığını hayal edin; hayal edin ama inanın daha fazlası var, gidip görülmesi gereken bir yer ve mutlaka yaşanması gereken bir tecrübe. Fransızca bilmemek hiç sorun değil, ortamı yaşayın, dans gösterilerine gidin, sokaktaki şovları izleyin.
O günden bu yana her Temmuz aynı duyguyu yaşadım (hatta bir sene grev oldu ve festival yapılmadı da, utanarak da olsa yapılmadığına sevindim) "keşke şimdi ben de orada olsam". Sonunda bu sene Çiler'in bir iş gezisinin zamanlamasının uygunluğunu fırsat bilerek yıllar süren bu hasreti noktaladık ve 2 günlüğüne de olsa Avignon'u tekrar gördüm. Hala 11 yıl önce bıraktığım gibiydi, ortamın coşkusu, hareketliliği, sokaklarda soluduğunuz yüzde yüz sanat havası hiç değişmemişti. Geçen sefer 10 günde sanırım 11 oyun izlemiştim (hala izlediğim en güzel tek kişilik oyun olan "Ildebrando Biribo : un souffle a l'ame" ve tiyatro sanatına çok farklı bakmama neden olan olağanüstü Royal de Luxe ekibinin kukla gösterisi demenin basit kaçacağı sahne şovu unutulmaz listemdedir), bu sefer sadece 2 günümüz olduğundn Çiler'le ortamı yaşamaya ve sokak şovlarının tadını çıkarmaya karar verdik ve harika örneklerle karşılaştık. Tadı damağımızda kalmış olarak ayrılırken artık her sene 2-3 günlüğüne de olsa mutlaka Avignon'a gelmek için kendimize söz verdik.
- Malcolm Gladwell'den bir kitap daha : Kıvılcım Anı (orjinal adıyla Tipping Point). Normalde arka arkaya aynı yazarın kitaplarını okumayı tercih etmem (daha önce bir dönem arka arkaya Ahmet Altan, bir dönem Amin Maalouf, bir dönem Jean Christophe Grange okumuştum da tüm hikayeler biririne karışmıştı) ama Malcolm Gladwell'in kurgusal olmayan kitapları bu yöndeki eğilimimi kırdı. Son okuduğum kitabı "Kıvılcım Anı" anladığım kadarıyla yazarın ününün asıl nedeni olan kitabı. Yine çok çarpıcı gözlemlere yer veren bu kitapta, değişik örneklerle, anekdotlarla, bilimsel araştırmalardan alıntılarla farklı bir perspektiften olaylara bakıyoruz. Genel tabirle "salgın"ların dinamiğini anlamaya çalışan bu çalışma benim çok hoşuma gitti, mutlaka okumanızı öneririm.
- 2010 yılının geleneksel etkinliği : Amsterdam ve Rock Werchter Festivali. Bizim çocuklarla geçen sene Berlin Maratonu ile başlattığımız her sene "bir tema, bir şehir" gezisinin ikincisini geçtiğimiz Temmuz başında gerçekleştirdik. Bu seneki başlığımızı bir Rock festivali olarak belirlemiş ve seçenekler arasından geek zama gerekse line-up açısından en uygununun Brüksel yakınlarındaki Rock Werchter'de karar kılmıştık. Birtakım nedenlerle bu organizasyonu zamanında yapamayınca etkinliğin tüm biletleri tükendi ve bizde 4 gün sürecek bu festivalin sadece son gününe gidip kapıda bilet bulmaya odaklanıp gezimizi bir miktar modifiye ettik ve ilk 3 günü Amsterdam'da geçirdik. Her erkeğin hayali olan bir-grup-erkek-arkadaşla-Amsterdama-gitmek fantezimizi de böylece aradan çıkardık. Amsterdam'da yazın bir farklı olduğunu gördük, Dünya Kupası heyecanını (biz oradayken çeyrek finalde Brezilyayı yendiler) yaşadık, gezdik, dolaştık, geyik yaptık, çok eğlendik.
Gezinin son gününde trenle Brüksel'e geçtik ve son anda konsere gelmekten vazgeçen Erman ve Mert'i bisikletle şehir turuna çıkarken bırakıp Midget ile festival alanına yollandık. Önce Brüksel'den Leuven'e yaklaşık 40 dakikalık bir tren yolculuğu (konser biletleri olanlara tren bedavaydı, çok hoş bir organizasyon hareketi bence), sonra Leuven'den festival alanına 15 dakikalık bir otobüs (ücretsiz) yolculuğu ve sonrasında da yayan olarak 10 dakikalık bir yürüyüşle sonunda mekana vardık. Organizatörler yine çok hoş bir girişimde bulunarak, karaborsayı engellemek ve edebiyle elindeki bileti satmak isteyenle, konsere bilet arayanı buluşturmak amacıyla bir masa kurmuşlar ve hiçbir komisyon almaksızın biletlerin orjinal fiyatlarıyla el değiştirmeleri için hareket etmiler. Bizde bu sırada yaklaşık 3 saat bekleyerek (Alice In Chains'i bu sıradayken dinledik, bayağı iyilerdi) sonunda biletlerimize kavuştuk. 76'şar Euro vererek 2 adet biletimizle etkinlik alanına girdikten kısa bir süre son zamanların en "süpergrup"larından Them Crooked Vultures ile etkinliğe hemen ısındık, ardından Radyo Eksen'de birçok şarkısını dinlediğim ama pek tanımadığım Arcade Fire'ın muhteşem canlı performansıyla yeni bir keşifte bulunmuş olmanın keyfini yaşadık ve gecenin sonunda asıl beklediğimiz Pearl Jam'ın dudak uçuklatan performansıyla geceyi tamamladık. Eddie Veder'in vokalinin ne kadar iyi olduğunu canlı görmek çok etkileyiciydi, sesini bir enstrüman gibi kullanan bu güzel abimizi de canlı izlemiş olmaktan mutluluk duyduğumuz insanlar listesine ekleyip geceyi noktaladık.
Etkinlikten kısaca bahsedersek, ulaşım gidişte kolaydı, konser alanına giriş çıkış çok rahattı, tuvaletler başarısızdı, büyük tuvaletim gelmediği için kendimi şanslı saydım, yemek mekanları çoktu, çeşitliydi ve erişim kolaydı. Alandaki yine hoş aksiyonlardan birisi çevre temizliği ile alakalıydı, içkilerin içinde satıldığı plastik bardaklardan 20 tanesini yerden toplayıp toplama alanlarına götürenlere bir adet içki bedava veriliyordu. Etrafta bir içki daha alabilmek için dört dönen onlarca insanı görmek eğlenceliydi. Etkinlikle ilgili en önemli sorunumuz dönüş yolculuğu oldu. Normal olarak dönüşte de önce bir miktar yürüdük, sonra otobüslere binip tren istasyonunun olduğu Leuven'e geldik ama orada takıldık; çünkü etkinliğin bittiği saatte trenler yoktu, şehre trenle gitmek için sabahı beklemek gerekiyordu, oradaki görevlilere o kadar insanın ne yaptığını sormak biraz saçma da olsa, asıl olayın kendi saçmalığı yanında bizim sorumuz hafif kalıyordu. Ne yapsak diye düşünürken bilet sırasında tanıştığımız bir grup Amerikalıyla tekrar rast geldik de, 75 Euro tutan taksi yolculuğunu paylaşmak suretiyle geceyi yine de iyi bir şekilde kapatmayı başardık.
- 11 yıl aradan sonra bir hayalim gerçek oldu, Avignon Tyatro Festivali. Hayatımdaki ilk yurtdışı tecrübem olan 1999 Temmuz'undaki Avignon gezisi (o zamanlar gittiğim Fransız Kültür Merkezi'ndeki çok sevgili hocam Ayşe Başkut Garcin ve eşi Eric Garcin'e çok şey borçluyum) ömrümün en güzel 10 günlük zaman dilimlerinden birisini oluşturur. Bodrum tarzı küçük ve sevimli bir kasabada yaklaşık 25 günde 500 civarında oyun sahnelendiğini düşünün, tüm kasabanın tiyatroyla yatıp kalktığını hayal edin; hayal edin ama inanın daha fazlası var, gidip görülmesi gereken bir yer ve mutlaka yaşanması gereken bir tecrübe. Fransızca bilmemek hiç sorun değil, ortamı yaşayın, dans gösterilerine gidin, sokaktaki şovları izleyin.
O günden bu yana her Temmuz aynı duyguyu yaşadım (hatta bir sene grev oldu ve festival yapılmadı da, utanarak da olsa yapılmadığına sevindim) "keşke şimdi ben de orada olsam". Sonunda bu sene Çiler'in bir iş gezisinin zamanlamasının uygunluğunu fırsat bilerek yıllar süren bu hasreti noktaladık ve 2 günlüğüne de olsa Avignon'u tekrar gördüm. Hala 11 yıl önce bıraktığım gibiydi, ortamın coşkusu, hareketliliği, sokaklarda soluduğunuz yüzde yüz sanat havası hiç değişmemişti. Geçen sefer 10 günde sanırım 11 oyun izlemiştim (hala izlediğim en güzel tek kişilik oyun olan "Ildebrando Biribo : un souffle a l'ame" ve tiyatro sanatına çok farklı bakmama neden olan olağanüstü Royal de Luxe ekibinin kukla gösterisi demenin basit kaçacağı sahne şovu unutulmaz listemdedir), bu sefer sadece 2 günümüz olduğundn Çiler'le ortamı yaşamaya ve sokak şovlarının tadını çıkarmaya karar verdik ve harika örneklerle karşılaştık. Tadı damağımızda kalmış olarak ayrılırken artık her sene 2-3 günlüğüne de olsa mutlaka Avignon'a gelmek için kendimize söz verdik.
- Malcolm Gladwell'den bir kitap daha : Kıvılcım Anı (orjinal adıyla Tipping Point). Normalde arka arkaya aynı yazarın kitaplarını okumayı tercih etmem (daha önce bir dönem arka arkaya Ahmet Altan, bir dönem Amin Maalouf, bir dönem Jean Christophe Grange okumuştum da tüm hikayeler biririne karışmıştı) ama Malcolm Gladwell'in kurgusal olmayan kitapları bu yöndeki eğilimimi kırdı. Son okuduğum kitabı "Kıvılcım Anı" anladığım kadarıyla yazarın ününün asıl nedeni olan kitabı. Yine çok çarpıcı gözlemlere yer veren bu kitapta, değişik örneklerle, anekdotlarla, bilimsel araştırmalardan alıntılarla farklı bir perspektiften olaylara bakıyoruz. Genel tabirle "salgın"ların dinamiğini anlamaya çalışan bu çalışma benim çok hoşuma gitti, mutlaka okumanızı öneririm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)