29 Ağustos 2012 Çarşamba

İyi iş


Yogun bir sekilde kitap okumaya başladığım ve evle okul arasındaki uzun mesafeden dolayı otobüs ve minibüslerde ciddi sayıda kitap tükettiğim yıllardan bu yana gecen yaklaşık 18 yıl içerisinde hatırladığım kadarıyla sadece 2 kez kitap okuyamama dönemim oldu. İlki yaklaşık 6 ay sürmüştü ama isin kötüsü bir kitabı okuma sürecinin ortasindaydim ve inat ederek kitabı ise gidip gelirken (o donem part-time çalısmaya da başlamıştım) bırakmıyor, başka bir kitaba da geçmiyordum (sorunun kitaptan değil benden kaynaklandığını biliyordum), kitap sanırım Papağan Teoremi gibi bir şeydi. 6. ayın sonunda kitabı bitirmiş ve şirkette bir Bayram havası ettirmiştim. İkincisi ise geçtiğimiz 6-8 ayı kapsıyor ama bu durgunluğun sebebi sadece bendeki isteksizlik değil aynı zamanda Onur Air'in yeni taşındığı hangar nedeniyle calışma saatlerinin ve ulaşım şartlarının değişmiş olması, artık metroya değil, metro+servis yapmak durumdayım, bu da metroda 6-7 dakika serviste de 10 dakikaya denk düşüyor ki kitabın kapağını açıp birkaç sayfa gidemeden yolculuğun sona ermesi anlamına geliyor. Yine de bir itiraf yapmam gerekirse iPhone kullanım alışkanlığımın bu sürece ciddi etkisi var çünkü sabah yola çıktığımda hem twitterda bir önceki geceden o yana meydana gelen gelişmeleri okuyorum, ilgi alanlarımı takip ediyorum sonrasindaysa maillerimi hizlica kontrol ederek ofise vardığımda kontrol etmem gereken mail sayısını ciddi anlamda azaltarak hemen ise başlayabiliyorum. Ancak son haftalarda kitap özlemim tavana vurdu ve elimdeki kitaplara göz atmaya karar verdim. Elimde garanti sonuc alabileceğim bir iki kitap vardı ama neden bilmiyorum son yıllarda daha çok başvurduğum "sürpriz faktör"e başvurdum. Su anda ne zaman ve nerede okuduğumu bile hatırlamadıgim bir referansla David Lodge adlı İngiliz bir yazarın yine tamamen gelisiguzel bir sekilde idefix'ten aldığım "İyi İş" adlı romanını okumaya karar verdim. Kitap 1980'ler İngiltere'sinde Thatcher döneminde geçiyor (ki kitabın orijinal basım yılı 1988'mis zaten) ve akademik dünya ile sanayi dunyası gibi birbirinden kopuk (en azından o donem için, su anda bunu söylemek pek doğru değil bence) iki ortamdan bir erkek ile kadının iliskisini anlatıyor. Su haliyle kabul etmeliyim ki sıkıcı gözüken bir konuyu yazar çok akıcı bir dille, zeka dolu diyaloglarla ve sanayi ile akademik hayatın iliskisi konusundaki ilginç gözlemleri ile hızla okunan bir yazın haline getirmiş (ha, benim kitabı bitirmem 2 ay sürdü sanırım, o ayrı). Ondokuzuncu yüzyıl İngiliz kadın romanları konusunda universitede araştırma yapan Robyn Penrose'un bir program nedeniyle makine parçaları üreten bir fabrikanın genel müdürü Vic Vilcox'un yanında bir süre zaman geçirmeye başlaması ile ikisinin de hayatı garip bir sekilde etkilenir. Daha fazla detaya girmeye gerek yok ama açıkcası kitabı okumaya başladığımda ve bir süre sonrasında çok da tavsiye edebileceğim bir kitap gibi durmuyorken sonlarına doğru yon değiştirdi ve birazcik da tatilin sağladığı kafa huzuruyla daha bir anlam ifade etmeye başladı. Özellikle kitabın bitiş seklinin kitabın içeriğinde orneklenen 19. yüzyıl edebiyatindaki umutsuz hayat hikayelerinin bitişine benzetilmesi çok zekica ve ustaca bir dokunuş olmuş (tabi bunu anlamış olabilmenin getirdiği "okur" mutluluğu da var :)). Thatcher donemi benim kuşağım için çocukluk zamanına denk gelir ve Demir Lady'nin çok güçlü bir figür olması dısında bizim için siyasi ve ticari anlamda kendi ülkesine veya dünyaya nasıl etkileri olduğunu göremedik, yıllar sonra birçok İngiliz filmci tarafından o dönemdeki mavi yakalıların umutsuzluğu genellikle farklı bir formatta ekrana aktarıldı (Billy Elliot, The Full Monty vb.). Bu kitapta o donemi biraz da olsun hissetseniz de aslında anlatılanlar sadece bir doneme ait değil, kapitalizmin zaman ve mekandan bağımsız bir etkisi. Londra 2012 Yaz Olimpiyatları henüz yakınlarda bitmiş ve büyük filmci Danny Boyle yonetmenligindeki etkileyici açılış törenini daha yeni izlemişken, hizlica akan İngiliz tarihindeki bacası tuten fabrikaların önemini ve yerini biraz da acimasizca gösterilmesinin üzerine bu kitabı tesadüfen aynı zamanda okumuş olmak iyi bir şanstı. Şimdi sırada İhsan Oktay Anar'in yıllardan sonraki ilk kitabı Yedinci Gün var.Z

28 Ağustos 2012 Salı

Uzun aradan sonra kısa kısa


Kendi bloğuma uzun bir aradan sonra girince gözlerim faltasi gibi açıldı, en son yazıyı tam 1 sene önce yazmışim, evet yazmayalı çok olduğunun farkındaydim ama 1 sene... zaman çabuk geçiyor :)) Arada yazmak için birçok sebep oldu ama hem tembellik hem de yoğunluk bahanelerim oldu. Sadece yaptıklarımı, gördüklerimi paylaşmam değil aynı zamanda Meriç için de bir tür günce olması düşüncesi yerleşti aklıma, o nedenle becerebildigim sürece devam ettirmek istiyorum. Meriç büyüdüğünde belki bu yazdıklarım hala burada olur ve o da okur. Söyle geriye bir bakacak olursam neler oldu diye... gecen yaz çalıştığım Panasonic Avionics'ten ayrılıp kurkcu dükkanı hesabı Onur Air'deki isime geri dondüm, Meriç okula başladı, ilk dönemden sonrası bayağı iyi gecti, hem okul etkisi hem de artık 4 yasında olmasının etkisiyle artık rahat geçiriyoruz günlerimizi. 4 yıldan sonra bu yaz hem Avignon hem de su an itibariyle güneyde tatil koyü tatili yapabildik. Bu bloga konu olacak konulara donecek olursam, Ciler'le her yıl yapmayı planladığımız Avignon tatiline gecen seneki is degisikligi nedeniyle zorunlu bir aradan sonra bu sene devam ettirebildik, Meriç ile birlikte yaptığımız bu gezi mükemmel değil ama çok güzeldi, önümüzdeki seneler için umut vericiydi ve ciddi engeller olmadıgı sürece bunu bir gelenek haline getirme planlarımız devam ediyor. Üstelik bu sefer İlker'in de bize katılması sayesinde onunla 2 oyuna gitme şansım da oldu, türlerinin iyi ornekleri degildi ama sürpriz faktöründen iyi bir seyler çıkması hep olmasıdır, önümüzdeki oyunlara bakacağız. Çocuklarla yaptığımız yilik erkekler gezisi ise bu yazın yogun düğün programları (Midget ve Erman kardeslerimin Gözde ve Didem ile izdivaçları) nedeniyle biraz format değiştirdi ve ilkbaharda Uludağ haftasonu seklinde gerçekleşti, yine de alternatif ama ufak çaplı bir geziyi Mert ve Hakan ile birlikte Patron'u Prag'da izlemek suretiyle hayata geçirdik ve seriyi bir sekilde bozmamış olduk. Prag için diyeceğim mutlaka görülmesi gereken bir yer olmadıgı (ama benim şansıma benim bu yaz 10 gün arayla iki defa gitmek durumunda kaldığım), hatta 1 günlük bir gezinin bile fazlasıyla yeteceği seklinde. Bruce babaya donecek olursak 3 yıl aradan sonra yine bir Avrupa turnesinde onu kaçırmak mümkün olamazdı ve biz de bu şansı iyi değerlendirdik, yine tüyler ürperten bir performans ama dogruya doğru Roma'daki performansı kadar iyi degildi. Ancak bu fark patronun kendisinden değil, seyirci kitlesinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum, Patron seyirci katılımcı oldugunda daha iyi bir performans sergiliyor, yanlış anlaşılmasın performansı yine mükemmeldi ama ortalama 3 saat süren konserlerine kıyasla bu 20 dakika daha kısaydı :)) Müzik olarak bu sene aklıma gelen başka bir kayda deger etkinlik ise kendi adıma canlı görmek için bir süredir fırsat kovaladıgim Pulp konseriydi. Efes Pilsen One Love Festival kapsamında görme şansı yakaladığım Pulp ile canlı görmek istediğim gruplar listemden bir tanesini daha sildim (sırada Pixies var, biraz şanslar belki olanları da görebilirim). Jarvis Cocker'in etkileyici liderliği ile iyi bir konser izledik ve normal olarak Common People ile coştuk, bir ara çalmazlarsa diye korkmadım değil. Şimdi hedefe 10 gün sonra Red Hot Chili Peppers konseri var. Belki o konsere kadar ufak bir iki yazı daha ciziktiririm.