24 Aralık 2010 Cuma

Ejderha Dovmeli Kiz

Yine soyleyecegimi en bastan soyleyeyim : cok buyuk olmasa da umutlu beklentilerle aldigim son aylarin "populer" romani İsvecli yazar Stieg Larsson'un Ejderha Dovmeli Kiz'i beni hayal kirikligina ugratti diyebilirim. Her turden kitap okumayi seven birisi olarak araya kolay-okunur, rahat-tuketilir kitaplar koymaya dikkat ederim ve zekice yazilmis, kurgulanmis polisiyeler her zaman favori janrlarimdandir. Bu kitaba biraz da o nedenle yaklastim.

Rahat okundugunu ve akici oldugunu soylemeliyim ama gerek kurgusu gerekse hikayesi oyle ahim sahim bir yaraticiliga sahip degil. Kitap veya yazari hakkinda neredeyse hicbir yan bilgiye sahip degilim ama kitabin arkasindaki yazarin tanitim yazisindan anladigim kadariyla artik aramizda olmayan Larsson İsvec'te taninan ve saygi duyulan bir gazeteciymis. Kitabi okurken icimde olusan his, bu iyi gazetecinin icinde polisiye bir roman yazma istegi duydugu, etraftaki iyi orneklerden etkilendigi ve belki de deneysel olarak basladogi calismasi hosuna gidince devam ettirdigi. Kitabin ana hikayesinde paralel olarak gazetecilik ve seri cinayetler olmasi iyi bildigi bir alandan cok da uzaklasmadan bir seyler yapma istegini ortaya koyuyor.

Hikayenin iki ana karakteri Mikael ve Lisbeth iyi cizilmis karakterler ama asil hikayenin yavanligini gideremiyorlar. Kitabin tam olarak ne zaman yazildigini blmiyorum ama 2000'li yillarin basi gibi oldugunu tahmin ediyorum ve nedense icimde Larsson'un Jean-Christophe Grange'in romanlarindan etkilendigi ve benzer calismalar ortaya koymaya calistigini hissediyorum.

Millenium uclemesi olarak adlandirilan bir serinin ilk halkasini olusturan Ejderha Dovmeli Kiz'i Atesle Oynayan Kiz takip ediyor. Acikcasi bu iki kitabi ayni anda satin almamis olsaydim, seriyi okumaya devam eder miydim bilmiyorum ama simdi de oyle aceleci olmayacagim, araya birkac kitap sokarim. Yillik idefix alisverisimi yapip beni 1 sene goturecek kadar kitabi depoladim, hetecanla okumayi bekledigim kitaplar var elimde, size onumuzdeki aylarda guzel kitap onerileri yapmayi umuyorum... simdiki hedef Nick Hornby'den bir denemeler derlemesi, Shakespeare Para icin Yazdi.

Edit : 4 Ocak 2011... New Yorker derigisinde Stieg Larsson fenomeniyle ilgili guzel bir makale gordum ve yukarida tarif etmeye calistigim hislerimin edebiyatcilarca da paylasildigini gordum, okumak isterseniz biraz uzun da olsa yazinin linki...
Sonrasinda da daha kisa olan su yaziyi okuyun, yazarina dikkat (tembellik yapmayin wikipedia'dan aratin kim oldugunu).

11 Aralık 2010 Cumartesi

Yeni bir keşif

Çok uzun zamandan beri müzik dünyasında yer alan bir ismi daha yeni keşfetmiş bulunuyorum, Jonathan Richman. 70'li yıllardan beri müzik yapan Richman'a ait youtube videolarını izlediğinizde çok eğlenceli birisiyle karşı karşıya olduğunu anlıyoruz. Umarım müzik hayatını noktalamadan bir yerlerde izleme şansımız olur.

Size birkaç şarkısının ismi, internetten bulun, dinleyin, izleyin. Umarım beğenirsiniz...

- I was dancing in a lesbian bar
- My baby loves loves loves me
- Cosi veloce
- In che mondo viviamo
- Egyptian Reggae

Not : son bir naekdot daha, Farrelly kardeslerin yonettigi ve Cameron Diaz, Ben Stiller, Matt Dillon'in basrollerinde oynadigi "There's Something About Mary"i izlediyseniz arada gitarıyla çıkıp şarkı söyleyen karakteri hatırlıyorsanız Richman'la sizin de yolunuz bir yerlerde kesişmiş demektir.

24 Ağustos 2010 Salı

Bu sefer de müzik üzerine doyumsuz bir kitap : Nick Hornby'den "31 Şarkı"

Geniş kitlelere başrolünde Hugh Grant'in oynadığı "About A Boy" adlı filmin uyarlandığı kitabın yazarı olarak ulaşan ama benim gibi birçok sinema ve kitapseverin ondan çok daha önce "High Fidelity" (kitabı çok anlamlı bir şekilde Yüksek Sadakat olarak Türkçeye çevrilirken, filmi ise Sensiz Olmaz gibi sıradan bir çeviriyle salonlara gelmişti) adlı kitap ve kitap kadar olmasa da yine de rahatlıkla iyi bir uyarlama olarak adlandırabileceğimiz filmle keşfetmiş olduğu Nick Hornby'nin Türkçeye son çevrilen eseri "31 Şarkı"yı bir çırpıda bitirdim.

Yaklaşık 110 sayfalık kitabın ingilizcesini aslında yıllar önce okumuştum ama açıkçası aklımda ciddi bir yer bırakmamış anlaşılan. Betül Kadıoğlu'nun başarılı çevirisi ile okuduğum Türkçesi ise çok zevkli, eğlenceli, ilham verici, tatmin edici ve rahatlatıcıydı. Rahatlatıcıydı çünkü Hornby müziği müzik olduğu için seven, klasik müzik veya caz müzikten hoşlanmadığını açık açık nedenleriyle söyleyen, pop müziğin her türünün hayranı, kendiyle barışık bir müziksever. Bu kitapta da çok sevdiği 31 şarkıyı yazmış ama ne yazılar. Müzik üzerine bu kadar güzel yazıları kolay kolay hiçbir yerde bulamazsınız. Hornby'nin kitabında hangi şarkıların olduğundan bahsetmeyeceğim çünkü bu bence önemsiz bir ayrıntı. Kendi deyimiyle her fırsatta pop müzik dinleyen bu denli entelektüel birisinin müziğin hayatındaki anlamı konusunda ne söyledğini mutlaka okumalısınız. Blog yazıları tadında okuyabileceğiniz "31 Şarkı"dan kesinlikle çok memnun kalacağınıza eminim.

Not : Okumadıysanız (ya da izlemediyseniz) High Fidelity'i de şiddetle öneririm.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Doyumsuz bir entelektüel sohbet : Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın !

Can Yayınları'nın yeni serisi "Kırkmerak" kapsamında yayınlanan "Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın" Jean-Philippe de Tonnac yönetiminde ünlü Fransız sinemacı Jean-Claude Carrière ve kapağında adını gördüğüm için kitabı hiç düşünmeden almamı sağlayan Umberto Eco ile yapılan bir söyleşinin yazıya dökülmüş hali. Adından da anlaşılabileceği üzerine söyleşinin ana konusu kitaplar. Kitap derken sadece (veya çoğunlukla) edebiyattan bahsetmediğini bir nesne (ya da söyleşideki tabiriyle "maddi ortam") olarak kitaptan bahsettiğini belirteyim hemen. Başlangıçtan bu yana yazılı eserlerin gelişiminden, teknolojiden nasıl etkilendiğinden (ya da etkilenip etkilenmediğinden), değişik kültürlerin kitaplarla olan ilişkisinden, tarih boyunca yapılan sansürleme girişimlerinden bahsediyor bu iki kültürlü adam.

Ağır bir konudan bahsediyor gibi görünse de çok güzei yönetilmiş ve yağ gibi akan bir söyleşi olmuş, okuması da bir o kadar rahat ve keyifli. Birçok anekdotla süslenen kitapta çok ilginç şeyler keşfedeceğinize eminim. Eco'yu takip edenlerin onun gerek romanlarında gerekse denemelerinde kitaplarla olan ilişkisini bilenler (ki söyleşide bol bol lafı geçecek) bu kitaptan çok hoşlanacaktır.

Çok ilginç tespitlerin paylaşıldığı söyleşide özellikle ilgimi çeken bir iki tanesi şöyle : kitap okumanın, sadece okunan kitabın içeriği ile ilgili olmadığı, kitap okuma olgusunun kendisine olan düşkünlük ile de çok yakından bağlı olduğu; günümüzdeki haliyle "kitap"ın kendisinin tüm teknolojik gelişmelere karşı koyarak gelecek nesillere kalacağı (aynı yüzyıllardır neredeyse hiç değişmeyen tekerlek ve bisiklette olduğu gibi) gibi...

Eğer kitap okumayı, okumaya olan düşkünlüğünüzden gerçekleştirenlerdenseniz bu kitabı mutlaka okuyun diyorum ve sonsöz olarak söyleşinin derin anlarından birini aktarıyorum : "Okumayı öğrenmekle neyi kaybettik? Tarihöncesindeki insanlar ya da yazısı olmayan halklar, hangi bilme biçimlerine sahiptiler ki biz bunlari geriye dönüşü olmayacak şekilde kaybettik? Bütün derin sorular gibi, cevabı olmayan bir soru."

12 Ağustos 2010 Perşembe

Şurdan burdan : Rock Werchter, Avignon ve Kıvılcım Anı

Birkaç haftadır hakkında yazmak istediğim ama zaman yokluğundan bir türlü yazamadığım konuları, baktım ki sıcaklıklarını kaybediyorlar ve böyle giderse hiçbir zaman yazamayacağım, kısa başlıklar halinde tek bir yazı altında toplmaya karar verdim.

- 2010 yılının geleneksel etkinliği : Amsterdam ve Rock Werchter Festivali. Bizim çocuklarla geçen sene Berlin Maratonu ile başlattığımız her sene "bir tema, bir şehir" gezisinin ikincisini geçtiğimiz Temmuz başında gerçekleştirdik. Bu seneki başlığımızı bir Rock festivali olarak belirlemiş ve seçenekler arasından geek zama gerekse line-up açısından en uygununun Brüksel yakınlarındaki Rock Werchter'de karar kılmıştık. Birtakım nedenlerle bu organizasyonu zamanında yapamayınca etkinliğin tüm biletleri tükendi ve bizde 4 gün sürecek bu festivalin sadece son gününe gidip kapıda bilet bulmaya odaklanıp gezimizi bir miktar modifiye ettik ve ilk 3 günü Amsterdam'da geçirdik. Her erkeğin hayali olan bir-grup-erkek-arkadaşla-Amsterdama-gitmek fantezimizi de böylece aradan çıkardık. Amsterdam'da yazın bir farklı olduğunu gördük, Dünya Kupası heyecanını (biz oradayken çeyrek finalde Brezilyayı yendiler) yaşadık, gezdik, dolaştık, geyik yaptık, çok eğlendik.

Gezinin son gününde trenle Brüksel'e geçtik ve son anda konsere gelmekten vazgeçen Erman ve Mert'i bisikletle şehir turuna çıkarken bırakıp Midget ile festival alanına yollandık. Önce Brüksel'den Leuven'e yaklaşık 40 dakikalık bir tren yolculuğu (konser biletleri olanlara tren bedavaydı, çok hoş bir organizasyon hareketi bence), sonra Leuven'den festival alanına 15 dakikalık bir otobüs (ücretsiz) yolculuğu ve sonrasında da yayan olarak 10 dakikalık bir yürüyüşle sonunda mekana vardık. Organizatörler yine çok hoş bir girişimde bulunarak, karaborsayı engellemek ve edebiyle elindeki bileti satmak isteyenle, konsere bilet arayanı buluşturmak amacıyla bir masa kurmuşlar ve hiçbir komisyon almaksızın biletlerin orjinal fiyatlarıyla el değiştirmeleri için hareket etmiler. Bizde bu sırada yaklaşık 3 saat bekleyerek (Alice In Chains'i bu sıradayken dinledik, bayağı iyilerdi) sonunda biletlerimize kavuştuk. 76'şar Euro vererek 2 adet biletimizle etkinlik alanına girdikten kısa bir süre son zamanların en "süpergrup"larından Them Crooked Vultures ile etkinliğe hemen ısındık, ardından Radyo Eksen'de birçok şarkısını dinlediğim ama pek tanımadığım Arcade Fire'ın muhteşem canlı performansıyla yeni bir keşifte bulunmuş olmanın keyfini yaşadık ve gecenin sonunda asıl beklediğimiz Pearl Jam'ın dudak uçuklatan performansıyla geceyi tamamladık. Eddie Veder'in vokalinin ne kadar iyi olduğunu canlı görmek çok etkileyiciydi, sesini bir enstrüman gibi kullanan bu güzel abimizi de canlı izlemiş olmaktan mutluluk duyduğumuz insanlar listesine ekleyip geceyi noktaladık.

Etkinlikten kısaca bahsedersek, ulaşım gidişte kolaydı, konser alanına giriş çıkış çok rahattı, tuvaletler başarısızdı, büyük tuvaletim gelmediği için kendimi şanslı saydım, yemek mekanları çoktu, çeşitliydi ve erişim kolaydı. Alandaki yine hoş aksiyonlardan birisi çevre temizliği ile alakalıydı, içkilerin içinde satıldığı plastik bardaklardan 20 tanesini yerden toplayıp toplama alanlarına götürenlere bir adet içki bedava veriliyordu. Etrafta bir içki daha alabilmek için dört dönen onlarca insanı görmek eğlenceliydi. Etkinlikle ilgili en önemli sorunumuz dönüş yolculuğu oldu. Normal olarak dönüşte de önce bir miktar yürüdük, sonra otobüslere binip tren istasyonunun olduğu Leuven'e geldik ama orada takıldık; çünkü etkinliğin bittiği saatte trenler yoktu, şehre trenle gitmek için sabahı beklemek gerekiyordu, oradaki görevlilere o kadar insanın ne yaptığını sormak biraz saçma da olsa, asıl olayın kendi saçmalığı yanında bizim sorumuz hafif kalıyordu. Ne yapsak diye düşünürken bilet sırasında tanıştığımız bir grup Amerikalıyla tekrar rast geldik de, 75 Euro tutan taksi yolculuğunu paylaşmak suretiyle geceyi yine de iyi bir şekilde kapatmayı başardık.

- 11 yıl aradan sonra bir hayalim gerçek oldu, Avignon Tyatro Festivali. Hayatımdaki ilk yurtdışı tecrübem olan 1999 Temmuz'undaki Avignon gezisi (o zamanlar gittiğim Fransız Kültür Merkezi'ndeki çok sevgili hocam Ayşe Başkut Garcin ve eşi Eric Garcin'e çok şey borçluyum) ömrümün en güzel 10 günlük zaman dilimlerinden birisini oluşturur. Bodrum tarzı küçük ve sevimli bir kasabada yaklaşık 25 günde 500 civarında oyun sahnelendiğini düşünün, tüm kasabanın tiyatroyla yatıp kalktığını hayal edin; hayal edin ama inanın daha fazlası var, gidip görülmesi gereken bir yer ve mutlaka yaşanması gereken bir tecrübe. Fransızca bilmemek hiç sorun değil, ortamı yaşayın, dans gösterilerine gidin, sokaktaki şovları izleyin.

O günden bu yana her Temmuz aynı duyguyu yaşadım (hatta bir sene grev oldu ve festival yapılmadı da, utanarak da olsa yapılmadığına sevindim) "keşke şimdi ben de orada olsam". Sonunda bu sene Çiler'in bir iş gezisinin zamanlamasının uygunluğunu fırsat bilerek yıllar süren bu hasreti noktaladık ve 2 günlüğüne de olsa Avignon'u tekrar gördüm. Hala 11 yıl önce bıraktığım gibiydi, ortamın coşkusu, hareketliliği, sokaklarda soluduğunuz yüzde yüz sanat havası hiç değişmemişti. Geçen sefer 10 günde sanırım 11 oyun izlemiştim (hala izlediğim en güzel tek kişilik oyun olan "Ildebrando Biribo : un souffle a l'ame" ve tiyatro sanatına çok farklı bakmama neden olan olağanüstü Royal de Luxe ekibinin kukla gösterisi demenin basit kaçacağı sahne şovu unutulmaz listemdedir), bu sefer sadece 2 günümüz olduğundn Çiler'le ortamı yaşamaya ve sokak şovlarının tadını çıkarmaya karar verdik ve harika örneklerle karşılaştık. Tadı damağımızda kalmış olarak ayrılırken artık her sene 2-3 günlüğüne de olsa mutlaka Avignon'a gelmek için kendimize söz verdik.

- Malcolm Gladwell'den bir kitap daha : Kıvılcım Anı (orjinal adıyla Tipping Point). Normalde arka arkaya aynı yazarın kitaplarını okumayı tercih etmem (daha önce bir dönem arka arkaya Ahmet Altan, bir dönem Amin Maalouf, bir dönem Jean Christophe Grange okumuştum da tüm hikayeler biririne karışmıştı) ama Malcolm Gladwell'in kurgusal olmayan kitapları bu yöndeki eğilimimi kırdı. Son okuduğum kitabı "Kıvılcım Anı" anladığım kadarıyla yazarın ününün asıl nedeni olan kitabı. Yine çok çarpıcı gözlemlere yer veren bu kitapta, değişik örneklerle, anekdotlarla, bilimsel araştırmalardan alıntılarla farklı bir perspektiften olaylara bakıyoruz. Genel tabirle "salgın"ların dinamiğini anlamaya çalışan bu çalışma benim çok hoşuma gitti, mutlaka okumanızı öneririm.

18 Temmuz 2010 Pazar

Blink

Daha önce başka bir kitabını önerdiğim Malcolm Gladwell'in bir kitabını daha okumayı bitirdim. Bu seferki de özellikle ABD olmak üzere birçok ülkede "Outliers" kadar ün sağlamış olan Blink : The Power of Thinking without Thinking (Türkçe adıyla Düşünmeden Düşünebilmenin Gücü : Göz Açıp Kapayıncaya Dek).

Kısaca Blink olarak adlandıracağım bu kitap yine Outliers gibi bize tamamen farklı bir bakış açısından gündelik hayata bakmamızı sağlıyor. Birçok durumda nedenlendiremediğimiz ama adeta bir altıncı his olarak adlandırdığımız karar mekanizmalarından; bilinçdışı verdiğimiz kararların nelerden etkilenebileceğinden; bazen hür iradeyle aldığımızı düşündüğümüz kararların aslında nasıl da oyuna getirilerek bize dikte ettirildiğinden; en akıllı, kültürlü, bilinçli olanlarımızın bile stereotiplerden nasıl etkilendiğimizden bahsediyor.

Kitap tüm bu ilginç başlıkları günlük hayattan örneklerle, bilim adamları tarafından yapılmış testlerle destekleyerek psikolojik bu tanımların havada kalmasını engelliyor ve kafamızda daha rahat yer almasına olanak sağlıyor. Kitap yapılmış ilgniç deneylerden, özellikle 20. yüzyıldan anekdotlardan oluşuyor. Bruce Springsteen'in 41 Shots (Amerikan Skin) adlı şaheserinin hikayesini, ABD'deki büyük firmaların CEO'larının boy ortalamasını, son zamanlarda en sevdiğim dizilerden olan "Lie to Me"nin çıkış noktasını, Coca-Cola'nın bir ara piyasaya çıkardığı New Coke'un neden başarısız bir girişim olarak kaldığını ve daha birçok şeyi bu kitapta okuyabilirsiniz.

Kitabın özellikle öne çıkardığı bir noktadan bahsederek yazımı bitiriyorum, "ince dilimleme (ya da thin-slicing)". Gladwell hepimizin yaptığı ama uzmanların elinde ciddi bir kabiliyete dönüşen ince dilimleme ile büyük resmin tamamına değil de sadece bir kısmına bakmak suretiyle neyin ne kadar önemli olduğu konusunda saatlerce düşünerek, teoriler üreterek alabileceğimiz kararları anında alabileceğimizi iddia ediyor. İnce dilimlemenin örneklerinden bahsederken pozitif yanlarının yanısıra negatif yanlarından da ve bunun nedenlerinden de bahsediyor.

Gerçekten çok ilginç bir kitap olduğunu düşünüyorum. Psikoloji üzerine bir kitap olarak, iş hayatı konusunda ilginç bilgiler edinmek için veya günlük hayatımızda aldığımız kararların ne kadar bilinçli olup olmadığını anlamak için okuyabilirsiniz. Tavsiye ederim.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Genç Bir İşadamına

Artık bazı çevrelerce kült statüsüne erişmiş olan ve ilk yayınlandığı 1995 yılından bu yana güncelliğini kaybetmemeyi başaran Emre Yılmaz'ın "Genç Bir İşadamına" denemesini son zamanlarda iş hayatı üzerine daha çok kitap okuma arzusunun son nesnesi haline getirdim.

Hakkında değişik yerlerde yazılar okumuş ve göndermelere rastlamıştım ama zaman geçirmek için girdiğimiz D&R'da raflar arasında gezinirken görünce İlker'in de tavsiyesiyle almaya karar verdim.

Kesinlikle çok ilginç bir kitap. Yazarı henüz 35 yaşındayken tüm işlerini tasfiye edip iş hayatını bırakmış ve bu kitabı yazmış. Şu anda ne yapıyordur ne ediyordur bilmiyorum ama edebiyattan kazandığı parayla geçinmeye çalışmadığına eminim. Tanıtım yazısından anladığım kadarıyla zengin bir aileden geliyor ve büyük ihtimalle de direkt olarak hep üst düzey seviyelerde bulundu, çalıştı. O yüzden 35 yaşında işlerini tasfiye ediyor olması bizim gibi "sıradan" insanlar için çok bir anlam ifade etmeyecektir ancak yine de yazarın gözlemlerinin başarısı ve verdiği derslerin niteliği kesinlikle çok başarılıdır.

Kitabın özellikle ilk 60-70 sayfası çok ilgimi çekti, daha sonra o başlardaki vurucu etkisini kaybettiyse de benim için yine de bir solukta bitirdim ve çok da zevk aldım. Yazar, "genç işadamı"na hitap ederel yazdığı bu denemede, iş hayatında başarılı olmak ama çok başarılı olmak için neler yapması, neler yapmaması gerktiğini anlatıyor. Sonuçta bu yazarın kişisel görüşleri olsa da, yazarın kitap boyunca yaptığı ironik yaklaşım kitabın hem etkisini artırıyor hem de kitabı gerek varoluşsal açıdan okuyanlara gerekse gerçekten "ruhunu sat"maya karar verenlere hizmet etmiş oluyor.

Kitap altı çizilmesi gereken bir çok gözlem içeriyor, ki bunlardan bir tanesini bir süre önce bloga yazmıştım. Yazarın değişik konular üzerine yaptığı zeki gözlemler ve yaklaşımlar çok ilgi çekici, daha ilginç olanı ise kitabın yazılmasından bu yana 15 yıl geçmiş olmasına rağmen güncelliğini hala koruyor olması.

Okuyun derim.

not : Yazarın bir de "Şeytanın Fısıldadıkları" diye bir kitabı varmış, eğer bulabilirsem onu da okunacaklar listesine eklemeyi planlıyorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Berlin'e gidecek olursanız...

Geçtiğimiz sene Eylül ayında bizim çocuklardan Murat (aka Midget), Mert ve Erman ile yaptığımız ama benim önce yoğunluktan sonra da olayın sıcaklığını kaybetmesinden dolayı gerekli görmememden dolayı üzerine yazı yazamadığım Berlin Maratonu organizasyonumuzun (Murat'ın gezi hakkındakı yazısı için) üzerinden daha 1 yıl bile geçmemişken yolum tekrar bu sefer iş için Berlin'e düştü.

Berlin hakkında gezilecek görülecek yerler yazısı yazmayacağım (onun için yukarıda linkini verdiğim yazıya bakabilirsiniz) çünkü salı sabahı gidip cuma sabahı geri döndüğüm gerçekten kısa bir gezi oldu, 3 gün sabahtan akşama kadar dünyanın dörtbir yanından gelen A330 / A340 operatörlerinin katıldığı sempozyumda geçirdim, Çarşamba akşamını da Airbus'ın bir yemek organizasyonuna harcayınca geriye Salı ve Perşembe akşamları kaldı, o kısıtlı zamanda da Berlin'e ilk defa gelen iş (ve yol) arkadaşlarıma elverdikçe rehberlik yapmaya çalıştım ve Murat'ın yazısında bahsedilen yerleri bir daha gezdik. Kayda değer yeni bir şey görmedim anlayacağınız, farkettiğim faklılıklar şöyleydi : Hard Rock Cafe ara sokaktaki yerinden ana caddeye taşınmış, Checkpoint Charlie'deki Türk fastfood lokantası yerini McDonald's a bırakmış, bir de sokakları aynı anda 7-8 kişinin pedal çevirdiği bisikletimsi bir vasıta kaplamış. Bir masanın etrafında oturmuş insanlar aynı anda pedal çeviriyor ve aynı anda bira içiyorlar, çok komik görmeniz lazım; bira buradaki en öenmli parametre bence çünkü böyle bir şaklabanlığı ayık kafayla yapmaz zaten insan :)

Ama... ama yeni bir şey tattım.

Bu yazının asıl amacı o. Eğer yolunuz Berlin'e düşecek olursa mutlaka ama mutlaka Dolce Pizza'ya uğruyorsunuz ve adından da anlaşılacağı üzere pizza yiyorsunuz. Birkaç yerde varlar anladığım kadarıyla, websitesi de var. Biz bir arkadaşın tavsiyesiyle kaldığımız otele de nispeten yakın olduğu için gittik ve çok da memnun kaldık. Biraz bizim iyi yapılmış Karadeniz pidesinin (parantez üzerine parantez oluyor ama konu açılmışken, Çeşme'ye gidince de Sheraton'un sokağındaki Dostlar Pide'ye uğramalısınız) çıtır hamuruna benzeyen hamur üzerine değişik seçeneklerde fastfood modunda (tüm mağazaları öyle midir bilmiyorum ama bizimmkinde oturacak yer yoktu mesela) hızlı pişen dilimler satıyorlar. Arkadaşın tavsiyesi üzerine biz patlıcanlı, rokalı ve ton balıklı dilimler yedik. Hatta burayı ararken yol sorduğumuz bir Türk bile hemen patlıcanlı pizza deneyin mutlaka diye öneride bulundu. Rokalı güzeldi ama diğerleri olağanüstüydü. Bir de pizzanızın üzerine İtalyan zeytinyağı ve tahminim yine oraya özel bir pul biber dökün, pizzanın üzerine zeytinyağının yakışacağını hiç düşünmezdim.

"Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" konseptine ters bir yazı oldu ama amacımız hizmet, kusura bakmayın.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Bugünlerde ne dinliyorum serisi # 152

Yine eskilerden yenilerden karisik bir listem var, bugunlerdeki takinti sarkilarim :

The Killers - Happy Birthday Guadalupe : Son yillarda Arctic Monkeys ile beraber beni en cok heyecanlandiran grubun son favorilerimden.

Ed Harcourt - Born in the 70s : Bir de "She fell into my arms" diye bir sarkisi vardir Harcourt'un, onu da dinlemenizi tavsiye ederim.

Bruce Springsteen - Radio Nowhere : Sarkiyi dinlerken hala gecen seneki konser aklima geliyor, suratima bir gulumseme yayiliyor. 2011'de yine Avrupaya gelmesini umuyorum Patron'un.

Catatonia - Mulder and Scully : Tam olarak neden oldugunu bilemiyorum ama sanat eserlerinde pop kulture yapilan gondermeler her zaman cok ilgimi cekmistir.

Janis Joplin - Move Over : Bence Rock tarihinin en iyi kadin solisti.

Johnny Cash - Ghostriders in the sky : Bu sarki bana hep Blues Brothers 2000'i hatirlatir.

Dave Matthews - Funny the way it is : Ulkemizde cok da taninmayan Dave Matthews'tan cok basarili bir parca.

6 Haziran 2010 Pazar

Gecikmiş bir Bob Dylan konseri yazısı

Blogda daha önce de belirttiğim üzere 31 Mayıs akşamı beni nerede bulabileceğiniz belliydi. Az kalsın sekteye uğrayacaktı bu plan ama müdürlerimin izniyle iş gezisini 1 gün sonrasına çekerek geçtiğimiz Pazartesi akşamı Harbiye Açıkhava'daki yerimizi boş bırakmadık.

Öncelikle gerçekten de Açıkhava'ya gitmeyeli bayağı zaman olduğunu anladım. Yeni yollar, çevre düzenlemesi falan çok değişikti benim için. İlk göüşte biraz soğuk geldi açıkçası bu yeni yol ve çevre düzenlemesi ama biraz zamanla gerek biz alışırız gerekse ortam ısınır diye düşünüyorum.

Açıkhava'nın önünde güzel bir kalabalık vardı ve ilk defa bilet satandan çok bilet arayan bir insan topluluğu gördüm diyebilirim. Yaş ortalaması bu konsere uyan bir biçimde 40 civarı gibi geldi bana. Uzun bir bekleme kuyruğunun ardından Açıkhava'ya girdik, uzun zaman aradan sonra içerisinin görüntüsü iyi geldi açıkçası. Meriç'in doğmasının ardından hissettiğim (biraz olsun) yaşlanma duygusu ve yaşam stilimizdeki engellenemez (belki de Çiler'le biz beceremedik) değişim sonrası konser alanının görüntüsü geçmişten tanıdık bir sahne gibiydi, ne güzel günler geçirdik bu mekanda. En ucuz yerden bilet alıp sonra önlere gidip merdivenlerde oturduğumuz günler şimdi geride kaldı, artık (biraz da olsa) paramız var ve şimdi biz daha pahalı bloklarda oturup merdivenlere oturmuş gençlere gülümseyerek bakıyoruz.

Bu noktada Biletix'e bir parantez açmak istiyorum. Konser biletlerinin satışa çıktığı ilk dakikalarda biletlerimi almış birisi olarak ve bilet aldığım blok kategorisinde sonraki birkaç günde daha bilet satıldığını görerek aldığımız yerlerin nispeten iyi birer noktada olacağını ummuştum ama yerleşmek isterken bir de gördük ki, blokun en arkasında yer alıyoruz. Bu da bende ister istemez Biletix'in satışa blokun arkasından başlamış olabileceği fikrini uyandırdı ve sinirlendirdi. Bir ara kafamı toparlayıp zaman ayarlayabilirsem Biletix'e telefon ewdip sormayı planlıyorum.

Konser 9.05'te sadece 5 dakika gecikmeyle başladı ama hala ciddi bir seyirci topluluğu yerine oturmamıştı, bu durum ilk 10 dakika boyunca devam etti ve ancak 3. şarkı gibi insanlar yerine yerleşebildi. Bulunduğumuz konumun kötülüğünden dolayı bu durum en azından benim konsantrasyonumu çok etkiledi ama hemen kurtulup konsere odaklandım.

Hemen söyleyebilirim ki hayal kırıklığı konserle ilgili ilk görüşüm. Benim konserlerden ve sanatçılardan beklentim (hele bir de sık geldikleri bir ülke, şehir değilse) seyircilerine tanıdık gelen şarkılarını, bilindik yorumlarıyla söylemeleridir. Deneysel çabalara veya canlı performansa yönelik değişik girişimlere kesinlikle uzak değilim ama Bob Dylan'ı en son 23 yıl önce görmüş ve büyük ihtimalle bir daha da göremeyecek bir topluluğun en ünlü şarkıları bile neredeyse tanıyamaması sözkonusuysa bence seyirciye ayıp edilir. Haa, Bob Dylan bize ayıp mı etmiştir, o ayrı, bizim ne haddimize böyle birşey söylemek... Dylan'ın konser performansları hakkında hiç yazı okumadım ama anladığım kadarıyla bu onun canlı performans stili. Dylan seyirciyle hiç kontak kurmuyor, şiir okurmuş veya konuşurmuş gibi şarkılarını okuyor ve sadece 2 şarkılık bir bisle de konserini noktalıyor.

Konsere en sevdiğim soundtrack albümlerinden olan Forrest Gump'ta da yer alan Rainy Day Women No. 12 & 35 ile başladı ve bisi de Like A Rolling Stone ve All Along the Watchtower ile yaparak konseri noktaladı. Konserin en güzel anları Just Like A Woman, Spirit on the Water ve bisteki iki şarkıydı.

Konser vokal açısından beklediğimiz tarzdan biraz farklıydıysa da müzikal açıdan çok güzel bir deneyim oldu ve büyük resme bakmaksızın başarılı bir konserdi. Bu kadar önemli bir ismi, büyük ihtimalle son defa hem de favori konser mekanım Açıkhava'da görmüş olmak tatmin ediciydi diyebilirim sonuç olarak.

16 Mayıs 2010 Pazar

Dürüstlük

Bugünlerde okuduğum kitaptan bir pasaj :

"...En büyük hile dürüstlüktür.

En büyük yalanını, "Ne kadar doğru konuşuyor, ne kadar dürüst ve açık bir adam" dedikleri zaman söylemelisin..."

İnsanı düşündürtüyor değil mi? Daha yeni başladım okumaya ama şimdiden ilgimi fazlasıyla çekti, ilginç notlar var.

Hangi kitap olduğunu bitirdikten sonra yazacağım. Az sonra hesabı oldu sanki...

Bir de bu yazıyı yazarken aklıma gelen başka bir pasaj var. Alakasız gibi gözükebilir başta. Yanlış hatırlamıyorsam "Örümcek Kadının Öpücüğü"nde okumuştum (mutlaka okunması gereken bir kitaptır bu arada) ve çok hoşuma gitmişti, "Almak istemeyen, asıl cimri olan odur. Vermek istemez de ondan" tarzı birşeydi. Herşeyin ilk göründüğü gibi olmadığını anlıyor insan zamanla. Ne kadar da doğru bir söz. Birisine birşey sunduğunuzda, ısmarladığınızda ısrarla almıyorsa ondan korkacaksın, yarın obürgün sana birşey vermek zorunda kalacağından almıyordur.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Kayıp Sembol

Da Vinci şifresini okumaya başladığım zamanı ve kitabı okurken duyduğum heyecanı ve aldığım zevki hatırlıyorum, sadece işe gidip gelirken toplu taşıma araçlarında kitap okuyan birisi olarak eve gelir gelmez yatak odasına geçip bir miktar daha okumak için fırsat yaratmaya çalışıyordum.

Kayıp Sembol'ü geçtiğimiz sene sonunda Amerika'da geçirdiğim 2 ayda defalarca görmeme rağmen hiç de heyecanlanıp alma ihtiyacı görmedim ve eve dönünce Türkçesini okurum diye düşündüm. Dönünce de aylarca salladım almayı ama göreve gelmeden önce yanıma kafa dağıtıcı bir kitap alma bahanesiyle sonunda yollarımız kesişti.

Kabul ediyorum Dan Brown bu işi iyi biliyor, daha doğrusu işin formülünü iyi anlamış ve aynı förmül üzerinde iş yapmaya devam ediyor. Bu kitapta da yine antik gizemler, din, teknoloji temeline bir de Masonları ekleyip ortaya ilgi çekici bir olay örgüsü çıkarmış.

Brown'ın kitaplarının en sevdiğim (ve başarılı olmasını sağlayan förmülün parametrelerinden birisi olan) özelliklerinden birisi 2-3 sayfa ile sınırlanış bölümlere ayrılmış olması. Bu tarz sayesinde okuyucu kitabı daha rahat takip edebiliyor diye düşünüyorum, konsantrasyon sorunu olan günümüz insanının 4-5 dakika içerisinde bir bölüm bitirip kafasını isterse birkaç dakikalığına dağıtma şansı veriyor.

Kitap yukarıdaki förmülün yanısıra Brown'ın akıcı dili ve olay akışıyla rahatlıkla okunuyor. Yine Robert Langdon'ın çevresinde dönen olaylar var ama nedense bana bu sefer Langdon karakteri itici geldi. Belki de onsuz bir akışla daha başarılı bir hikaye olabilirdi ama Langdon'ın kendisi de bir marka olmuş durumda.

10-12 saatlik bir zaman dilimi içerisinde, ABD'nin başkenti Washington DC'de geçen kitap bize diğer kitaplarında olduğu gibi çok ilginç bilgiler sunmaya devam ediyor. Masonların yapısı ve ABD tarihinde Masonların ne kadar önemli rol oynadığı bu bilgi akışının odaklandığı konular. Hikaye arada bir yerde Türkiye'nin hapishanelerine de uzanıyor. Yıllardan sonra tekrar ünlü oldu hapislerimiz.

Kitabın ilgi çekici fonlarından birisi de birey olarak insana ve potansiyeline yapılan vurgu. İyi düşünceler ve niyetlerin fiziksel olarak dışa etkisinin olacağına dair ilginç örnekler veriyor ve bir de Intention Experiment diye bir çalışmadan bahsediyor, bir ara girip inceleyin derim, sizin de ilginç bulacağınıza eminim.

Sonuç olarak, kitabı önermekle beraber büyük umutlar beslememenizi tavsiye ederim. Yazın tatile giderken yanınıza alın, 1 hafta 10 günde bitirirsiniz, orada bırakırsınız, başka bir tatilci faydalanır. (Ben de acaba Hong Kong'da bıraksam olur mu, birisine faydası dokunur mu?)

9 Mayıs 2010 Pazar

Tekinsiz

Bir önceki yazımda bahsini ettiğim Chuck Palahniuk'un "Tekinsiz"ini (orjinal adıyla, Haunted) bir süre önce bitirdim.

Her Palahniuk kitabı gibi yine heyecanla, zevkle, gıptayla okudum Teknisiz'i. Diğer kitapları kadar sevmediğimi baştan söyleyeyim ama bunun nedeni dili veya tarzı değildi. Sanırım diğerlerinde hissettiğim ve sevdiğim modern çağ eleştirisi bunda biraz daha farklı bir şekilde işlenmiş ve biraz arka planda kalmıştı.

Son yıllarda favori olan kapalı bir yerde toplu bir şekilde kapana kısılan bir grup insan temasının bir türü olan (romandaki topluluk tamamen kendi istekleriyle bu kapana giriyorlar) Tekinsiz şu ana kadar okuduğum Palahniuk romanları arasında görsel açıdan en rahatsız edici romanı. Bu tabii ki benim kandan ve kesilen, biçilen insanlardan hoşlanmamamın etikisi de var. Yoksa öyle çok rahatsız edici bir kitap beklemeyin, ben çıtayı düşürüyorum.

Kitabın hikayesi kısaca, kendilerini dış dünyadan tamamen soyutlamak suretiyle kişisel başyapıtlarını yazmak isteyen bir grup insanın bu yönde bir çalışmaya katılması ve kendilerini eski bir tiyatro kompleksinde kapana kısılmış halde bulmaları şeklinde özetlenebilir. Ama Palahniuk'u biraz olsun tanıdıysanız suçlu - kurban ilişkisinin çok farklı işlendiğini tahmin edebilirsiniz.

Kitabın en sevdiğim özelliği ise, karakterlerin ağzından yazılan / anlatılan kısa hikayeler vasıtasıyla Palahniuk'un kısa hikayeler konusundaki yeteneğini görmek oldu. Amerika'da yazarlık konusunda dersler veren Palahniuk'un bu konuda başarılı olduğunu biliyordum (örneğin ünlü Fight Club, aslında Project Mayhem adındaki bir hikayesinin üzerinden oluşturulmuştur) ama bir türlü fırsat bulamamıştım bu tarzdaki eserlerini okumaya. Bui aklıma getirmesi açısından iyi bir fırsat oldu, şu adresten kısa hikayelerinin bir kısmına ulaşabilirsiniz.

Sonuç olarak bir Palahniuk romanı. Benim yazacağım yazı tek yönlü bir yazı olacaktır, Palahniuk imzalı her şeyi okurum, siz de okuyun.

Not : Buradan da kitabın arkayüzündeki tanıtım bültenini okuyabilirsiniz. Bu iki paragraf bile insanı okumaya teşvik etmiyor mu?

2 Nisan 2010 Cuma

Kusturan şarkılar

Hep aynı yazarların çevresinde dönen kitap yorumlarımdan sıkılmış olabilirsiniz ama ne yapayım ki onlar üretmeye devam ettikçe ben de eserlerini okumaya ve sizlerle paylaşmaya devam edeceğim (sizler mi?, çok iddialı bir ifade oldu sanki, sanki oturup yazı yazmamı bekleyen insanlar var :)).

Yine Chuck Palahniuk'a döndüm. Bu günlerde Türkçe'ye çevrilen son kitabı "Tekinsiz"i okuyorum, gerçi hala bitirmedim ve bu yazı da kitap eleştirisi değil ama okurken çok hoşuma giden bir pasajı paylaşmak istedim. Beni tanıyanlar bazı şarkılar ve şarkıcılar konusunda ne kadar hassas olduğumu bilirler. Celine Dion, Micheal Bolton isimlerini duymak bile tüylerimi diken diken ederken, "My Heart will go on", "I will always love you" gibi şarkılar ciddi anlamda kusma hissi yaratır bende.

İşte Tekinsiz'den sizinle paylaşmak istediğim pasaj :

"... Tesadüfi olarak, insanların çoğunun aşağıdaki plakları çaldığınızda sizi dövmek istediğini keşfettiler :
Color me Barbra
Stoney End
The Way We Were
Thighs and Whispers
Broken Blossoms
Veya Beaches. Gerçekten, özellikle Beaches.

Mahatma Ghandi'yi bir manastıra kapatsanız, taşaklarını kesseniz, sonuna kadar Demerol verseniz bile, "Wind Beneath Your Wings" şarkısını çaldığınız anda yüzünüze vuracaktır... "

Sizi Google'da araştırma yapmaktan kurtarayım, yukarıdaki albümler sırasıyla şu isimlerin :
Barbara Streisand
Barbara Streisand
Barbara Streisand
Bette Midler
Bette Midler
Bette Midler

En yukarıda verdiğim kişisel listeme bir iki tane daha ekliyorum, ve sizden de biraz katkı bekliyorum. Bu şarkılar aslında klasikleşmiş sayılsalar da değişik ortamlarda çok fazla çalındığından mıdır nedir, duyduğumda direkt kurtulmanın yollarını ararım.

Europe - Final Countdown
Eagles - Hotel California

Ya siz?

26 Mart 2010 Cuma

Meriç bugünlerde ne dinliyor

Bloga Meriç'i biraz daha dahil etmek istiyorum ama zaman bulamıyorum bir türlü. Yine kolayına kaçmak gibi de olsa, sizleri Meriç'in gündeminden uzak tutmamış olurum.

"Meriç bugünlerde ne dinliyor" konulu yazıların ilki olur umarım :

Blur - Song 2 (son günlerde en çok bu şarkıyı dinlerken eğleniyor, dans ediyoruz beraber)

Flight of the Choncords - Foux de Fafa (şarkıyı dinlerken kikirdemekten kıpkırmızı kesiliyor)

Jakob Dylan - Something Good This Way Comes (babası Bob Dylan dinlerse oğlu da Bob'un oğlu Jakob'ı dinler tabi, kuşak farkı)

Bruce Willis - Swinging On A Star

Pearl Jam - The Fixer

The Fratellis - Flathead (bu şarkı aynı zamanda cep telefonumun melodisi olduğundan Meriç için bu şarkının adı "baba")

25 Mart 2010 Perşembe

31 Mayıs, Açıkhava, Bob Dylan

Başlıktan da anlaşılacağı üzere 31 Mayıs'ta beni nerede bulabileceğinizi anlamış olmalısınız. Yaşayan son efsanelerden Bob Dylan şehrimize tam 21 yıl aradan sonra tekrar geliyor.

Haftabaşında Radyo Eksen'den aldığım iyi haberin üzerinden daha birkaç gün geçmişken bugün satışa çıkan biletlerden de alınca baharın yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığı bu günler daha da bir güzelleşti benim için.

Şimdi heyecanla 31 Mayıs'ı bekliyorum. Açıkhava'da konsere gitmeyeli de 2 (yoksa 3 mü) sene olmuştu, iyi bir geri dönüş olacak. Meraklıları için, hatta meraklısı olmayan ama müzik sevenler için kesinlikle gidilmesi, görülmesi gereken bir etkinlik. Pişman olmayın.

Not : 18 Mayıs'ta da Harry Connick Jr. geliyormuş, ona da gideriz herhalde.

10 Mart 2010 Çarşamba

Çizginin Dışındakiler

Uzun bir aradan sonra yeni bir kitap önerisi yapmak için bloga dönüş yapıyorum.

Normalde en sonda söyleyenecek şeyi baştan belirteyim : mutlaka okunması gereken bir kitaptan bahsedeceğim. Malcolm Gladwell'in "Outliers (Çizginin Dışındakiler) : Bazı İnsanlar Neden Daha Başarılı Olur?" Kitabın ismine bakınca artık her tarafımızı sarmış olan kendini-geliştirme kitaplarından birisi gibi gözüküyor ama karşımızdaki kitap tamamen farklı bir amaca yönelik hizmet ediyor.

Bazı insanların zeki ve hırslı oldukları için başarılı oldukları şeklindeki yaygın inancın aksine (ya da aksine değil de, yanısıra diyebiliriz) başarının hikayesinin bundan daha farklı, daha derin olduğunu, büyük resme daha çok önem verilmesi gerektiğini vurguluyor Outliers.

Hızlı şekilde üzerinden geçecek olursak, başarılı olmanın parametreleri arasında hangi yıl, yılın hangi ayı doğduğumuzdan anne babamızın eğitim seviyesine hatta hangi etnik yapıdan geldiğne, büyük büyük ebeveynlerimizin yaşadığı ortamdan doğduğumuz yaşadığımız ortamın kültürel mirasına kadar çok fazla girdi var. Gladwell ilginç örneklerle, hikayelerle ortaya koyduğu savları savunmaya ve mümkün olduğunca bilimsel araştırmalara dayandırmaya çalışıyor. Tarih boyunca çok başarılı olarak adlandırılan insanların (örneğin Bill Gates, Beatles, Mozart...) sadece yetenekli ve/veya zeki oldukları için başarılı olmadıklarını ortaya koymaya çalışıyor ve sizin dışınızda kalan birçok etkenin sizin ne kadar başarılı olacağınızı belirleyeceğini söylüyor. Kitapta çok daha fazlasını bulacaksınız ve okurken çok zevk alacaksınız bence.

Kitabı okurken hissettiğim önemli bir noktayı sizinle paylaşmak isterim. Sonuçta bu kitap, çok yaygın bir inanışa farklı bir perspektiften bakmamızı sağlıyor ve gerçeklik payına sahip. Yine de, kendimizi kaptırıp kişisel başarı seviyemizi sadece dış etkenlere bağlamak bahanesine girişmeyip (kitapta da önemli bir yer kapsayan 10.000 saat kuralında bahsedildiği üzere) çok çalışmalı ve kendimizi geliştirmeliyiz.

11 Ocak 2010 Pazartesi

En iyi 10 David Bowie sarkisi

Ortalama bir muziksever olarak David Bowie gecmiste bana cok da cekici gelmemistir, tabii ki guzel sarkilari vardir ama oturup dinlemek icin zaman harcayacagim bir sarkici degildi. Yaslandikca diyelim Bowie'nin muzigine olan ilgim artti ve yeniden kesfettim. Acikcasi simdi firsat olsa da canli bir konser performansini yakalasam diye bakiyorum.

- The Man who sold the world (Nirvana'nin coveri daha guzeldir bircoklarina gore ama ben Bowie'nin versiyonunu da cok severim)
- Ashes to Ashes
- Young Americans
- Rebel Rebel
- China Girl
- Starman
- Life On Mars
- Ziggy Stardust
- Space Oddity
- Heroes

Ozellikle "The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars" adindaki albumun konseptini paylasan muzikal planlarini gerceklestirebilmis olsaydi sanirim muzikaller tarihinin en unlu eserlerinden birisine de imza atmis olacakti.