27 Eylül 2008 Cumartesi

A boy named Sue

"... Babam evi terkedip beni ve annemi yokluk içinde bıraktığında henüz üç yaşındaymışım. Ondan geriye sadece şu eskimiş gitar ve bir de boş içki şişeleri kalmış. Şimdi geriye dönüp baktığımda kaçıp gitmiş olmasını dert etmiyor veya onu suçlamıyorum ama gitmeden önce yaptığı şu acımasız şey yok mu asla affedemiyorum, adımı "Sue" koymuş şerefsiz.

Herhalde çok komik olduğunu düşünmüştü - ki gerçekten de birçok kişiye kahkaha malzemesi olmadı değil adım. Anlaşılan tüm hayatım boyunca bu konuda mücadele etmem gerekecekti. Bazıları adımı duyduğunda çok da gizleme gereği duymadan kıkırdamaya başlardı ve ben kıpkırmızı olurdum, bazıları ise kahkahayı koparırdı işte onların kafalarını duvara çarpardım. Size söylüyorum işte, adı Sue olan birisi için hayat hiç de kolay olmuyor dostlar.

Yıllar çabucak geçti ve ben de bu geçen yıllarda sertleştim ve "sağlam" bir herif olup çıktım, ayıptır söylemesi yumruklarım balyoz, anlayışım ise zehir gibiydi artık. Bir şehirden diğerine yolculuk edip durdum utancımı gizlemek adına ama ayın ve yıldızların üzerine yemin ettim, bana bu ismin veren o adamı hangi delikte olursa olsun bulup öldürecektim.

Geçtiğimiz Temmuzun ortalarında o anki durağım olan bir kasabada kurumuş boğazımı serinletmek için bir bara yollandım. Allahın unuttuğu çamurlu bir sokağın dibindeki bu barda işte bana "Sue" adını koyan kokuşmuş, uyuz itoğluiti bir masada otururken gördüm. O yılanın babam olduğunu, annemin sakladığı yıpranmış bir resimden anladım, kem gözleri hiç değişmemişti. Yılların omuzlarına getirdiği yük kamburundan belli oluyorsa da hala yapılıydı, saçları iyice kırlaşmıştı; orada durmuş onu keserken kanımın çekildiğini hissediyordum, sonunda kendimi toparlayıp yanına yaklaşıp kendimi tanıttım, "Nasılsın dostum, benim adım Sue! Ölmeye hazırlansan iyi olur doğrusu"

Öyle bir oturttum ki alnının ortasına sandalyesinden yuvarlanıp yere kapaklandı, ama öyle hızlı kalktı ki yerinden ben daha ne olup bittiğini anlayamadan nereden çıkarttığını kestiremedğim bıçağıyla kulağımın bir kısmını almıştı bile. Boş durmadım tabi, aldığım gibi sandalyelerden birisini dağıttım dişlerini. Sarmaş dolaş bir şekilde birbirimizi duvara çarptık, oradan kapının dışına yuvarlandık; çamurun ve biranın ve kendi kanımızın karıştığı salyasümükle birbirimizi tekmeliyor, yumrukluyor, gözümüzü oymaya çalışıyorduk.

Aslına bakarsanız o adi heriften daha sağlam adamlarla çok kapışmıştım ama bu herif de az değildi hani, katır gibi tepiyor, timsah gibi ısırıyordu. Savurduğum yerde yatarken adamın güldüğünü ve sövdüğünü duydum, aynı anda silahına yöneldi ama ben herifçioğlundan daha hızlı davrandım. Silahım suratına doğrulmuşken adam sakince oturmuş bana gülümseyerek bakıyordu.

İkimiz de öylece dururken bana dedi ki : "Oğlum, hayat zor ve acımasız, eğer bu savaştan ayakta çıkmak istiyorsan senin de sert olman gerekir. Bense tüm bu süreçte destek olmak adına yanında olamayacağımı biliyordum. İşte o yüzden sana bu ismi verip hoşçakal dedim. Biliyordum ki ya çelik gibi sert olacak ya da ölecektin, şimdi gururla söyleyebilirim ki sanırım bu kadar sağlam olmanın nedeni adın."

Konuşmasını sürdürdü : " Benimle yaptığın şu kavga inanılmazdı ve açıkça görebiliyorum ki benden nefret ediyorsun ve ölmemi istiyorsun, işin doğrusu şunu ki yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Ama beni öldürmeden önce teşekkür etmen gerektiğine inanıyorum, ne de olsa sana "Sue" adını koyan orospu çocuğu benim."

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım, orada öylece kalakaldım ve silahımı indirdim. Ben ona baba dedim, o bana oğlum, işin sonunda ise çok farklı bir bakış açısıyla çıktım. Hala arada sırada düşünürüm onu, ne zaman birşeyler başarmaya çalışsam ve başarsam. Ama bir gün oğlum olursa sanırım ona Bill veya George adını vereceğim, herhangi bir ad olabilir ama kesinlikle Sue değil! O isimden hala nefret ediyorum..."


Kısa bir süre içerisinde "Ağır Abiler" serisine konu olacak Johnny Cash'in çok sevdiğim bir şarkısının sözlerini ingilizceden türkçeye çevirdim ama düz yazıyı tercih ettim ve öyküleştirmeye çalıştım. Umarım güzel olmuştur...

23 Eylül 2008 Salı

Karanlığı Taramak'tan

En sevdiğim bilimkurgu kitaplarından birisidir Philip K. Dick'in Karanlığı Taramak'ı (orj. A Scanner Darkly). Birkaç yıl önce filme de çekilmişti ama hala izleyemedim, Keanu Reeves, Winona Ryder falan oynuyordu yanlış hatırlamıyorsam. Sıkıntıdan bilgisayarımın derinliklerini gereksiz dosyalardan temizlerken yıllar öncesinde aldığım notlara, dosyalara ulaştım. Notepadlerden birisine bu kitaptan aşağıdaki metni alıntılamışım. Çok hoşuma gitmişti zamanında, şimdi tekrar görmek hoşuma gitti, sizinle paylaşayım dedim. Kitaptan hatırladığım bir tane daha bölüm var, kafaları iyi olan kahramanlarımızın bisiklet vitesi konusunda yaptıkları bir geyik vardır ki, şimdi düşününce tam Quentin Tarantino filmlerinde görebileceğimiz tarzda bir parçadır. Filmde o sahne var mıdır bilmiyorum ama bilimkurgu seviyorsanız Karanlığı Taramak iyi bir örneğidir, tavsiye ederim.

"...Bir zamanlar tanıdığı, Tanrıyı gören birini düşündü Donna. Bir asit uçuşundan sonra, geçmişe yolculuk halinde Tanrıyı görmüştü, yüksek dozlarda suda eriyen vitaminlerle deneyler yapıyordu. Beyindeki sinirsel ateşlemeyi geliştirmesi, hızlandırması ve senkronize etmesi gereken ortomoleküler formülle. Ama yalnızca zekasının artması gerekirken, Tanrıyı görmüştü. Bu tam bir sürpriz olmuştu... Tanrıyı gördükten sonra kendini gerçekten çok iyi hissetti, bir sene kadar. Ve arkasından çok kötü hissetmeye başladı. Daha önce hiç olmadığı kadar. Çünkü bir gün bir daha asla Tanrıyı göremeyeceğini anlamaya başladı; geri kalan yaşamının tümü boyunca, on yıllarca, belki elli yıl boyunca yaşayacak, ama her zamankinden farklı bir şey görmeyecekti. Hepimizin gördüğü dışında yani. Tanrıyı görmemiş olsa olacağından daha kötü durumdaydı artık..."

21 Eylül 2008 Pazar

West Side Story


Yine Atina'dayım. Yunanların aşırı öne çıkan Akdeniz kimliği nedeniyle işler bir türlü yürümeyince mantıken çok önce bitmiş olması gereken bakım süreci hala devam ediyor. Devlet şirketi olmasının da etkisi var bu sürecin uzunluğunda, kimse sorgulamıyor nasıl olsa.

Bu seferki ziyaretimin sahne sanatları açısından bana getirisi Batı Yakası Hikayesi'ni izlemek oldu. Ünlü müzikalin 50. yıl (ilk gösterisi 1957'de olmuş, inanılmaz) kutlamaları çerçevesinde bir dünya turu planlanmış ve bunun bir bacağı olarak da Atina'da yaklaşık 20 gün boyunca sahneye çıkıyorlar. Ben de bu fırsatı değerlendirip izleyeyim dedim.

Oyun Badminton Theatre adlı bir mekanda sahnelendi, anladığım kadarıyla Atina'nın AKM'si olarak adlandırılabilecek bir yer ama daha güzeli. Anfi tiyatro (ne de olsa Antik Yunandan gelen bir alışkanlıkları var) şeklindeki salon büyük sahnesi, kaliteli ses sistemi, rahat koltukları ve ferahlatıcı atmosferi ile (size de oluyor mu bilmiyorum ama ne zaman AKM'ye gitsem ışıklandırmadan mıdır, balkonların salona verdiği basıklık etkisinden midir nedir içim biraz sıkılır) iyi bir gösteri merkezi olarak sınıflandırılabilir.

Müzikal hakkında görüşüm ise vasatın üzerinde olduğuydu. Aslında tam beklediğim gibiydi, kafamdakilerin üzerine çıkamayınca ister istemez ben bunu görmüştüm hissine kapılıyor insan. Gerçi bol Oscar almış film versiyonunu izlemedim, oyunu da daha önce görmedim (İstanbul Devlet Opera ve Balesi sahnelemişti halbuki) ama belki de popüler olmasının getirdiği her yerde bir parçasını görmüş olmam etkili olmuştur. Aslında bir uyarlamasını gördüm diyebilirim. Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ı hatırlarsınız filme çekilmesinden sonra bir de dans tiyatrosu eserine uyarlanmış ve hatta müziklerini Fahir Atakoğlu yapmıştı. Kitabı okumadım, filmi de izlemedim (Mustafa Altıoklar'ın çektiği filmlere kılım da) ama oyununu izledim işte. Üzerinden yıllar geçtiği detayları çok net hatırlamıyorum ama beğendiğimi hatırlıyorum. Daha sonra oyunu Broadway'e de götürüp Doğu Yakası Hikayesi adıyla sahneleyeceklerdi ama takip edemedim ne oldu, ne yaptılar diye. Dün Batı Yakası Hikayesi'ni izlerken işte Ağır Roman'ı hatırladım, hafızam beni yanıltmıyorsa dekorları neredeyse aynıydı, sanırım bizimkiler başarılı bir eseri örneklemek yoluna gitmişler ama günahlarını almayayım, çok net hatırlamıyorum dediğim gibi.

Dünkü gösteriye geri dönecek olursam, herşey ortalamaydı, oyunculuk, dansçılık, şarkıcılık... Koreografi, müzikler normal olarak harikaydı, kalabalık bir kadronun aynı anda sahnede yer aldığı dakikalarda her detayın düşünülmüş olması, devamlı sahneyi kesen geçişler, dansçıların uyumu ve tabii o klasik şarkılar (özellikle Somewhere, America, Tonight ve I feel pretty) eserin neden 50. yılına kadar geldiğini anlatıyordu. Ancak dediğim gibi başroldeki sanatçıların öyle ahım şahım bir performans ortaya koymadıklarını düşünüyorum, ortalamanın üzerinde değillerdi, ya da benim iyi bir dayak yemem gerekiyordur bilmiyorum, yazarken bile şuna bak adam olmuş da West Side Story'nin dünya turnesi kapsamındaki gösterisini eleştiriyor diye düşünüyorum hakkımda :)) Neyse işte...

Ama eğer Devlet Opera ve Balesi eseri tekrar sahneleyecek olursa mutlaka gideceğim, bizimkilerle karşılaştırma şansı olsun diye.

Not : Sanırım üzerimde çok etki bırakmamasının nedenlerinden birisi de, yalnız izlemiş olmam, insanın yanında sevdiği olmayınca bu tip organizasyonlarda alınan zevk çok aşağı düşüyor. Bazı şeyler paylaştıkça güzelleşiyor.

19 Eylül 2008 Cuma

Quantum of Solace ve Bond Kızları



En son Bond filmi olan "Quantum of Solace" çekildi bitti biliyorsunuzdur, sanırım Kasım ayında gösterime çıkıyor, fragmanından başarılı bir film olacağa benziyor. Bir önceki film gerçekten başarılıydı ve Daniel Craig de aynı film gibi beklentilerin üzerine çıkmıştı, bu sefer işleri daha zor olacak.

Genelde Bond filmleri üzerine dönen geyik en iyi Bond'un kim olduğu yönündedir, klasikçiler normal olarak Sean Connery'i tek geçerler ama birçok kişiden de (çoğunlukla bayanlar) Pierce Brosnan'ın en iyisi olduğu görüşünü duydum. Kendi dönemlerine denk gelen oyuncuların tercih edilmesi anlaşılır. Bense en iyi Bond kızları üzerine ufak bir geyik yapayım dedim. Genelde Midget'ın yaptığı Top 5 listesi tarzında yapıyorum, sıralama gelişigüzel değil beğeni sıramı yansıtıyor... (isimlere tıklayarak oyuncular hakkında detaylı bilgiye erişebilirsiniz)

1. Famke Janssen : Kişisel bir numaram. Goldeneye'da canlandırdığı Xenia Onatopp karakteri görebileceğiniz en seksi kötü kadınlardan bir tanesidir. Soyadına dikkat lütfen (Bond filmlerindeki kadın karakterlerin birçoğunun adında seksi göndermeler bulunur, örneğin Pussy Galore, Chew Mee, Holly Goodhead, Mary Goodnight, Plenty O'Toole).

2. Ursula Andress : Belki de Bond kızı kavramının oluşmasına neden olan kadın. İlk James Bond filmi olan (en azından ünlü serinin ilk halkası diyelim, yoksa daha öncesinde çekilmiş ve içinde Bond karakterinin yer aldığı Casino Royal adlı bir film vardır, David Niven canlandırır Bond'u) Dr. No'da canlandırdığı Honey Ryder karakterinin ünlü denizden bikiniyle çıkma sahnesi unutulmazlar arasındadır. Nitekim Halle Berry'nin Bond kızını oynadığı Die Another Day'de bu sahneye bir saygı duruşu yapılır.

3. Eva Green : Casino Royal'da canlandırdığı Vesper Lynd karakteriyle listeme çok zorlanmadan girmeyi başardı. Yüz güzelliği çocuksu olarak nitelendirilse de gözleri çok şey anlatıyor. Filmin beklenenden öte başarıya ulaşmasında onun da parmağı var diyorum.

4. Denise Richards : The World is not Enough'da canlandırdığı Christmas Jones karakteriyle listemdeki 3. kendi kuşak Bond kızı seçimim oldu. Bu kadar kalın kaşlar bir kadına ender yakışır ama o şanslı olanlardan.

5. Honor Blackman : Goldfinger'da canlandırdığı Pussy Galore karakteri listedeki diğer seçimlerime göre biraz daha kadınsı bir karakter, aynı zamanda işin içine havacılık da giriyor, bir pilotu canlandırmasından torpilli.

13 Eylül 2008 Cumartesi

All Along the Watchtower @ Battlestar Galactica

Bir sinema ve müziksever olarak bu ikisinin birlikteliğinin iyi kullanıldığı, akıl ürünü eserlere her zaman saygı duymuşumdur ve hafızamda yer etmişlerdir (blogda parantez içi verdiğim referansların çoğunda bir birlikteliği görürsünüz). Sadece filmlerde müziğin iyi kullanılması ya da müzikal göndermeler değil şarkılarda da filmlere yapılan göndermeler çok dikkat çekici olur.

Bu akşam televizyona bakarken cnbc-e'de Battlestar Galactica'nın 3. sezon final bölümünün tekrar yayınını gördüm (yarın akşam 4. sezonu yayınlamaya başlıyorlar da) ve birkaç ay önce izlemiş olsam da gözucuyla tekrar bakmaya engel olamadım. Diziyi çok sevmemin dışında bakmamın nedeni bölümün finalinde açıklanacak gizli saylonların 4 tanesinin kimliğinin ortaya çıkış sahnesiydi. Aslında 1-2 bölümdür imalar ortaya çıkmaya başlamıştı ama ortada bir gariplik vardı, bazı karakterler bir müzik duyuyorlar ve ilk bakışta anlamız gelen bazı sözler mırıldanıyordu. Açıkçası sözler biraz tanıdık gelmiş olsa da bölümlerin ayrı noktalarında geçtiğinden noktaları ilk başta birleştirememiştim. Ne zaman ki final bölümünün sonları yaklaşıp da gizin açıklanma zamanı geldi, müzik daha duyulur sözlerse ardarda dizilmeye başladı. İşte o noktada şimşek çaktı bende, saylon olduklarını anladığımız karakterler (onlar da o anda anlamaya başlıyodu saylon olduklarını) All Along the Watchtower'ın başlangıç sözlerini mırıldanıyorlardı. There must be some kinda way out of here, said the joker to the thief, theres too much confusion i cant get no relief... Çok sevdiğim bir Bob Dylan şarkısı olan All Along The Watchtower yakınlarda Bryan Ferry tarafından da yorumlanmış (hatta Açıkhava'da canlı da izleme şansı yakalamıştık) ama ününü belki de asıl olarak Jimmy Hendrix sayesinde yapmıştır. Hendrix'in coverı o kadar etkileyicidir ki Dylan bile ona saygısını belirtmiştir.

Bölümün sonunda birbirinden ayrı 4 karakter dizeleri mırıldanarak aynı yere doğru yollanırlar ve saylon olduklarını anlarlar. Bölümün kapanış sekansında şarkının çok değişik bir coverını dinleriz ve akıl ürünü bir senaryo ile iyi müzik birlikteliğine şahit oluruz. Aslında müzikle konunun direkt bir alakası da yoktur, sadece güzel bir popüler kültür göndermesidir, entelektüel seyirci kitlesi için bir sürpriz girişimidir, zaten yeterince ilginç gelişen konunun doruk noktasına eklenen, krema üzerindeki bir vişne tanesidir. İzlerken yüzünüze bir gülümseme yayılır ve müzik klasörünüzü açıp şarkının değişik yorumlarını tekrar dinleme isteği duyarsınız.

12 Eylül 2008 Cuma

İlk Paul Auster'ımı Okudum...

Hani bazı filmler vardır, izlemek için uygun modu beklemeniz gerekir aksi halde filmin tadını çıkartamaz belki de güzel bir filmi harcarsınız. Özellikle dvd ve divx teknolojisinden sonra bu durum kolaylaştı ve merak ettiğimiz filmleri alıp, kenara koyup uygun zamanda izlemek lüksüne sahip olduk. Aynı durum normal olarak kitaplar için de geçerli, doğru zamanda okumadığımız kaç tane güzel kitap zihnimizde işe yaramaz diye yer etmiştir. Bu sefer işin içine uygun ruh halinin yanı sıra zihinsel yeterlilik, algının açıklığı gibi değişik parametrelerde girer. Bazı yazarlar ve kitaplar vardır ki, erken okunmaları çok da uygun olmaz, insanın hazır olması gerekir, mahalle baskısı yüzünden sırf okumuş olmak için harcanmamaları gerekir. Örneğin, Umberto Eco'nun Foucaul Sarkacı'nı 20'li yaşlarımın başında okuduğumda aldığım zevki (sanırım algım bayağı açıktı) 20'li yaşlarımın sonunda kitabı tekrardan okuma girişimimde alamadım, hemen de bıraktım zaten, belki bir 10 yıl sonra tekrar denerim. Sırf bu yüzden Marquez'i de çok geç okudum, bu yazıya konu olan Auster'ı da, rafımda okunmayı bekleyen Orhan Pamuklar, Oğuz Ataylar, Rus klasikleri hep uygun zamanın peşindeler.

Paul Auster son 20 yılın en popüler ve aynı zamanda en yetenekli Amerikalı yazarlarından gösteriliyorsa da, bendeki imajı zor okunan bir yazar olduğu şeklinde olduğundan şimdiye kadar hiç okumaya çalışmadım, merak da etmedim. Uygun zamanın gelmesini bekledim diyebilirim ama zamanı neye göre belirlediğimi söyleyemem. En sonunda bir kitabını seçmeye ve şansımı denemeye karar verdim ve sonuç olarak Yükseklik Korkusu'nu (Mr. Vertigo) okudum. Komik gelebilir ama seçme nedenlerimden birisi Hitchcock'un çok sevdiğim Vertigo filmini çağrıştırmasıydı ve kitabın arkasındaki özet/yorumlar da kitap konusunda olumlu izlenimler verdi açıkçası.

Kitap kısaca, sokaklarda büyüyen bir çocuğun bir adamla karşılaşmasını ve adamın ona uçmayı öğreteceğini vaat ederek kendisiyle gelmesini istemesiyle başlıyor ve bu konu üzerinde gelişiyor. Daha sonra "Harika Çocuk Walt" olacak çocukla "Yehudi Usta"nın hikayesi böyle başlıyor ve 250 sayfa boyunca devam ediyor. Uçmayı öğrenme sürecinde çektiği sıkıntılar, yaşlı bir kızılderili kadın ve kendisi gibi seçilmiş dahi bir zenci çocukla olan ilişkileri daha da önemlisi Yehudi Usta'nın ona hayat konusunda verdiği derslerle akıyor kitap ve her sayfası insana ilginç bir tat bırakıyor. Kitapta bol bol acı, ölüm varmış gibi görünse de insanın damarlarına bir iyimserlik duygusu salıyor aynı zamanda. Auster'ın hikaye anlatımı konusunda becerisi (ve tabii ki İlknur Özdemir'in başarılı çevirisi) gerçekten de övgüyü hakediyor. Okudukça devamını getirme konusunda içimde bir istek duydum ve kısa zamanda kitabı bitirdim. İlk Auster'ım olarak seçilebilecek belki de en uygun kitaplardan birisini seçmenin ve Auster'ı geç de olsa keşfetmiş (!) olmanın mutluluğu ve gazıyla şimdi kendime Auster'ın 2 kitabını daha belirledim ve aralara başka yazarlardan 1-2 kitap koymak suretiyle onları da kısa zamanda okuyacağım (seçtiğim kitaplar Leviathan ve Köşeye Kıstırmak).

10 Eylül 2008 Çarşamba

Ferris Bueller... Bueller?


Yazılarımda çok kullandığım parantezler ve parantez içi bilgilerin güzel tarafı bana yeni yazı konuları hatırlatıyor olması. Çocukluk yıllarımızda bir ara gençlik kanalı olarak yapılandırılan ve başarılı komedi dizileri ve gençlik filmleriyle en azından ben ve Mert için önemli bir boşluğu dolduran TRT 4'ü parantezlediğim yazıdan sonra aklımın kenarına "Ferris Bueller's Day Off" hakkında bir yazı yazmalıyım diye not almıştım, sıra şimdi geldi.

Daha sonra birçok örneğini/kopyasını göreceğimiz bir karakterin bizim için başlangıcıydı Ferris Bueller. Akıllı, hınzır, tembel, otoriteyle (genellikle okul müdürüdür otoritenin simgesi) sorun yaşayan, mutlaka bir kankası ve aynı zamanda aynı okuldan sevgilisi olan sevimli lise öğrencisi. Gençlik filmlerinin en önemli ismi olan John Hughes'un (The Breakfast Club, Weird Science) bence en eğlenceli filmi olan Ferris Bueller tam bir klasiktir, sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, ilk fırsatta izleyin ama unutmayın benzerlerini çok görmüş olabilirsiniz, biraz toleranslı olun ve filmin 20 küsur yıllık olduğunu unutmayın.

Matthew Broderick'in Ferris Bueller'i canlandırdığı film, güzel bir bahar günü okulu kırmaya karar veren kahramanızın başından geçenleri anlatıyor. Ferris'in, dertlerden devamlı sıyrılmasını kıskanan kızkardeşiyle, risk almaktan korkan kankası Cameron ile ve daha da önemlisi onun okuldan kaçtığını kanıtlamak ve okuldan attırmak için derin bir tutku duyan okul müdürüyle olan ilişkileri filmin sürekliliğini sağlıyor.

Ferris rahatlığı, günü yaşamayı, tembelliği destekler, hayatı gereğinden ciddiye almamayı önerir. Sabah kalkar, güzel bir gün görür önünde ve okuldan atılma pahasına o günü dışarıda geçirmeye, güneşin, şehrin canlılığının tadını çıkarmaya daha da önemlisi bunu arkadaşlarıyla paylaşmaya karar verir. Kendisi okulu kırarken, en iyi arkadaşının ve sevgilisinin de kaçışlarını ayarlar ve günü hep beraber geçirirler. Rahat izlenecek, kendinizi iyi hissettirecek bir film Ferris Bueller, özellikle baharı yaşadığımız bu günlerde izlerseniz dışatıya çıkmak için bir de bahane yaratmış olursunuz kendinize.


Film boyunca birçok eğlenceli sekans ve tekrar eden hoşluklar var, mesela filmin başında Ferris'in okuldaki arkadaşlarına telefonda çok hastalandığını ve hatta ölüm tehlikesi yaşadığını söylemesinin ardından okulda bir kampanya başlatılır ve film boyunca aralarda görürüz bu girişimi, "Save Ferris". (Hatta bu isimde çok ünlü olmasa bile bir müzik grubu da kurulmuştur yakın zamanda, Come On Eileen'in başarılı bir coverları vardır, benim de müzik listemde yer alır.) Bir de çok komik bir ekonomi profesörü vardır okulun, onun derslerine dikkat edersiniz. Son olarak filmin sonunda jenerikleri izleyin, hem jenerik boyunca hem de sonunda hoş bir iki sahne daha var.

5 Eylül 2008 Cuma

Nick Hornby

Aslında bir süredir aklımdaydı ama bir önceki yazımda konusu açılınca fırsatı değerlendirip Nick Hornby hakkında bir yazmanın uygun olacağını düşündüm. Nick Hornby modern İngiliz edebiyatının benim için en özel yazarlarından birisi ama bunun en önemli nedeni salt yazarlık kariyeri değil, müzikle ve özellikle futbolla içiçe olması diyebilirim. Yazarlar (en azından ön planda olanlar diyelim) genel olarak entellektüel bir kimlik taşıdıklarına inandıkları ve ağır abi rolü oynadıkları için okurun onlarla kendisini özleştirmesi çok kolay olmuyor, en basitinden Orhan Pamuk'a bakacak olursak sanki bizden birisi değil gibi geliyor, sabahtan akşama kadar yazı yazıyormuş da başka bir uğraşı yokmuş gibi bir havası var. Bu adam müzikle ilgilenmez mi, tuttuğu bir takım yok mudur, elbette vardır (hatta bu yazıyı bakarken internete baktım, Fenerli imiş :) birden bire adama karşı sempati duymaya başladım...) ama herhalde halkla ilişkilerini yürütenler - varsa böyle birileri - bu mecralara girmesini istemiyorlar, ön plana çıkartmıyorlar Bence yanlış yapıyorlar, ama neyse...


Benim Nick Hornby'i keşfetmem ise çok net olarak hatırlamıyorsam da sanırım High Fidelity ile oldu. Daha öncesinde Fever Pitch adındaki kitabının ününü duymuştum ama Türkçe'ye çevrilmemiş olması ve o dönemlerde de benim yurtdışı ile pek alakam olmaması nedeniyle okuma şansım olmamıştı. John Cusack'ın başrolde oynadığı High Fidelity, bir plak dükkanı olan 30'larındaki kahramınımızın kız arkadaşının onu terk etmesinin ardından geçmişteki ilişkilerini irdelemesi ve nerede yanlış yaptığını aramasını konu ediyordu. Böyle söyleyince biraz psikolojik bir filma havası yaratsa da, filmin (ve tabii ki kitabın) müzikle içiçe olması ve yan karakterlerin renkliliği, filmi seyredilesi ve kitabı da okunası yapıyor. Filmi çok beğenmiş, daha sonra yurtdışından aldığım ingilizce kitabını da çok severek okumuştum. Kardeş blog Across The Universe'de Midget kardeşimin yaptığı "En iyi 5 ..." listelerinin kaynağı işte bu kitaptır. Kitap boyunca arkadşlarıyla beraber en iyi 5 listeleri yapar durur kahramanımız. Yıllar sonra kitap Türkçe'ye Sel Yayıncılık tarafından Ölümüne Sadakat adıyla çevrildi ve açıkçası çok da güzel bir kapağı var. Türkçesini okumadığım için çevirinin başarılı olup olmadığı konusunda ne yazık ki bir yorum yapamayacağım ama Sel Yayıncılık'tan okuduğum kitaplar genellikle başarılı çıktı şimdiye kadar. Filmle ilgili bir süpriz ise, Bruce Springsteen'in yani Patron'un filmdeki cameo rolüdür.



Müziğin ciddi bir arkaplan oluşturduğu High Fidelity yazarın ilk romanı idi ve yukarıda da bahsettiğim gibi bu kitabın öncesinde de bir kitabı var ki, (kitap otobiyografik özellik taşıyor, bir roman değil) futbol üzerine yazılmış kitaplar listesinde "En İyi 5"te yer alır her zaman, Fever Pitch. Yine kitabın çıkışından çook sonra Türkçe'ye Futbol Ateşi olarak çevrilen (bu kitabın da Türkçesini okumadım ama çevirisini CNN Türk'teki Futbol Ekstra'dan göz aşinalığımız olan on parmağında on marifet sahibi ama beni en çok şaşırtanı olarak Eurosport Türkiye'nin genel yayın yönetmenliğini yapan Bağış Erten yapmış) Fever Pitch yazarın futbolun hayatında nasıl yer etmeye başladığını, nasıl Arsenal fanatiği olduğunu kronolojik bir sırayla anlatıyor. Kitapta bölümler spesifik bir tarih ve Arsenal'in kimle oynadığı şeklinde ayrılıyor (burada hemen aklıma Hakan geldi, sorun mesela 1987 yılında Fenerbahçe sezonun 5. haftasında kiminle maç yapmış, kim kaçıncı dakikada gol atmış, söylesin). Babasıyla ilişki kurmak için gitmeye başladığı Arsenal maçları zamanla yazarın kimliğinde önemli bir yer tutmaya başlıyor, tıpkı Fenerbahçe'nin bizim kişiliğimizde taşıdığı önemli rol gibi. Biz erkeklerin futboldan ne anladığımızı sorgulayan bayanların okuması gereken bir kitaptır. Bu kitap da normal olarak sinema perdelerine aktarıldı hem de iki kez. Birincisi normal olarak İngiltere'de ve orjinaline sadık olarak futbol temalıydı. Bu filmi uzun yıllar aradıktan sonra sonunda bu senenin başında bizden uçak teslim almaya gelen Arsenal fanatiği bir İngiliz'in sayesinde (ben onu Fenerbahçe'nin PSV ile oynadığı şampiyonlar ligi maçına götürünce o da jest olsun diye filmin dvd versiyonunu İngiltere'den sipariş edip bana hediye etmişti) edindim ve izledim. Film kitaptaki otobiyografik temaları alıp ister istemez dramatik bir yapı olması amacıyla hayatında Arsenal'in çok önemli bir rol oynadığı bir öğretmen üzerine kurulmuştu. Arsenal'e duyduğu tutku öylesine güçlü ki hiç bir kadınla ilişkisi yürümüyor, ta ki yeni bir öğretmenle tanışana kadar. Daha sonra Amerikalılar da bu kitaba el attılar ve Amerika'ya uyarladılar. Öyle olunca tutkunun futbol olması beklenemezdi, onlar da spor dalı olarak beyzbolu, takım olarak da Boston Red Sox'ı konu yaptılar. Normalde bu tip uyarlamalar çok başarılı olmasa da takım tutkusunun, fanatikliğin erkek doğasındaki yerinin evrenselliği nedeniyle Amerikan versiyonunu da çok beğediğimi söyleyebilirim (bir de tabii, işin içine Drew Barrymore giriyor). Her iki filmi de aralıkla izleyin beğeneceksiniz.

Hornby'nin filme aktarılan bir diğer kitabı About A Boy. Bu sefer de, aslında bir değil iki oğlandan bahseden bir kitap var karşımızda. Birisi 10'lu yaşlarında çevresiyle uyum sorunu yaşayan ve intihara eğilimli bir anneye sahip bir çocuk, diğeri 30'lu yaşlarında hayatta hiçbir hedefi, kaygısı, bağı olmayan baba parasıyla yaşayan başka bir "çocuk". Bu ikisinin yollarının kesişmesi ve ikisinin birbirinin hayatını etkilemesini konu ediyor kitap. Yine başarılı bir uyarlama olarak yorumlayabileceğim filmde Hugh Grant oynamıştı ve bence Hugh Grant'in en güzel filmlerinden birisidir. Kitabın adı, filmde pek ön planda olmayan ama kitapta sık bahsi geçen Nirvana'nın About A Girl'ünden esinlenmiş.

Hornby'nin okuduğum diğer kitaplarından söz edecek olursam, en son kitabı "Çat!" Türkçe okuduğum ilk (ve şimdilik tek) kitabı ama çok da beğenmedim, en azından Hornby okumaya bu kitapla başlayın istemem. How To Be Good'u da favorilerim arasına koyamayacağım ama diğer kitaplarını beğenirseniz bu iki kitabı da yazarın müdavimi olarak okursunuz. Sondan bir önceki kitabı A Long Way Down'ı (Türkçe'ye Aşağı Düşerken diye çevrildi) alalı çok oldu ama bir türlü okuma fırsatım olmadı, şimdi Türkçeye de çevrilince İngilizcesini okumak da gözümde büyüyor açıkçası. Bu arada bu kitabın da filme çekilme ihtimali varmış, ne zaman olacağı belli değil ama kitabın film haklarını Johnny Depp almış diye duydum.

Bu romanların dışında Hornby'nin okuduğum iki kitabı daha var ama bunlar toplama gibi. Birisi futbol diğeri müzik ile ilgili. Müzikle ilgili olan kitabı Songbook, yazarın kişisel olarak hayatında önemli rol oynayan, duygusal çağrışımlar yapan şarkılar hakkında yazdığı denemelerden oluşuyor. Futbolla ilgili olan My Favourite Year: A Collection of Football Writing'de ise yazar bu sefer editörlük görevi güdüyor ve değişik kişilerin yazdığı ve kendi tuttukları takımlar hakkındaki hislerini içeren denemeleri bir kitap altında topluyor. Bu kitabın benim için en etkileyici tarafı, İngilizlerin futbol sevadısının Türkiye'deki gibi 3-4 takım etrafında toplanmıyor oluşu, herkesin kendi şehrinin, semtinin takımını tutması, o takımın nerelere düşse de asla bırakılmaması gibi kavramları ön plana çıkarması. Yanlış bilmiyorsam bu iki kitap henüz Türkçeye çevrilmediler.

Hornby halen değişik yayınlarda müzik ve futbolla ilgili yazılarına devam ediyor. Biz de yeni kitaplarını dört gözle bekliyoruz.

2 Eylül 2008 Salı

Has Been


Çok sevdiğim bir albümden bahsetmek istiyorum bugün, William Shatner'ın 2004 tarihli Has Been albümü.


İsim eğer tanıdık geldiyse biraz eskilere gitmeniz gerekecek, ünlü TV dizisi Uzay Yolu'nun Kaptan Kirk'ü ve yine yıllar öncesinin popüler reality programı Kurtarma:911 'in sunusucu rolünde hatırlayabilirsiniz onu. Aslında ilk başlarda Ağır Abiler Serisi'nde yazsam mı diye düşündüm ama sonra aklıma oynadığı birkaç rol geldi de vageçtim (bkz. Sandra Bullock'la Miss Congeniality serisi).

Çocukluğumun en güzel bilimkurgu dizi olarak ben Uzay Yolu'nu adlandırırım, Battlestar Galactica ve Buck Rogers'ı hayal meyal hatırlıyorsam da aklımda o kadar yer etmemişlerdir (ama Battlestar Galactica'nın yeni bölümlerini şiddetle tavsiye ederim, çok başarılı bir bilimkurgu olmasının yanısıra günümüz dünyasının - tabii ki özellikle ABD'nin - siyasi paranoyalarından çok iyi faydalanan bir drama olmuş). Kısıtlı mekanlarda daha çok senaryo üzerine yoğunlaşan bir bilimkurgu olarak üzerine düşen görevi fazlasıyla iyi yapmış bir kuşağa ciddi hayalgücü takviyesinde bulunmuştur. Ne yazık ki film verisyonları dizinin samimiyetinden çok uzaktadır, o nedenle izlemenizi tavsiye etmem.

İşte o dizinin Kaptan James Kirk'ü olan William Shatner aynı zamanda müzisyendir. Ne kadar müzisyen olarak adlandırılabilir o ayrı çünkü kendisinin müzik janrı konuşarak şarkı söylemek üzerine (performans sanatlarında bu janr "spoken word" olarak adlandırılıyor ve daha çok ABD'de özel klüplerde sanatçıların/şairlerin şiirlerini okumalarıyla yaygınlaşmış. Yine konu açılmışken her zaman olduğu gibi bir filme ve çok sevdiğim bir sahneye gönderme yapayım, Mike Myers'ın oynadığı "So I Married an Axe Murderer" adlı başarılı komedi filminde Myers'ın canlandırdığı şairin filmin başında söylediği This Poem Sucks adlı çok başarılı bir performans vardır, sanırım youtube'da var, erişimimiz açılınca bakarsınız, ya da daha eğlencelisi filmi izleyin) . Kanada'lı olan Shatner'ın oyunculuk kariyeri tiyatro sahnelerinde Shakespeare oyunlarında başladığından ağdalı tiratlar atmak kanına işlemiş herhalde ki, ilk albümünü direkt böyle yapmış ve Mr. Tambourine Man ve Lucy in the Sky with Diamonds (parantez açıp durmaktan bıktım ama devamlı bir şeyler çıkıyor işte; çoğunuz biliyordur ama yine de Beatles'ın "L"ucy in the "S"ky with "D"iamonds şarkısının LSD için yazıldığına dair bir şehir efsanesi vardır; her ne kadar Lennon ve McCartney bu iddiaları doğrulamayıp tesadüf olduğunu söyleseler de, şarkının genel havasının grubun madde etkisi altında olduğu zamanlardan ve Lennon'ın hayran olduğu Lewis Carroll, Alis Harikalar Diyarında'dan beslendiği aşikardır) gibi klasiklerin de yer aldığı Transformed Man adlı bir albüm yapmış 1968'de. Ağdalı ağdalı konuştuğu şarkılar çok fazla gürültü koparmış ABD'de ve herkesin alay konusu olmuş.

Allahtan eleştirileri iyi kaldırmış da Shatner, biraz uzun ara verdikten sonra da olsa 2004'te bu yazıya konu olan albümü yapmış. Albümün adı olan "Has Been", ünleri, parlak günleri nispeten geride kalmış ünlü insanlar için kullanılan bir deyim ingilizcede. Albüme dikkatimi çeken şey ise albümdeki tek cover olan Common People şarkısı oldu. İngiliz ekolünün önemli gruplarından birisi olan Pulp'ın çok sevdiğim bir şarkısının ilgi çekici coverını Shatner'ın ağzından dinleyince albümün diğer şarkılarını merak ettim. Şarkının brit-rock arkaplanı çok güzel korunmuş ve üzerine Shatner'ın etkileyici ses tonunda şarkının anlattığı hikaye çok güzel oturmuştu.

Albümün tamamını dinledikten sonra her bir şarkının birbirinden güzel olduğunu gördüm. Dediğim gibi Common People albümdeki tek cover parça ve geri kalan parçaların hepsi özellikle bu albüm için yazılmış, neredeyse hepsinde Shatner'ın da parmağı var. Benim için albümün bir diğer albenisi modern İngiliz edebiyatının en sevdiğim yazarlarından olan Nick Hornby'nin (edebiyat kadar müzikle ve futbolla da içiçe olan bu adam hakkında ayrı bir yazı yazacağım) de bir şarkı sözü ile albüme katkıda bulunmuş olmasıydı. Albümü beğenmek için İngilizce bilmenin ve şarkı sözlerine dikkat etmenin önemli bir kriter olduğunu düşünüyorum, her biri zekice yazılmış bu parçalardan Ideal Woman ve I Can't Get Behind That (şarkıyı dikkatle dinlerseniz kendisine de giydirdiğini görebilirsiniz) müzikte ender gördüğümüz komedi unsuru içeren parçalar ve Hornby'nin katkıda bulunduğu That's Me Trying ile albümün kapanışını yapan Real ise etkileyici dramatik sözleriyle ön plana çıkıyorlar. Özellikle Real tamamıyla William Shatner için yazılmış olup şarkıyı dinlediğinizde nedenini anlayacaksınız.


Uzun lafın kısası, William Shatner'ın Has Been'i kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir albüm, tavsiye ederim.