30 Aralık 2008 Salı

2008'in filmler açısından değerlendirmesi

Başlığa bakınca iyi bir film eleştirisi yazısı beklediyseniz yanılacaksınız, çünkü nispeten kısa bir yazı olacak. 2008 yılının neredeyse tamamını anne-baba olarak geçirdiğimizden ve Meriç de bu süreci kolaylaştırmak adına hiçbirşey yapmadığından ne sinemada ne de evde pek bir film izleme şansımız olmadı, o nedenle bu senenin filmlerini çok sağlıklı değerlendiremeyeceğim.

Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar 2008 yapımı film izledim dersem yalan olmaz. Onlar da normal olarak en göz önünde olanlardı : Quantum of Solace, The Dark Knight, Wanted ve Indiana Jones and the Kingdom of Crystal Skull. Arada dvdden başka filmlerde izledim tabii (özellikle Atina'da görevde iken akşamları otel odasında zaman geçirmek için) ama onlar arasında çok değişik bir şekilde Bob Dylan'ı anlatan I'm not There dışında aklımda yer eden bir film yok (belki biraz da yine bir müzik efsanesi Johnny Cash'in anlatıldığı Walk the Line ama o filmi sinemasal açıdan çok Cash'e ve müziğine olan ilgimden hatırlıyorum).

2008'in ön plandaki filmlerine bakınca genelde ünlü serilerin devam filmlerini görüyoruz, Indy, Bond ve Batman. Özellikle Indiana Jones yıllardan sonra büyük umutlarla beyaz perdeye aktarılmıştı ama çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Keşke çekilmemiş olsaydı diye bile düşündüm açıkçası. Son James Bond filmi ise bir öncekinin yarattığı vuruculuk seviyesine ulaşmadıysa da ben yine beğendim. Daniel Craig'in Bond karakterine kazandırdığı inandırıcılık ve kırılganlık Bond filmlerini daha bir izlenir yaptı. İlk aksiyon film yönetmenliğini yapan Marc Forster birçok hareketli sahnede işin kolayına kaçıp hızlı planlar ve karambol kurgularla biraz hayal kırıklığı yaratsa da, filmin genel havasını korumayı başarmış; hatta, kendi imzasını atarak Bond filmleri klasiği olan "Ben Bond, James Bond" repliğini ve ünlü Bond oyuncaklarını filmden -herhalde bu seferlik- çıkarmış. Bir de opera sahnesinin kurgusu gerçekten güzeldi, söylemeden geçmeyeyim. Bu arada hazır Marc Forster'dan konu açılmışken Finding Neverland'ini izlemediyseniz ilk izlenecekler listenize eklemenizi tavsiye ederim. Harika bir filmdir...

Son Batman filmi de aynı Bond filminde olduğu gibi bir öncekinin gölgesi ve beklenenden yüksek başarısının tehditi altında perdelere geldi. Dark Knight'da yönetmen Christopher Nolan yine ilginç bir açılıma gidip Batman'i hikayenin tam da ortasına koymayarak filmin dramatik yapısını bence güçlendirmiş. Filmin karanlık havası, iyi işlenmiş kötü karakterler ve güçlü dramatik yapı Nolan'ın bir önceki filmde Batman serisine kazandırdığı etkileyici yapıyı devam ettirmiş.

Benim için 2008'in sürprizi ise Wanted oldu. Olağandışı bir aksiyon filmi izlemek, Angelina Jolie'nin güzelliğinin tadını çıkartmak ve de iyi film müziği dinlemek istiyorsanız Wanted'ı izleyin derim.

Yazımı sonlandırırken yakında sinemalara gelecek ve uzun zamandır ilk defa beni heyecanlandıran bir filmi duyurmak istiyorum. Az sayıdaki filmlerinden her biri olay yaratan David Fincher'in Fight Club ve Seven filmlerindeki başrol oyuncusu Brad Pitt ile tekrar bir araya geldiği The Curious Case of Benjamin Button. 80'li yaşlarında hayata başlayan geriye doğru yaşlanan bir adamın değişik hikayesi anlatılıyor. Ocak içerisinde sinemalara geliyor bildiğim kadarıyla, izledikten sonra ayrıntılı bir eleştiri yazısı yazmayı umuyorum.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Baba olmanın dayanılmaz hafifliği


Meriç'le 10 ayımızı doldurduk. Bu aralar aklımda olan bir konuyu yazıya dökme ihtiyacı duydum, çok garip ama herhalde bir çok anne-babanın başına gelmiştir.

Meriç'in doğumunun ardından normal olarak çevredeki herkes fiziksel olarak birilerine benzetme gereksinimi duydu, bir noktaya kadar normal ama sonrası gerçekten komik olabiliyor : aaa, burnu aynı amcası; aaa, gözleri aynı babası; aaa, ayak baş parmağı tıpkı annesininki vs. Ama ne zamanki Meriç biraz daha büyüyüp artık görülebilir, ayırt edilebilir davranışlar sergilemeye başladı, işte o zaman olay ilginç bir hal almaya başladı. Fiziksel benzerliklerden daha değerli bu benzerlikler çünkü, fiziksel olarak anne-babaya benzemesini insan normal karşılıyor ama davranışlarının daha birkaç aylıkken bile bu denli sana ait olması ego tatmini yaratıyor, çocuğa karşı daha da derin hisler hissetmene yol açıyor ve çocuk sahibi olmanın mutluluğunu dolu dolu yaşatıyor.

Meriç örneğine bakacak olursak fiziksel olarak bana benzemesinden sonra davranışları da daha çok bana benzemeye başladı (her ne kadar annesi bu duruma kıl olsa da, elinden bir şey gelemiyor tabii... yani bu yazıma konu olan durum bizim örneğimizde bana ait, annesi benim kadar faydalanamıyor). Ufak tefek şeylerden bahsediyoruz tabii ki, uykuya dalmakta zorlanması, annemin anlattığına bakılırsa aynı benim de bebekken yaptığım gibi olduğu yerde durmaksızın zıplaması, merakını çeken bir şey olduğunda kafasını hafif dikerek ve gözlerini kısarak odaklanması vb. İlginç olan şeyse, ben tüm bunları ve daha fazlasını Meriç'te gördükten sonra kendimde keşfetmem... hatta ilk tepkilerim aaa, aynı Meriç gibi yapıyorum şeklinde oldu sonra bir terslik olduğunu farkedip, onun bu özelliklerini benden almış olduğunu anladım :) Çok daha fazla örnek vermek isterdim ama yazıyı yazarken birden hepsi aklımdan çıktı, ileride edit ederim veya kısa notlarla bloga eklerim.

Bu arada, bugün Çiler'le konuşurken ikimizin de içinde kaldığını anladığımız bir anne-babalık isteği olduğunu anladık, yavruyu bir türlü şöyle doya doya kucağımızda bağrımıza basa basa takılamadık. Çok meraklı bir beyefendi olduğundan kucakta olduğunda yüzü hep dışarı dönük durmak istiyor, o nedenle hiç yüz yüze taşıma şansımız olmadı, devamlı ensesini seyrettik, kafa arkasındaki saç gelişmesini yakından takip ettik (şu anda 2-3 cm civarında ve kıvrılmaya başladı, kıvırcık olacak kesinlikle). 1-2 ay önce keşfettiğimiz bir şey ise, biraz olsun bize sarılmasını sağladı, eğer korktuğu birşey olursa arkasını dönüp direkt boynunuza sarılmaya çalışıyor, Allah'tan biraz ödlek bir oğlumuz var da, birkaç saniyeliğine olsa da bu hissi doya doya olmasa da tadıyoruz.

25 Aralık 2008 Perşembe

Arctic Monkeys : En iyi 5

Müzikte, özellikle rock müzikte deneysel ve yeni bir şeyler deneyen gruplar, şarkıcılar her zaman beğenimi kazanmıştır. 2 yıldır bu yönden çok şanslıyız çünkü Arctic Monkeys var. Kısa geçmişlerinde ortaya çıkardıkları parçalar ve daha da önemlisi müzikal mantaliteleri diğerleri gibi tek albümlük veya kısa dönemli gruplardan olmayacaklarını açıkça ortaya koyuyor.

Benim en sevdiğim 5 şarkıları :

1. Fake Tales of San Francisco
2. I Bet You Look Good on the Dancefloor
3. When the Sun Goes Down
4. Fluorescent Adolescent
5. Dancing Shoes

24 Aralık 2008 Çarşamba

Efsane dönüyor : Blur


Geçtiğimiz hafta bence son zamanların müzik dünyası açısından en önemli haberi duyuruldu (bu aralar bir Guns'n Roses ve Chinese Democracy furyası gidiyorsa da bende nedense aynı etkiyi uyandirmadi) : 2003 yılında dağılan Blur tekrar birleşme kararı aldı.

Damon Albarn, Graham Coxon, Alex James ve Dave Rowntree’den kurulu Blur bence brit-popun en iyi ve kaliteli temsilcisidir. Her başarılı grubun mutlaka sahip olduğu yetenekli, karizmatik ve yaratıcı lider figürü olan Damon Albarn'ın önderliğinde 90'lı yılların başından beri müzik hayatımızda olan Blur benim için en önemli atağı Oasis'e karşı duruşları ile yapmıştı. Bildiğim ama çok da takip etme şansı duymadığım bir gruptu Blur, ama ne zamanki medyada Oasis (kıl Gallagher kardeşler) ile kavga ettiklerini duydum, saygımı kazandılar ve daha yakından takibe hak kazandılar, bundan kazançlı çıkansa normal olarak ben oldum. (not : Oasis'e kıl olan başka bir favori grubum da Radiohead'dir, hatta B sides şarkılarından oluşturulmuş bir albümlerinde ünlü Oasis şarkısı Wonderwall'u da söylerler, Noel Gallagher'ın detone olduğu yerlerde Thom Yorke da detone olur bilerek... bir de o albümde Wish You Were Here'ı yorumlarlar ki, Radiohead coverı da dinlemeyi hak eder).

2003'te yollarını ayırdıktan sonra Damon Albarn Gorillaz ve The Good, the Bad and the Queen adlı projelerle hayatımızda kalmaya devam etti. Her iki projede (özellikle Gorillaz) başarılıydı ama Blur'un tekrar birleşme haberi tüm hayranlarının heyecanla beklediği bir haberdi, nitekim birleşme haberiyle beraber Temmuz 2009'da vereceklerini duyurdukları konserin 50bin adetlik biletleri 3 dakikada tükenmiş.

Belki bu birleşmeyi izleyen konserler, turneler dizisinde İstanbul da yer alır. Yazımı En İyi 5 Blur Şarkısı ile tamamlıyorum.

1. Song 2
2. Tender
3. Coffee & TV
4. Out of Time
5. She's So High

22 Aralık 2008 Pazartesi

Spies Like Us


Meriç nedeniyle sinemaya gitme veya divxten de olsa yeni filmleri takip etme şansımız azaldığından sinema endüstrisinin yeni örnekleri konusunda yazı yazma şansım pek olmuyor. Aylardan sonra Indiana Jones serisinin 4. (ve artık son olmuştur umarım dedirten) filmini bile 2-3 güne yayarak ancak izleyebildim. Bu film hakkında yazmak istemiyorum çünkü gerçekten hayalkırıklığı yaratan bir filmdi ve bu blogda genelde iyi izlenimleri paylaşmak istiyorum. Tek söyleyebileceğim bu kadar yıl aradan sonra daha iyi bir senaryoyla karşımıza çıkmış olmalarını beklerdik, Nicolas Cage'in National Treasure serisi standartlarına inmiş bir film buldum ben, üzülerek.

Geçtiğimiz gün Meriç'in biraz da erken uyumasından faydalanarak, elimizde birikmiş onlarca filmden birisini seçmek ve felekten bir gece çalmak (artık film izlemeyi böyle adlandırıyoruz işte) istedik. Çoğunlukla yenilerden olan seçenekler listesinde bir tane film vardı ki, benim klasiklerim arasında yer alıyordu ve Çiler de izlemediğinden hemen onu öne aldık, bizim televizyonlarda "Bizim Gibi Casuslar" adıyla gösterilen "Spies Like Us".

1985 yapımı filmin başrolünde o zamanların en pöpüler iki komedyeni Dan Aykroyd ve Chevy Chase var. Filmi ilk olarak ortaokul yıllarında TRT'de izlemiştim ve tek bir sahnesi sayesinde bile Mert ve benim klasiklerimiz arasına girmişti. Blogda daha önce yayınladığım bir listede de anlattığım "doktor, doktor, doktor, doktor, doktor, doktor...." sahnesi kesinlikle bir unutulmazdır, sırf o sahne için film izlenebilir.

Film aslında çok basit bir konudan yola çıkıyor ve temelini yönetmenlik, senaryonun yaratıcılığı, görsellik gibi kaygılardan çok başrolündeki iki ustanın yeteneklerine dayandırıyor. Hele bir de 23 yıl geçtikten sonra filmi ilk defa izleyenlere normal olarak biraz yavan gelebilir ama filmin sadelik ve içtenliği tüm diğer etmenlerin önüne geçiyor. Soğuk savaş döneminde Sovyet sınırları içerisinde bir operasyon düzenlemeye karar veren derin Amerikan devleti asıl ajanların önünü açmak için bir de "yem" ajan ekibi göndermeye karar verir ve bu iş için de defalarca ajanlık sınavına girip geçememiş iki beceriksiz adamı görevlendirirler. Film bu basit ve örneğini sonrasında da çok gördüğümüz sinopsis üzerinden devam ediyor, konu akışı açısından hiçbir sürprizle karşılaşmayacak ama arada patlayan esprilerle iyi zaman geçireceksiniz.

21 Aralık 2008 Pazar

Matrix Regeneration'a * Doğru

BAAL tayfasının temelini oluşturduğu (sonradan amcaoğlu Tolga'nın da katıldığı) erkekler grubumuzun (ve tabii ki eşlerinin, kız arkadaşlarının da tamamladığı) şu an itibariyle 20 yıl öncesine kadar uzanan geçmişiyle etrafındakiler tarafından gıptayla izlenen bir arkadaşlık topluluğu olduğuna inanıyorum. Kronolojik sırayla ben, Mert, Şafak, Erman, Murat Yılmaz, Özgür, Hakan ve Tolga'nın ilk jenerasyonunu oluşturduğu grubun zamanla büyümesi, doğal sürecin sonucunda evlenmesi ve sonrasında da çocuk sahibi olmaya başlamasıyla ikinci jenerasyonun gelmesi kaçınılmazdı. Bu noktada işin güzel ve bir o kadar da ilginç tarafı, aynı sınıfta okumuş aynı yaşlarda grubun 4 elemanının 2'sinin 2002'de 4 gün arayla, 2'sinin 2006'da 1 hafta arayla evlenmesi sonrasında sanki ayarlamış gibi 2008 yılını çocuk sahibi olmak için seçmesi...

Evlenme sırası Şafak/Neşe, Murat/Çiler, Hakan/Berçem ve Özgür/Nilüfer şeklindeydi, çocuk sahibi olma sırası da aynı şekilde olabilirdi aslında ama Murat/Çiler çifitinin Meriç'i bu noktada biraz mızıkçılık yaptı ve Şafak/Neşe çiftinin Teoman'ını (25 Mayıs) daha fazla bekleyemedi ve ilk sırayı burun farkıyla da olsa kaptı (21 Şubat). Bu değişikliğin dışında evlilik sırasına göre çocuk sahibi olma sırası aynı sayılır. Şafak/Neşe'nin Teoman'ından sonra Hakan/Berçem çiftinin Eren'i (27 Ekim) jenerasyonun 3. halkasını oluşturdu ve şu anda da (şimdilik) son halkamız yolda, Özgür/Nilüfer çiftinin henüz adı konmamış oğulları. Özellikle Matrix Regeneration diye adlandırmamızın sebebi tahmin edilebileceği gibi 2. jenerasyonun da şu an için erkeklerden oluşmuş olması. Dışarıdan bakanlar için bu tabirdeki "Regeneration" benzetmesi tamam da, Matrix ne alaka diye soracak olurlarsa, o da biraraya geldiklerinde kaç yaşına gelmiş (ya da gelecek) olurlarsa olsunlar, hayatın onları sürüklediği konum / statüler ne olursa olsun sanki lise yıllarına dönmüşçesine birbirleriyle şakalaşan ve Kocamustafapaşa'da bir sokakta birbirine doğru havada süzülen tekmelerin ardından "karambol"lerinin Matrix olarak da tanımlamaya başlayan grubun ikinci kuşağının da kaçınılmaz olarak karambollerin devamını getirecek olmalarının inancı.

Her ne kadar şu an için 10, 7 ve 2 aylık da olsalar görünen o ki ikinci kuşak da babalarının temel özelliklerini taşıyorlar. En büyük umudum onların da tıpkı babaları gibi şanslı olmaları ve babalarının yaşadığı bu büyük arkadaşlığı kendi adlarına da devam ettirmeleri. Bizler en azından biliyoruz ki, doğuştan böyle bir olasılığa sahip olmaları bile bir şans. Gerisini getirmek onlara kalacak.

* Matrix Regeneration benzetmesi Teoman'ın babası Şafak'a aittir.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Kısa Kısa

Bitmek tükenmek bilmeyen Atina günlerimin iyice bunaltması nedeniyle hiçbir şey okumak, hiçbir şey yazmak, hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Şu andaki tek hedefim buradan mümkün olduğunca çabuk kurtulmak ama bu da benim elimde değil, adamların keyfinin gelmesini bekliyoruz. Bloga bu kadar ara vermek hoşuma gitmedi, o nedenle aklımda olan bazı şeyleri kısa kısa geçmek istiyorum.

- İlk gündem maddemiz, Yunanlar ve çalışma şevkleri konusu. Bir millet çalışmamak için bu kadar bahaneyi nasıl üretiyor anlamıyorum. Her hafta bir gün grev yapıyorlar, zaten yarım gün gibi çalışıyorlar, ona da çalışmak denirse. Bundan sonra birisine beddua etmek için işin Yunanistan'a düşer inşallah diyeceğim.

- İkinci gündem maddemiz, aslında en önemlisi oluyor, grubumuzun en yeni üyesine hoşgeldin diyoruz. Aslında babalarından izin alıp erkekler grubumuzun artık üçlenen erkek çocukları hakkında bir yazı yazmak istiyorum. Bundan sonra yolda olan dördüncü bebeğimizin de erkek olması gerekir artık... Hoşgeldin Eren :) Umarım benim babanla olan arkadaşlığımızı siz de Meriç ile devam ettirirsiniz.

- Geçen akşam hangardan çıkmış arabaya yürürken "hava da amma soğudu" diye düşündüğümü, sonra da neredeyse Kasım'a geldiğimizi ve yazın ortasından beri aralıklarla da olsa Atina'da olduğumu farkettim. Yuh demek istiyorum sadece.

- Son 2 haftada tek sayfa kitap okumadım ama okuyacağım kitap belli. Blogumun başlığı olan Hitchhiker's Guide to the Galaxy (Otostopçunun Galaksi Rehberi) serisinin ikinci kitabı olan Evrenin Sonundaki Restoran'a yıllar sonra başlıyorum. Serinin ilk kitabını ingilizcesinden okuduktan sonra hemen internetten tüm serinin tek ciltli halini satın alıp Şafak ile Amerikadan getirtmiştim ama taktik hatası yaptığımı sonradan anlamıştım. Kitap 3-4 kilo ağırlığında ve yüzlerce sayfa olduğundan sadece evde okuma şansı oluyordu. Toplu ulaşım araçlarında kitap okuyan birisi olarak benim için iyi bir kitap formatı değildi ve yıllardan sonra geçtiğimiz aylarda tüm seriyi türkçe olarak ve ayrı ayrı kitaplar halinde aldım (ilgilenenler için, Türkçesinin de tek ciltli versiyonunu yapmışlar). İlkinden aldığım zevki serinin geri kalanından da alacağıma eminim. İzlenimlerimi paylaşırım.

- Meriç emeklemeye başlamış ve ben hala göremedim...

9 Ekim 2008 Perşembe

Kitap Eleştirileri : "Köşeye Kıstırmak" ve "Görünmez Canavarlar"

Geçtiğimiz günlerde arka arkaya okuduğum 2 kitap hakkında kısa yorumlar.

Birincisi Chuck Palahniuk'dan Görünmez Canavarlar (orj. Invisible Monsters). Geçtiğimiz ay yazdığım bir yazıda bu yazardan ve filme çekilecek olan bir kitabından (Tıkanma, Choke) bahsetmiştim. O yazıdan sonra henüz okumadığım 1-2 kitabını daha okunacaklar listesinde öne aldım ve bunlardan ilki olan Görünmez Canavarlar'ı hızla okudum. Hayatta 2 spesifik konuda yeteneğim olmasını çok istemişimdir her zaman, birisi yazarlık diğeri ise bir enstrüman çalabilmek (spesifik olarak konuşmak gerekirse trompet). Eğer yazar olma şansım olsaydı kesinlikle Chuck Palahniuk gibi yazabilmeyi isterdim, diğer hiçbir yazarda onun dili ve üslubu gibi keskin bir tarz görmedim şimdiye kadar. Popüler kültüre bu denli hakim olması, modern (!) hayatın bize empoze ettiği ve bizi zorla içine sürüklediği yaşam stiline muhalif ve eleştirel tavrı, yaratıcı öykülerinin aynı anda içerdiği gerilim ve mizah duygusu ve yukarıda da bahsini ettiğim kişisel imzasını oluşturan yazı üslubuyla eğer hala okumadıysanız ilk fırsatta keşfetmeniz gereken yazarlardan birisidir Palahniuk.

Görünmez Canavarlar aynı diğer kitaplarındaki gibi popüler kültürün tekdüzeleştirdiği, dış görünüşün ve imajın herşey olduğunu düşünen günümüz kuşağından bir grup insanın öyküsünü anlatıyor. Modellik yapan kahramanımız bir dizi olaylar sonrasında yüzünü kaybediyor (kitaptaki tabiriyle "kuşlar yiyor") ve sonrasında kendini bulma sürecini bize anlatıyor. Bu süreçte güzelliğini kaybettiği için onunla ilişkisini kesen nişanlısı, gizemli ve karizmatik bir güzel, beraber modellik yaptığı ama onun güzelliğini kıskanan en yakın arkadaşı, AIDS'den ölmüş abisi, abisinin cinsel kimliği nedeniyle yaşamları değişen anne babası gibi her biri birbirinden ilginç karakterlerle ilişkilerini görüyoruz. Kitap çok eğlenceli, akıcı ve aynı zamanda düşündürücü, her sayfada ayrı bir büyük lafla karşı karşıya geliyorsunuz. Palahniuk'un aile ve tanrı arasındaki kurduğu benzetmeler özellikle dikkat çekici. Mutlaka okunması gerekenler listesine sadece bu kitabı değil, Palahniuk'un tüm kitaplarını koyun derim (ama ardarda okumayın, hikayeler, karakterler birbirine girmesin).

İkinci kitap ise yine daha önce yazdığım bir yazının devamı niteliğinde. Paul Auster'i keşfetmemin ardından ondan ikinci kitabı da okuyup bitirdim, Köşeye Kıstırmak (orj. Squeeze Play). Kitap, Auster'in yazarlık döneminin başlarına denk geliyor ve sanırım biraz para kazanmak amacıyla yazmış zamanında. 1978 tarihli bu kitap Auster'in diğer kitaplarından içerik olarak çok farklı, bir dedektiflik hikayesi ile karşı karşıyayız. Yazarların veya yönetmenlerin zaman zaman yeteneklerini alışageldik tarzları dışında kullanmaları hep ilgimi çekmiştir. Her zaman gerilim romanı yazan bir yazarın bir sefer aşk romanı yazması veya tam tersi; ya da aynı şeyin sinemada uygulanması gibi. Gerçi Paul Auster bunu iyice ustalaşıp dilini oturttuktan sonra denemek amacıyla yapmamış, daha yazarlığının başında yapmışsa da bana yine de ilgi çekici geldi. Bu düşüncelerle başladığım kitap hakkında iyi yorumlar yapamayacağım, bence türünün çok basit hatta vasatın altında bir örneğiyle karşı karşıyayız. Karakterlerin derinliği üzerinde iyi çalışılmış olması yazarın (o zaman için) gelecekteki kitaplarının karakter açısından başarılı olacağının haberini verse de, ne yazık ki öykünün kendisinin başarısız olması ve olayların akışının tekdüzeliği kitabı vasatın altında tutuyor. Auster okuduğu dedektiflik romanlarındaki dili ve olay sıralamasını türün özelliklerini korumak amacıyla değiştirmemiş ama sonuçta hiçbir özelliği olmayan bir kitap ortaya çıkmış. Kahramanımızın olayları çözmesi bence tamamen bir bomba, kendi kafasından bir senaryo kuruyor, o senaryoya nereden ulaştığını çok iyi anlamıyoruz, işin komiği hiçbir delile dayanmayan bu hipotezlerini şüphelilere yönelttiği zaman hepsi de direkt kendilerini afişe ediyorlar. Aslında bu durum biraz olsun Sherlock Holmes hikayelerinde de vardır, Holmes sahip olduğu tümdengelim muhakeme yeteneğiyle karşılaştığı olayları kendince yorumlar, delilleri kimsenin görmediği şekilde inceler ama sonuçta genel olarak somut verilerle değil de zeka ürünü senaryolarla suçluları yakalar, o adamlar da kendisine yöneltilen suçlamaları sırf olayı doğru anlattığı için hemen kabul ederler, delil göster güzel kardeşim demezler...

Köşeye Kıstırmak özellikle zaman ayırmayı hak eden bir kitap değil bence, yazarının adını kullanan ve benim de bunda bir haksızlık görmediğim bir kitap. Auster hayranı iseniz tabii ki erken yazarlık döneminde giriştiği bu denemeyi okumak isteyebilirsiniz ama önünüzde okunacak başka kitaplar varsa onlarla devam edin.

7 Ekim 2008 Salı

Bir Efsane : Ennio Morricone




Yine çok gecikmiş bir yazıyla daha karşınızdayım. 29 Eylül'de Atina'da izlediğim Ennio Morricone konseri izlenimlerimi ancak yazabiliyorum... Atina ziyaretlerim şu ana kadar iş anlamında çok bir getirisi olmadıysa da kişisel anlamda (şimdilik) iki önemli getirisi oldu; birincisi Leonard Cohen'i canlı izlemek (aslında ben Cohen'in - eğer ölmezse - bir iki sene içerisinde İstanbul'a geleceğine inanıyorum), ikincisi ve açıkçası benim için bir adım daha önemlisi çocukluğumun en önemli bestecisi Ennio Morricone'yi Roma Senfoni Orkestrasını yönetirken ve kendisini ünlü yapan film müziklerini çalarken izlemek oldu.

Ennio Morricone ismini sinefiller zaten biliyorlardır ama bilmeyenler için "İyi, Kötü, Çirkin"in ünlü tema müziğininin bestecisi olduğunu söylersem hemen hatırlayacaklardır. Bizim kuşağımız için bu film bir efsanedir, türünün belki de en etkileyici filmidir, aslında ağır bir filmdir, karakterler koşturup durmaz, çok konuşmazlar, müzikleri inanılmazdır, "İyi" Clint Eastwood'un gençliğini görürüz, "Kötü" Lee Van Cleef'i saygıyla izleriz ve "Çirkin" Eli Wallach'ın filmin komedi unsuru olarak nasıl döktürdüğüne şahit oluruz, ama benim için daha önemlisi yönetmeni Sergio Leone'yi bana tanıtan film olmasıdır. Daha o yaşımda bile yönetmenin adını kenara not ettiğimi ve onun diğer filmlerini görmek için fırsat kolladığımı hatırlarım. Şimdiki gibi internet imkanı yoktu ama çocukluğumuz Allahtan video furyasına denk gelmişti de gerek teyzemlere gerekse halamlara yaptığımız video ziyaretlerinde (gerçekten hatırlıyorum da, video seyredebilmek için annemi zorlardım misafirliğe gitmek için, sonra kuzenlerle video film kiralayan dükkanlara gidip hiç de fena olmayan film arşivlerinden 1 veya 2 tane seçmek için saatler harcardık. Bond filmleriyle o şekilde tanışmıştım, Platoon'u asla unutamam, uzakdoğu dövüş filmlerinin bir dolu salak saçma örneğini izlemiştim, Allahım ben izlerken yorulurdum adamları, adamlar dövüşmekten yorulmazdı, nasıl kurgulardı onlar öyle) Leone'nin Dolar Üçlemesi'nin diğer iki filmi olan A Fistful of Dollars ve For a Few Dollars More'u da izleyebilmiştim. Her biri birbirinden güzel damar westernlerdi ve onların da müziğini Morricone yapmıştı.


Ama ikilinin zirvesi bence Once Upon a Time in America'dır, bu epik film benim Sinema Tarihi'nin En İyi 5 Filmi listesine garanti girecek tek filmdir diyebilirim, diğer pozisyonlara birçok aday çıkar, benim yaşım geçtikçe veya yeni filmler piyasaya çıktıkça listede değişimler olabilir ama bir tek bu film asla listeden çıkmaz. Yazının konusuna odaklanarak devam edecek olursam filmin orjinal müziği benim için çok özeldir, gençlik döneminde almaya başladığım kaset teyplerin ilklerinden birisidir bu soundtrack ve üniversiteye hazırlandığım lisenin son yılı boyunca bana ders çalışırken aylarca eşlik etmiştir. Filmin sahip olduğu hüzünlü havayı oluşturmada ve yansıtmada müziğin önemi çok büyüktür ama hüznü verirken arka planda hep bir umut hissettirir, hüzünlüyken bile bir iyimserlik havası eksik olmaz parçaların her birinde. Benim için en önemli parça ise Deborah's Theme'dir, bu kadar yıldan sonra bile dinlerken hala ilk notadan itibaren tüylerim diken iken olur. Konserde orkestra bu parçayı çalmaya başladığında yüzüme yayılan gülümsemeyi tarif edemem... mutlaka bulun ve dinleyin, hatta tüm albümü bir şekilde bulun derim, bulmakta sorun yaşarsanız haber verin, isteyen herkese bir şekilde ulaştırırım.

Yunanistan'da etkinliklerden haberdar olmak biraz zor. Türkiye'de Biletix'in websitesine girdiğinizde popüler kültürel etkinliklerin yüzde 90'ına ulaşma şansınız vardır (geri kalan etkinlikler de zaten Devlet veya Şehir Tiyatrolarının sitelerinden takip edilebilir), Biletix'in bu konuda bir rakibi yok gibi birşeydir. Burada ise birden fazla bilet satış sitesi var ve her biri ufak tefek, onları bulmak da kolay olmadı, daha çok otobüs duraklarında gördüğüm etkinlik afişleriyle etkinliklerden haberdar olup sonrasında afişin altındaki notlardan sitelerin varlığını öğrendim. Yine böyle bir tecrübe sonrasında Ennio Morricone'nin Atina'ya geleceğini ve iki konser vereceğini görünce günlerin de benim burada bulunmamla çakışması üzerine derhal bilet aldım. Konserin hemen Akropolis'in eteklerinde yer alan antik Herod Atticus Odeon tiyatrosunda yer alacak olması da benim için ekstra bir şans oldu. Gerçi açıkhavaki konser girişimi ilk akşam yoğun yağmur yağışı nedeniyle son dakikada iptal olduysa da, biletlerimizi ertesi güne değiştirmek suretiyle ikinci girişimimde sonuca ulaşabildim. Yağmur yoktu ama hava bayağı soğuktu, o geceyi hastalanmadan atlatmam gerekiyordu yoksa ertesi gün bayram için geleceğim İstanbul'da Çiler beni öldürürdü, Meriç'e de yaklaştırmazdı.

Format olarak bizim Açıkhava Tiyatrosuna benziyor olsa da tarihi bir yapı olmasından dolayı daha dik bir eğimi var Odeon'un. Cep telefonuyla fotoğrafını çektim ama pek kaliteli bir resim olmadı (Tolga bu telefonu hala isteyen yok mu?). Mekanın ön yarı dairesi numaralı biletlerden oluşuyor, arka yarım daire ise numarasız, ilk gelen istediği yere oturur mantığında. 8.15 gibi mekana gidip 9'da başlayacak konser için güzel bir yere oturdum ve insaların yavaş yavaş gelmesini bekledim. Daha önceki izlenimler yazımda belirttiğim üzere Türklerle tamamen aynı mantaliteye sahip bir millet olarak Yunanlar da son dakikada hareket etmeyi seviyorlar. Neyse, 9'u biraz geçe herkes yerleşt, ve 9.10 gibi orkestra yavaş yavaş yerini almaya başladı. Önce orkestranın vokal ekibi sahneye geldi ama ardı arkası kesilmiyordu gelenlerin, kadınlı erkekli tahminim 50 kişi sahnenin arkasına yerleşti. Sonrasında asıl orkestra sahneye geldi, klasik bir senfoni orkestranın tüm elemanları vardı, ayrıca elektro gitar ve org da bu orkestranın enstrümanlarından bir kısmını oluşturuyordu. En sonunda sahneye artık 80 yaşına gelmiş olan efsane Ennio Morricone geldi, yaşına göre (en azından benim bulunduğum yerden) oldukça dinç görünüyordu, tanımayan birisine sorsanız 60 falan der herhalde.

Konser çok başarılıydı, Morricone filmlere yaptığı müziklerden birer demet sundu, Bir Zamanlar Amerika, İyi Kötü Çirkin, Bir Avuç Dolar İçin, Mission'dan örnekler sundu. Seyirci normal olarak İyi Kötü Çirkin'in tema müziğinde bir ünlem kopardı. Yaklaşık 2 saat süren konser bislerle devam etti ve herkes konserden yüzünde bir gülümsemeyle ayrıldı. Ben de bir çocukluk kahramanımı ve kişisel en iyi film ödülüme sahip filmin havasına en ciddi katkılardan birisini yapan kişiyi canlı izlemenin mutluluğuyla mekandan ayrıldım.

REM konserinden çıkıp eve gelip ayakta bebek sallamak yaşlandığımızın bir işareti midir?

Gerek Yunanların çalışmamasını gerekse Ramazan Bayramını fırsat bilerek İstanbul'a geldiğim haftasonu REM konserini de aradan çıkartma şansım oldu. Aylar öncesinden aldığım biletleri yakmayacağımdan ve REM'i Boğaz'da görme fırsatını da gözardı edemeyeceğimden gerekirse cebimden uçak bileti parasını verip Atina'dan İstanbul'a gelmem gerekecekti ama bayramla birleşince şirket sağolsun anlayışla karşılamış oldu İstanbul ziyaretimi.

Konser hakkında Murat Yılmaz'ın (aka Midget) yazısını bu yazıya ek olarak okuyabilirsiniz, onun bahsini etmediği noktaları ele alacak olursam; öncesindeki günlerin aksine çok güzel bir sonbahar akşamı yaşadık 4 Ekim gecesi İstanbul'da, gecenin 10'unda bile sıcak bir hava, açık bir gökyüzü vardı, Boğaz'ın kenarındaki Turkcell Kuruçeşme Arena'yı her anlamda tam kapasitesiyle yaşamış olduk, konser öncesi Ortaköy'de buluşmak, mekana kadar güzel havada yürüyüş yapmak, REM sahneye çıkmadan önce sahil kenarında boğaz manzarasında yakın arkadaşlarla sohbet ve aynı rutini konser sonrasında da tekrarlamak.

Mekana girdiğimizde Mor ve Ötesi çalıyordu, daha önce (sanırım) hiç canlı izlememiştim onları ama şarkılarını dinlerken ses sisteminden şüphelendim, o kadar kötü geliyordu ki müzikleri onlara değil ses sistemine yakıştırdım bu vasatlığı, hatta REM sahneye çıkana kadar içimde bir acaba kaldı. REM çıkınca anladık ki olay sistemden değilmiş, üzüldüm Mor ve Ötesi gibi adı bu kadar ön planda olan bir grubun performansının bu kadar kötü olmasına.

REM seyirciye saygısınndan zamanında sahneye çıkarak daha ilk anda beğenimizi kazandı açıkçası. Sabah NTV'de Banu Güven'le yaptığı röportajdan gerek Micheal Stipe'in gerekse diğer üyelerin tevazularına şahit olmuştum ve çok etkilenmiştim zaten. Röportajın bir noktasında Güven Stipe'a "bu aralar hangi kitapları okuyorsunuz?" diye sordu, Stipe hiç rahatsız olmadan lise mezunu olduğunu ve gurur duymasa da pek kitap okumadığını daha çok dergi okuduğunu söyledi. Hayata karşı muhalif tavrından, sosyal olaylara karşı sorumlu kişiliğinden onun böyle bir cevap vermesi ilginç geliyor en başta ama bu kadar komplekssiz bir insan olması hemen sarsıyor insanı. Midget'ın da bahsettiği gibi normal hayatında sıradan görünen (belki de gösterişten uzak durmak için özellikle uğraşan) birisinin sahneye çıktığında dönüştüğü kişilik ise hayranlık uyandırıcıydı. Bir erkeğin böyle güzel ve özgün dans figürleri sahnelemesi ve bunu da kendisine yakıştırması enderdir (ben bir de Jamiroquai'in solisti Jason "Jay" Kay'e yakıştırıyorum dansı, onun da kendine özgü bir stili vardır). Playlist açısından kimsenin gözü açık gideceğini zannetmiyorum, 28 yıllık bir grup olarak yaptıkları ondan fazla albüm ve onlarca şarkıdan elbette bazı insanların istedikleri çalınmamış olabilir (benim keşkem Shiny Happy People idi) ama seyirci biraz olsun coşkulu ve istekli olsaydı eminim o eksiklerden bir iki tanesini daha yaptırılabilecek bir biste dinleme şansı bulabilirdik. REM sahnede ne kadar başarılıdıysa seyirci de bence o kadar başarısızdı. Arenayı dolduran yaklaşık 10 bin kişi tamamen "seyirci" konumundaydı ve grup seyirciyi ne kadar uyarmaya çalışırsa çalışsın bir türlü etkileşime geçemedi. Konser sonrası medyayı takip etme şansım olmadı, o yüzden REM herhangi bir yorumda bulunmuş mu bilmiyorum ama bence onlar da pek hoşlanmadı seyirciden diye düşünüyorum. "Bis"imsi bir hareket sözkonusuydu ama ilk defa öyle birşey gördüm, bir hoşçakalın bile demeden sanki su içmeye gidermiş gibi arkaya gittiler ve hemen geri geldiler, meğerse o bismiş. Biste de birkaç şarkı söylediler ve kapanışı her zaman yaptıkları gibi (bkz. Kanat Atkaya'nın yazısı) Man on the Moon ile yaptılar. Micheal Stipe kendisini ve grup arkadaşlarını tanıttı ve konser bitti. Normalde bu noktada seyircinin birkaç dakika alkış yapıp grubu çağırması gerekirdi ama herkes arkasını dönüp çıkışa yöneldi, çok az insan bis alkışı yapmaya çalıştı ama çoğunluğun dışarıya yönelmesi nedeniyle o çaba da boşa gitti. Hatırlıyorum, yıllar önce Caz Festivali kapsamında Açıkhava'ya gelen Lou Reed'i bise çıkartmak için aralıksız 10 dakika alkışlamak zorunda kalmıştık ve buna değmişti. Eminim REM de kendileri için yapılacak birkaç dakikalık bis alkışından çok memnun kalır ve klasiklerinden birkaç şarkıyı daha sona sıkıştırırdı.

Konserle ilgili bir gözlemim de herkesin gece klübü havasında takılmasıydı, konser öncesi neyse ama konser sırasında bile devamlı bir hareketlilik vardı, insanlar sağa sola gidip geldiler, bira almaya gidenler yüzünden konser zevkimiz piç oldu, bir de hemen yakınımızda yer alan Virgin Radio Lounge'undan gelen bir uğultu vardı ki bitmek bilmedi. İnsanlar REM'i izlemeye değil de bir bara arkadaşlarıyla muhabbet etmeye gitmiş gibilerdi. Zaten etraftaki insanların çoğundan sırf REM konserine gitmiş olmak için geldikleri gibi bir izlenim edindim, ertesi gün ofis arkadaşlarına falan hava atacaklardı herhalde. Bizim konseri izlediğimiz noktaya odaklanacak olursam, hemen önümüzde 1.90'lık ensesi kalın bir ızbandut, hemen arkamızda "yerim seni" nidaları eksik olmayan iki teenager kız ve bulunduğumuz yerin yolgeçen hanı olduğunu varsayarak oradan geçip duran onlarca insanın ortasında izledik konseri. Çok sevdiğim bir deyiş vardır, "Ne kadar iyi anlatırsan anlat, anlatabildiğin karşındakinin anlayabildiği kadardır", bu cümle bu konsere de uyarlanabilir diye düşünüyorum, REM'in anlattıklarını tam alamadık sanki. REM muhalif tavrını şarkılarının yanı sıra şarkı aralarındaki kısa konuşmalarında da yansıttı ve ABD'nin mevcut politikalarından rahatsız olduğunu ve Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimiyle bunların değişeceğini umduğunu söyleyerek Obama'ya alkış istedi. Kişisel yorumum, muhalif Amerikan sanatçı takımının Obama'dan çok fazla şey beklediği yönünde, başkan olduğu zaman ciddi değişiklikler yapabileceğini zannetmiyorum, o da sistemin bir parçası olmak zorunda kalacak, aksi halde o pozisyonda uzun süre barındırmazlar.

Şimdiye kadar söylediğim şeylerin çoğu olumsuz gibi oldu biliyorum ama tüm bunlara rağmen tekrar söylemek isterim ki konser çok başarılıydı, harika bir sahne performansı izledik, Stipe'ın sahne karizması nasıl olur dersine mahzur olduk ve bir efsaneyi İstanbul'da Boğaz kenarında izleme şansını yaşadık. Benim için konserin tepe noktası It's the end of the world as we know it'i söyledikleri andı, Man on the Moon ile kapanışı yapmaları ise çok şık bir seçimdi. Son olarak, REM'in İstanbul'a gelmesi ekstra bir referanstır şehrimiz için ve önümüzdeki sene daha da çok ismin, grubun buraya gelmesini bekliyorum açıkçası.

Merak edenler için konserin playlisti sırasıyla aşağıdaki gibiydi :

living well is the best revenge; so fast, so numb; what's the frequency, kenneth?; drive; man-sized wreath; ignoreland; disturbance at the heron house; hollow man; the great beyond; electrolite; sweetness follows; bad day; horse to water; (don’t go back to) rockville; she just wants to be; one i love; fall on me; nightswimming; let me in; i’m gonna dj; imitation of life; orange crush

Bu noktada bahsini ettiğim bisimsi ara ve sonrasında :

supernatural superserious; losing my religion; walk unafraid; it's the end of the world as we know it (and i feel fine); man on the moon

Konserin ardından eve gelip Meriç'i uyutmak için ayağımda sallarken bir an olayın komikliğini farkettim, artık gerçekten büyüdük sanırım. Bir sonraki hamlemiz Meriç'i koserlere götürmek olacaktır herhalde ki, tahmin edebileceğiniz gibi Ortaç familyası bunun için fazla beklemeyecektir, tahminim 2011 Rock'n Coke festivaline (eğer devam ederlerse) Meriç'i de kulağında gürültü önleyici kulaklıklarla götürürüz. Ağaç yaşken eğilir ne de olsa.

3 Ekim 2008 Cuma

Atina'dan İzlenimler

İş nedeniyle şu ana kadar birçok yere gitme fırsatım oldu ama bloga başladığımdan bu yana sadece Atina'ya gelme şansı bulabildiğimden hiç gezi yazısı yazmamıştım. Aslında buradaki işim bitene kadar yazmayı planlamıyordum, herşeyi bitirip İstanbul'a döndükten sonra genel bir yazı yazacaktım ama Midget'ın ısrarı nedeniyle yüzeysel bile kaçacak olsa bir Atina yazısı kaçınılmaz oldu :)

Aslında yukarıda söylediğim biraz bahane gibi oldu, söyleyecek birşeylerim olsaydı çoktan birşeyler karalamış olurdum herhalde. Bu göreve (iş, görev diyip duruyorum, ne olduğunu söyleyeyim de gizli veya egzantrik birşeyler yaptığım zannedilmesin; Onur Air filosuna katılması planlanan bir A300-600 uçağının teslim alımı için buradayım, uçak şu anda mevcut operatörü Olympic Airlines'ın hangarında bakımda) gelmekle ilgili ihtimal belirdiğinde gerçekten heyecanlanmıştım. Öncelikle tarihi eserler açısından çok zengin olarak bilinen bir yere gelecektim ne de olsa, müzeler içerisine sıkıştırılmış "tarihi" eserler ilgimi çekmiyor (bu müze yorumum tarihi eserler için geçerli, sanat eserleri için değil, dikkat), camekanların önünden yürüyüp içlerine yerleştirilmiş küçük heykeller, testi parçaları, birkaçyüz önce kullanılmış alet edevatlar daha büyük bir resmin parçası değilse soğuk geliyor bana, onun yerine eğer hala korunmuşlarsa orjinal yerleşim yerlerinde gezmek tercih sebebidir. Ayrıca, Yunanistan'a geliyor olmanın (daha önce Özgür ile Bodrum'dan günübirlik bir Kos gezimiz olmuştu ama o sayılmaz) Türk-Yunan ilşkilerini birinci elden tecrübe etmek gibi bir avantajı da olacaktı.

Tarihi yerlerin ziyareti ileride yazacağım bir yazıya konu olacak, çünkü burada geçirdiğim zaman diliminde henüz bu tip yerlere gitmedim, insan yalnız gitmek istemiyor, ben de Mehtap'ın buraya gelmesini bekliyorum (kızkardeşim olur kendisi, o da Onur'da çalışıyor ve iş için o da kısa bir süre için Atina'ya gelecek), onunla beraber gezmeyi planlıyorum. Geri kalan konulardaki gözlemlerimi aşağıya madde madde yazıyorum :

- Bu gezimde de iyice farkettim ki, beni daha çok yaşam stilleri olan şehirler etkiliyor, Atina gibi sadece bazı tarihi eserlere fazlasıyla dayanmış, Abu Dhabi ya da Dubai gibi gereğinden fazla yapay veya Bangkok gibi "otantik" uzakdoğu şehri yaftasının altında üzücü bir şekilde batılaşmış şehirler hep bir umutla, heyecanla başladığım ziyaretlerimin hayalkırıklığıyla sonuçlanmasına neden oldular. Bu konuda İstanbul, New York ve Paris şu ana kadar gördüğüm en iyi yerler diyebilirim. Daha Londra'yı görmedim ama oradan da çok umutluyum, bir de İspanya ve İtalya'ya daha gitmedim ama oraları konusunda çok özel bir beklentim yok, bekleyip göreceğiz.

- Türkler ve Yunanlar birbirine benzemiyorlar, aynılar. Açıkçası çok şaşırdım, benzediğimizi tahmin ediyordum ama bu seviyede olacağını beklemiyordum. Bir kere tip olarak benziyoruz, yan yana geldiğinizde kimin Türk kimin Yunan olduğu kolay kolay anlaşılmıyor. Avrupa'nın geri kalanına gittiğinizde turist olduğunuz neredeyse hemen anlaşılır ama burada (ki o kadar turistik bir yer olmasına ve devamli turistlerle içiçe olmalarına rağmen) herkes benimle Yunanca konuşmaya başlıyor. Dillerimiz farklı bile olsa konuşma tarzları, tonlamaları o kadar benzerki, burada geçirdiğim o kadar zamandan sonra bile neredeyse her gün yolda yürürken biraz uzakta konuşan iki insanın konuşmasını duyunca Türkçe mi konuşuyorlar acaba diye kulak kabartıp Yunanca konuştuklarını şaşkınlıkla farkediyorum.

- Dediklerine göre Yunanistan dışında yaşayan Yunan nüfusu burada yaşayanlardan daha fazlaymış. Özellikle ABD ve Avustralya'daki popülasyon ciddi bir kitle oluşturuyormuş oralarda. Melbourne'un tamamı Yunan diyorlar :) Yunanistan'ın kendi nüfusu ise yaklaşık 11 milyon civarında. İstanbul bile tek başına Yunanistan'ın tamamından daha kalabalık. Kadir Topbaş Karamanlis'ten daha çok insanı yönetiyor düşünsenize...

- Türklere yaklaşımları çok sıcak. Türk olduğumu duyan neredeyse herkesin yüzünde samimi bir gülümseme gördüm. Yüzlerce yıl Osmanlı egemenliği altında yaşamış bir ülke olarak Türkiye (ve Türkçe) yaşamlarının bir parçası olmuş ama mevcut bağlarının asıl nedeni gerek Kurtuluş Savaşımız sırasında gerekse 1950'li yıllarda özellikle İstanbul'da meydana gelen şiddet olayları sonrası Türkiye'den Yunanistan'a göçmek zorunda kalmış önemli bir kitlenin geçmişini unutmak istememesinin de etkisi var.

- Ülkenin her yerinde sigara içiliyor, inanılmaz birşey. Türklerin çok sigara içtiğini düşünüyorsanız bir de Yunanistan'a gidin derim. Sigara içilmeyen bir alan yok gibi birşey, havaalanlarında bile güya sigara içme alanı yapmışlar ama sadece açık bir banko ayarlamışlar o kadar, hemen yanında siz yürümeye devam ediyorsunuz. Taksi şöförlerinin çok az bir kısmı sigara yakmadan önce size rahatsoz olup olmayacağınızı soruyor, geri kalanı direkt yakıyor. Son olarak şunu söyleyeyim, uçak bakım hangarında bile sigara içildiğine şahit oldum.

- Bildiğiniz gibi Yunanistan Avrupa Birliği üyesi (hatta birliğin 6. üyesi imiş) ve sahip oldukları Avrupai havanın, gelişmişliğin asıl nedeni sahip oldukları Yunan medeniyetinin devamını getirmeleri değil, Birliğin sağladığı mali yardımlar diye düşünüyorum. Hiçbir şey üretmiyorlar, tembeller, Antik Yunan medeniyetine sahip olmalarının herşeye yeteceğine inanıyorlar, sadece turizm ile bu işi götürebileceklerini düşünüyorlar, bir de büyük miktarlarda arazi satıyorlar. Özellikle bu arazi satışı olayından son yıllarda normal halk büyük miktarlarda para kazanmış ve herkesin altında lüks arabalar görüyorsunuz. Arazileri daha çok Britanyalılar ve Almanlar alıyor ve emekliliklerinde kullanıyorlar. Yunan adaları Britanyalılarla dolu ve Almanlar büyük büyük siteler yapıyorlar.

- Yunanistan'ın Avrupa Birliği'ni nasıl sömürdüğünü ve Avrupalıların onlarla nasıl başedemediğini görünce (kurallarla istedikleri gibi oynuyorlar) dini faktörleri gözardı etsek bile ekonomik açıdan Türkiye'yi AB'ye almalarının mümkün olmadığını daha iyi anlıyorum. 70 milyonluk nüfusuyla "cin" Türkiye AB'nin kaynaklarını kurutacağı çok açıktır ve adamların 50 kez düşünmesini de normal karşılamak gerekir bence. Sadece Yunanistan gibi bir ülkenin AB'de yer alarak kazandığı hakları ve refah seviyesini görünce insan gıpta etmeden duramıyor.

- Gıpta etmek deyince, Atina'nın denizi çok güzel ve temiz. İzmir'i çok iyi bilmiyorum ve şehir içerisinden denize girme şansı var mı emin değilim ama Atina merkezine sadece 15 dakika mesafede yer alan (bizim Florya eşdeğeri) sayfiye yerlerinde bulabileceğiniz temiz sahillerden gireceğiniz deniz kumluk, dalgasız ve çok temiz (en azından görünürde). Belki Atina'nın eşdeğeri İstanbul olarak adlandırılamayabilir ama yine de içinden deniz geçen bir şehir olarak İstanbul'un bu değerden faydalanmaması çok üzücü. Kendi halkının hayatına katacağı yaşam kalitesinin yanı sıra turistik açıdan da ciddi bir katma değer olarak turizmcilerimiz tarafından değerlendirebilir.

- Alakasız bir tespit olacaksa da Atina'da gördüğüm taksiler arasında Skoda Octavia'ların sayısı bayağı fazlaydı. Şimdiye kadar gördüğüm, taksi için seçilebilecek en iyi araç diye düşünüyorum (Mercedesleri saymıyorum, onlar biraz iddialı kalıyorlar), geniş bir iç hacmi ve ondan da geniş bir bagaj kapasitesi var. Zaten otellerde çok fazla bagajı olan gruplara taksi isterken duraklardan direkt octavia gönderin şeklinde talep yapıyorlar.

- 2004 olimpiyatları Atina'ya çok şey kazandırmış, yepyeni yollar, sadece 3 hattan oluşuyor gibi gözüksede Atina'ya fazlasıyla yeten bir metro ağı, mevcut havaalanı ve yenilenmiş yüzlerce otel. Bunların yanına bonus olarak olimpiyatlarda kullanıldıktan sonra bomboş bekleyen onlarca spor kompleksini ekleyebilirsiniz. Milyar dolarlar harcanmış ama onun da önemli bir kısmı AB kaynaklı imiş ve sonuşta Atinalıların yaşam kalitesinin yükselmesini sağlamış.

Yunanlar bu şekilde çalışmaya devam ederlerse benim orada geçireceğim daha uzun bir zaman dilimi var demektir. Gözlemlerime önümüzdeki günlerde devam edebilirim.

27 Eylül 2008 Cumartesi

A boy named Sue

"... Babam evi terkedip beni ve annemi yokluk içinde bıraktığında henüz üç yaşındaymışım. Ondan geriye sadece şu eskimiş gitar ve bir de boş içki şişeleri kalmış. Şimdi geriye dönüp baktığımda kaçıp gitmiş olmasını dert etmiyor veya onu suçlamıyorum ama gitmeden önce yaptığı şu acımasız şey yok mu asla affedemiyorum, adımı "Sue" koymuş şerefsiz.

Herhalde çok komik olduğunu düşünmüştü - ki gerçekten de birçok kişiye kahkaha malzemesi olmadı değil adım. Anlaşılan tüm hayatım boyunca bu konuda mücadele etmem gerekecekti. Bazıları adımı duyduğunda çok da gizleme gereği duymadan kıkırdamaya başlardı ve ben kıpkırmızı olurdum, bazıları ise kahkahayı koparırdı işte onların kafalarını duvara çarpardım. Size söylüyorum işte, adı Sue olan birisi için hayat hiç de kolay olmuyor dostlar.

Yıllar çabucak geçti ve ben de bu geçen yıllarda sertleştim ve "sağlam" bir herif olup çıktım, ayıptır söylemesi yumruklarım balyoz, anlayışım ise zehir gibiydi artık. Bir şehirden diğerine yolculuk edip durdum utancımı gizlemek adına ama ayın ve yıldızların üzerine yemin ettim, bana bu ismin veren o adamı hangi delikte olursa olsun bulup öldürecektim.

Geçtiğimiz Temmuzun ortalarında o anki durağım olan bir kasabada kurumuş boğazımı serinletmek için bir bara yollandım. Allahın unuttuğu çamurlu bir sokağın dibindeki bu barda işte bana "Sue" adını koyan kokuşmuş, uyuz itoğluiti bir masada otururken gördüm. O yılanın babam olduğunu, annemin sakladığı yıpranmış bir resimden anladım, kem gözleri hiç değişmemişti. Yılların omuzlarına getirdiği yük kamburundan belli oluyorsa da hala yapılıydı, saçları iyice kırlaşmıştı; orada durmuş onu keserken kanımın çekildiğini hissediyordum, sonunda kendimi toparlayıp yanına yaklaşıp kendimi tanıttım, "Nasılsın dostum, benim adım Sue! Ölmeye hazırlansan iyi olur doğrusu"

Öyle bir oturttum ki alnının ortasına sandalyesinden yuvarlanıp yere kapaklandı, ama öyle hızlı kalktı ki yerinden ben daha ne olup bittiğini anlayamadan nereden çıkarttığını kestiremedğim bıçağıyla kulağımın bir kısmını almıştı bile. Boş durmadım tabi, aldığım gibi sandalyelerden birisini dağıttım dişlerini. Sarmaş dolaş bir şekilde birbirimizi duvara çarptık, oradan kapının dışına yuvarlandık; çamurun ve biranın ve kendi kanımızın karıştığı salyasümükle birbirimizi tekmeliyor, yumrukluyor, gözümüzü oymaya çalışıyorduk.

Aslına bakarsanız o adi heriften daha sağlam adamlarla çok kapışmıştım ama bu herif de az değildi hani, katır gibi tepiyor, timsah gibi ısırıyordu. Savurduğum yerde yatarken adamın güldüğünü ve sövdüğünü duydum, aynı anda silahına yöneldi ama ben herifçioğlundan daha hızlı davrandım. Silahım suratına doğrulmuşken adam sakince oturmuş bana gülümseyerek bakıyordu.

İkimiz de öylece dururken bana dedi ki : "Oğlum, hayat zor ve acımasız, eğer bu savaştan ayakta çıkmak istiyorsan senin de sert olman gerekir. Bense tüm bu süreçte destek olmak adına yanında olamayacağımı biliyordum. İşte o yüzden sana bu ismi verip hoşçakal dedim. Biliyordum ki ya çelik gibi sert olacak ya da ölecektin, şimdi gururla söyleyebilirim ki sanırım bu kadar sağlam olmanın nedeni adın."

Konuşmasını sürdürdü : " Benimle yaptığın şu kavga inanılmazdı ve açıkça görebiliyorum ki benden nefret ediyorsun ve ölmemi istiyorsun, işin doğrusu şunu ki yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Ama beni öldürmeden önce teşekkür etmen gerektiğine inanıyorum, ne de olsa sana "Sue" adını koyan orospu çocuğu benim."

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım, orada öylece kalakaldım ve silahımı indirdim. Ben ona baba dedim, o bana oğlum, işin sonunda ise çok farklı bir bakış açısıyla çıktım. Hala arada sırada düşünürüm onu, ne zaman birşeyler başarmaya çalışsam ve başarsam. Ama bir gün oğlum olursa sanırım ona Bill veya George adını vereceğim, herhangi bir ad olabilir ama kesinlikle Sue değil! O isimden hala nefret ediyorum..."


Kısa bir süre içerisinde "Ağır Abiler" serisine konu olacak Johnny Cash'in çok sevdiğim bir şarkısının sözlerini ingilizceden türkçeye çevirdim ama düz yazıyı tercih ettim ve öyküleştirmeye çalıştım. Umarım güzel olmuştur...

23 Eylül 2008 Salı

Karanlığı Taramak'tan

En sevdiğim bilimkurgu kitaplarından birisidir Philip K. Dick'in Karanlığı Taramak'ı (orj. A Scanner Darkly). Birkaç yıl önce filme de çekilmişti ama hala izleyemedim, Keanu Reeves, Winona Ryder falan oynuyordu yanlış hatırlamıyorsam. Sıkıntıdan bilgisayarımın derinliklerini gereksiz dosyalardan temizlerken yıllar öncesinde aldığım notlara, dosyalara ulaştım. Notepadlerden birisine bu kitaptan aşağıdaki metni alıntılamışım. Çok hoşuma gitmişti zamanında, şimdi tekrar görmek hoşuma gitti, sizinle paylaşayım dedim. Kitaptan hatırladığım bir tane daha bölüm var, kafaları iyi olan kahramanlarımızın bisiklet vitesi konusunda yaptıkları bir geyik vardır ki, şimdi düşününce tam Quentin Tarantino filmlerinde görebileceğimiz tarzda bir parçadır. Filmde o sahne var mıdır bilmiyorum ama bilimkurgu seviyorsanız Karanlığı Taramak iyi bir örneğidir, tavsiye ederim.

"...Bir zamanlar tanıdığı, Tanrıyı gören birini düşündü Donna. Bir asit uçuşundan sonra, geçmişe yolculuk halinde Tanrıyı görmüştü, yüksek dozlarda suda eriyen vitaminlerle deneyler yapıyordu. Beyindeki sinirsel ateşlemeyi geliştirmesi, hızlandırması ve senkronize etmesi gereken ortomoleküler formülle. Ama yalnızca zekasının artması gerekirken, Tanrıyı görmüştü. Bu tam bir sürpriz olmuştu... Tanrıyı gördükten sonra kendini gerçekten çok iyi hissetti, bir sene kadar. Ve arkasından çok kötü hissetmeye başladı. Daha önce hiç olmadığı kadar. Çünkü bir gün bir daha asla Tanrıyı göremeyeceğini anlamaya başladı; geri kalan yaşamının tümü boyunca, on yıllarca, belki elli yıl boyunca yaşayacak, ama her zamankinden farklı bir şey görmeyecekti. Hepimizin gördüğü dışında yani. Tanrıyı görmemiş olsa olacağından daha kötü durumdaydı artık..."

21 Eylül 2008 Pazar

West Side Story


Yine Atina'dayım. Yunanların aşırı öne çıkan Akdeniz kimliği nedeniyle işler bir türlü yürümeyince mantıken çok önce bitmiş olması gereken bakım süreci hala devam ediyor. Devlet şirketi olmasının da etkisi var bu sürecin uzunluğunda, kimse sorgulamıyor nasıl olsa.

Bu seferki ziyaretimin sahne sanatları açısından bana getirisi Batı Yakası Hikayesi'ni izlemek oldu. Ünlü müzikalin 50. yıl (ilk gösterisi 1957'de olmuş, inanılmaz) kutlamaları çerçevesinde bir dünya turu planlanmış ve bunun bir bacağı olarak da Atina'da yaklaşık 20 gün boyunca sahneye çıkıyorlar. Ben de bu fırsatı değerlendirip izleyeyim dedim.

Oyun Badminton Theatre adlı bir mekanda sahnelendi, anladığım kadarıyla Atina'nın AKM'si olarak adlandırılabilecek bir yer ama daha güzeli. Anfi tiyatro (ne de olsa Antik Yunandan gelen bir alışkanlıkları var) şeklindeki salon büyük sahnesi, kaliteli ses sistemi, rahat koltukları ve ferahlatıcı atmosferi ile (size de oluyor mu bilmiyorum ama ne zaman AKM'ye gitsem ışıklandırmadan mıdır, balkonların salona verdiği basıklık etkisinden midir nedir içim biraz sıkılır) iyi bir gösteri merkezi olarak sınıflandırılabilir.

Müzikal hakkında görüşüm ise vasatın üzerinde olduğuydu. Aslında tam beklediğim gibiydi, kafamdakilerin üzerine çıkamayınca ister istemez ben bunu görmüştüm hissine kapılıyor insan. Gerçi bol Oscar almış film versiyonunu izlemedim, oyunu da daha önce görmedim (İstanbul Devlet Opera ve Balesi sahnelemişti halbuki) ama belki de popüler olmasının getirdiği her yerde bir parçasını görmüş olmam etkili olmuştur. Aslında bir uyarlamasını gördüm diyebilirim. Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ı hatırlarsınız filme çekilmesinden sonra bir de dans tiyatrosu eserine uyarlanmış ve hatta müziklerini Fahir Atakoğlu yapmıştı. Kitabı okumadım, filmi de izlemedim (Mustafa Altıoklar'ın çektiği filmlere kılım da) ama oyununu izledim işte. Üzerinden yıllar geçtiği detayları çok net hatırlamıyorum ama beğendiğimi hatırlıyorum. Daha sonra oyunu Broadway'e de götürüp Doğu Yakası Hikayesi adıyla sahneleyeceklerdi ama takip edemedim ne oldu, ne yaptılar diye. Dün Batı Yakası Hikayesi'ni izlerken işte Ağır Roman'ı hatırladım, hafızam beni yanıltmıyorsa dekorları neredeyse aynıydı, sanırım bizimkiler başarılı bir eseri örneklemek yoluna gitmişler ama günahlarını almayayım, çok net hatırlamıyorum dediğim gibi.

Dünkü gösteriye geri dönecek olursam, herşey ortalamaydı, oyunculuk, dansçılık, şarkıcılık... Koreografi, müzikler normal olarak harikaydı, kalabalık bir kadronun aynı anda sahnede yer aldığı dakikalarda her detayın düşünülmüş olması, devamlı sahneyi kesen geçişler, dansçıların uyumu ve tabii o klasik şarkılar (özellikle Somewhere, America, Tonight ve I feel pretty) eserin neden 50. yılına kadar geldiğini anlatıyordu. Ancak dediğim gibi başroldeki sanatçıların öyle ahım şahım bir performans ortaya koymadıklarını düşünüyorum, ortalamanın üzerinde değillerdi, ya da benim iyi bir dayak yemem gerekiyordur bilmiyorum, yazarken bile şuna bak adam olmuş da West Side Story'nin dünya turnesi kapsamındaki gösterisini eleştiriyor diye düşünüyorum hakkımda :)) Neyse işte...

Ama eğer Devlet Opera ve Balesi eseri tekrar sahneleyecek olursa mutlaka gideceğim, bizimkilerle karşılaştırma şansı olsun diye.

Not : Sanırım üzerimde çok etki bırakmamasının nedenlerinden birisi de, yalnız izlemiş olmam, insanın yanında sevdiği olmayınca bu tip organizasyonlarda alınan zevk çok aşağı düşüyor. Bazı şeyler paylaştıkça güzelleşiyor.

19 Eylül 2008 Cuma

Quantum of Solace ve Bond Kızları



En son Bond filmi olan "Quantum of Solace" çekildi bitti biliyorsunuzdur, sanırım Kasım ayında gösterime çıkıyor, fragmanından başarılı bir film olacağa benziyor. Bir önceki film gerçekten başarılıydı ve Daniel Craig de aynı film gibi beklentilerin üzerine çıkmıştı, bu sefer işleri daha zor olacak.

Genelde Bond filmleri üzerine dönen geyik en iyi Bond'un kim olduğu yönündedir, klasikçiler normal olarak Sean Connery'i tek geçerler ama birçok kişiden de (çoğunlukla bayanlar) Pierce Brosnan'ın en iyisi olduğu görüşünü duydum. Kendi dönemlerine denk gelen oyuncuların tercih edilmesi anlaşılır. Bense en iyi Bond kızları üzerine ufak bir geyik yapayım dedim. Genelde Midget'ın yaptığı Top 5 listesi tarzında yapıyorum, sıralama gelişigüzel değil beğeni sıramı yansıtıyor... (isimlere tıklayarak oyuncular hakkında detaylı bilgiye erişebilirsiniz)

1. Famke Janssen : Kişisel bir numaram. Goldeneye'da canlandırdığı Xenia Onatopp karakteri görebileceğiniz en seksi kötü kadınlardan bir tanesidir. Soyadına dikkat lütfen (Bond filmlerindeki kadın karakterlerin birçoğunun adında seksi göndermeler bulunur, örneğin Pussy Galore, Chew Mee, Holly Goodhead, Mary Goodnight, Plenty O'Toole).

2. Ursula Andress : Belki de Bond kızı kavramının oluşmasına neden olan kadın. İlk James Bond filmi olan (en azından ünlü serinin ilk halkası diyelim, yoksa daha öncesinde çekilmiş ve içinde Bond karakterinin yer aldığı Casino Royal adlı bir film vardır, David Niven canlandırır Bond'u) Dr. No'da canlandırdığı Honey Ryder karakterinin ünlü denizden bikiniyle çıkma sahnesi unutulmazlar arasındadır. Nitekim Halle Berry'nin Bond kızını oynadığı Die Another Day'de bu sahneye bir saygı duruşu yapılır.

3. Eva Green : Casino Royal'da canlandırdığı Vesper Lynd karakteriyle listeme çok zorlanmadan girmeyi başardı. Yüz güzelliği çocuksu olarak nitelendirilse de gözleri çok şey anlatıyor. Filmin beklenenden öte başarıya ulaşmasında onun da parmağı var diyorum.

4. Denise Richards : The World is not Enough'da canlandırdığı Christmas Jones karakteriyle listemdeki 3. kendi kuşak Bond kızı seçimim oldu. Bu kadar kalın kaşlar bir kadına ender yakışır ama o şanslı olanlardan.

5. Honor Blackman : Goldfinger'da canlandırdığı Pussy Galore karakteri listedeki diğer seçimlerime göre biraz daha kadınsı bir karakter, aynı zamanda işin içine havacılık da giriyor, bir pilotu canlandırmasından torpilli.

13 Eylül 2008 Cumartesi

All Along the Watchtower @ Battlestar Galactica

Bir sinema ve müziksever olarak bu ikisinin birlikteliğinin iyi kullanıldığı, akıl ürünü eserlere her zaman saygı duymuşumdur ve hafızamda yer etmişlerdir (blogda parantez içi verdiğim referansların çoğunda bir birlikteliği görürsünüz). Sadece filmlerde müziğin iyi kullanılması ya da müzikal göndermeler değil şarkılarda da filmlere yapılan göndermeler çok dikkat çekici olur.

Bu akşam televizyona bakarken cnbc-e'de Battlestar Galactica'nın 3. sezon final bölümünün tekrar yayınını gördüm (yarın akşam 4. sezonu yayınlamaya başlıyorlar da) ve birkaç ay önce izlemiş olsam da gözucuyla tekrar bakmaya engel olamadım. Diziyi çok sevmemin dışında bakmamın nedeni bölümün finalinde açıklanacak gizli saylonların 4 tanesinin kimliğinin ortaya çıkış sahnesiydi. Aslında 1-2 bölümdür imalar ortaya çıkmaya başlamıştı ama ortada bir gariplik vardı, bazı karakterler bir müzik duyuyorlar ve ilk bakışta anlamız gelen bazı sözler mırıldanıyordu. Açıkçası sözler biraz tanıdık gelmiş olsa da bölümlerin ayrı noktalarında geçtiğinden noktaları ilk başta birleştirememiştim. Ne zaman ki final bölümünün sonları yaklaşıp da gizin açıklanma zamanı geldi, müzik daha duyulur sözlerse ardarda dizilmeye başladı. İşte o noktada şimşek çaktı bende, saylon olduklarını anladığımız karakterler (onlar da o anda anlamaya başlıyodu saylon olduklarını) All Along the Watchtower'ın başlangıç sözlerini mırıldanıyorlardı. There must be some kinda way out of here, said the joker to the thief, theres too much confusion i cant get no relief... Çok sevdiğim bir Bob Dylan şarkısı olan All Along The Watchtower yakınlarda Bryan Ferry tarafından da yorumlanmış (hatta Açıkhava'da canlı da izleme şansı yakalamıştık) ama ününü belki de asıl olarak Jimmy Hendrix sayesinde yapmıştır. Hendrix'in coverı o kadar etkileyicidir ki Dylan bile ona saygısını belirtmiştir.

Bölümün sonunda birbirinden ayrı 4 karakter dizeleri mırıldanarak aynı yere doğru yollanırlar ve saylon olduklarını anlarlar. Bölümün kapanış sekansında şarkının çok değişik bir coverını dinleriz ve akıl ürünü bir senaryo ile iyi müzik birlikteliğine şahit oluruz. Aslında müzikle konunun direkt bir alakası da yoktur, sadece güzel bir popüler kültür göndermesidir, entelektüel seyirci kitlesi için bir sürpriz girişimidir, zaten yeterince ilginç gelişen konunun doruk noktasına eklenen, krema üzerindeki bir vişne tanesidir. İzlerken yüzünüze bir gülümseme yayılır ve müzik klasörünüzü açıp şarkının değişik yorumlarını tekrar dinleme isteği duyarsınız.

12 Eylül 2008 Cuma

İlk Paul Auster'ımı Okudum...

Hani bazı filmler vardır, izlemek için uygun modu beklemeniz gerekir aksi halde filmin tadını çıkartamaz belki de güzel bir filmi harcarsınız. Özellikle dvd ve divx teknolojisinden sonra bu durum kolaylaştı ve merak ettiğimiz filmleri alıp, kenara koyup uygun zamanda izlemek lüksüne sahip olduk. Aynı durum normal olarak kitaplar için de geçerli, doğru zamanda okumadığımız kaç tane güzel kitap zihnimizde işe yaramaz diye yer etmiştir. Bu sefer işin içine uygun ruh halinin yanı sıra zihinsel yeterlilik, algının açıklığı gibi değişik parametrelerde girer. Bazı yazarlar ve kitaplar vardır ki, erken okunmaları çok da uygun olmaz, insanın hazır olması gerekir, mahalle baskısı yüzünden sırf okumuş olmak için harcanmamaları gerekir. Örneğin, Umberto Eco'nun Foucaul Sarkacı'nı 20'li yaşlarımın başında okuduğumda aldığım zevki (sanırım algım bayağı açıktı) 20'li yaşlarımın sonunda kitabı tekrardan okuma girişimimde alamadım, hemen de bıraktım zaten, belki bir 10 yıl sonra tekrar denerim. Sırf bu yüzden Marquez'i de çok geç okudum, bu yazıya konu olan Auster'ı da, rafımda okunmayı bekleyen Orhan Pamuklar, Oğuz Ataylar, Rus klasikleri hep uygun zamanın peşindeler.

Paul Auster son 20 yılın en popüler ve aynı zamanda en yetenekli Amerikalı yazarlarından gösteriliyorsa da, bendeki imajı zor okunan bir yazar olduğu şeklinde olduğundan şimdiye kadar hiç okumaya çalışmadım, merak da etmedim. Uygun zamanın gelmesini bekledim diyebilirim ama zamanı neye göre belirlediğimi söyleyemem. En sonunda bir kitabını seçmeye ve şansımı denemeye karar verdim ve sonuç olarak Yükseklik Korkusu'nu (Mr. Vertigo) okudum. Komik gelebilir ama seçme nedenlerimden birisi Hitchcock'un çok sevdiğim Vertigo filmini çağrıştırmasıydı ve kitabın arkasındaki özet/yorumlar da kitap konusunda olumlu izlenimler verdi açıkçası.

Kitap kısaca, sokaklarda büyüyen bir çocuğun bir adamla karşılaşmasını ve adamın ona uçmayı öğreteceğini vaat ederek kendisiyle gelmesini istemesiyle başlıyor ve bu konu üzerinde gelişiyor. Daha sonra "Harika Çocuk Walt" olacak çocukla "Yehudi Usta"nın hikayesi böyle başlıyor ve 250 sayfa boyunca devam ediyor. Uçmayı öğrenme sürecinde çektiği sıkıntılar, yaşlı bir kızılderili kadın ve kendisi gibi seçilmiş dahi bir zenci çocukla olan ilişkileri daha da önemlisi Yehudi Usta'nın ona hayat konusunda verdiği derslerle akıyor kitap ve her sayfası insana ilginç bir tat bırakıyor. Kitapta bol bol acı, ölüm varmış gibi görünse de insanın damarlarına bir iyimserlik duygusu salıyor aynı zamanda. Auster'ın hikaye anlatımı konusunda becerisi (ve tabii ki İlknur Özdemir'in başarılı çevirisi) gerçekten de övgüyü hakediyor. Okudukça devamını getirme konusunda içimde bir istek duydum ve kısa zamanda kitabı bitirdim. İlk Auster'ım olarak seçilebilecek belki de en uygun kitaplardan birisini seçmenin ve Auster'ı geç de olsa keşfetmiş (!) olmanın mutluluğu ve gazıyla şimdi kendime Auster'ın 2 kitabını daha belirledim ve aralara başka yazarlardan 1-2 kitap koymak suretiyle onları da kısa zamanda okuyacağım (seçtiğim kitaplar Leviathan ve Köşeye Kıstırmak).

10 Eylül 2008 Çarşamba

Ferris Bueller... Bueller?


Yazılarımda çok kullandığım parantezler ve parantez içi bilgilerin güzel tarafı bana yeni yazı konuları hatırlatıyor olması. Çocukluk yıllarımızda bir ara gençlik kanalı olarak yapılandırılan ve başarılı komedi dizileri ve gençlik filmleriyle en azından ben ve Mert için önemli bir boşluğu dolduran TRT 4'ü parantezlediğim yazıdan sonra aklımın kenarına "Ferris Bueller's Day Off" hakkında bir yazı yazmalıyım diye not almıştım, sıra şimdi geldi.

Daha sonra birçok örneğini/kopyasını göreceğimiz bir karakterin bizim için başlangıcıydı Ferris Bueller. Akıllı, hınzır, tembel, otoriteyle (genellikle okul müdürüdür otoritenin simgesi) sorun yaşayan, mutlaka bir kankası ve aynı zamanda aynı okuldan sevgilisi olan sevimli lise öğrencisi. Gençlik filmlerinin en önemli ismi olan John Hughes'un (The Breakfast Club, Weird Science) bence en eğlenceli filmi olan Ferris Bueller tam bir klasiktir, sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, ilk fırsatta izleyin ama unutmayın benzerlerini çok görmüş olabilirsiniz, biraz toleranslı olun ve filmin 20 küsur yıllık olduğunu unutmayın.

Matthew Broderick'in Ferris Bueller'i canlandırdığı film, güzel bir bahar günü okulu kırmaya karar veren kahramanızın başından geçenleri anlatıyor. Ferris'in, dertlerden devamlı sıyrılmasını kıskanan kızkardeşiyle, risk almaktan korkan kankası Cameron ile ve daha da önemlisi onun okuldan kaçtığını kanıtlamak ve okuldan attırmak için derin bir tutku duyan okul müdürüyle olan ilişkileri filmin sürekliliğini sağlıyor.

Ferris rahatlığı, günü yaşamayı, tembelliği destekler, hayatı gereğinden ciddiye almamayı önerir. Sabah kalkar, güzel bir gün görür önünde ve okuldan atılma pahasına o günü dışarıda geçirmeye, güneşin, şehrin canlılığının tadını çıkarmaya daha da önemlisi bunu arkadaşlarıyla paylaşmaya karar verir. Kendisi okulu kırarken, en iyi arkadaşının ve sevgilisinin de kaçışlarını ayarlar ve günü hep beraber geçirirler. Rahat izlenecek, kendinizi iyi hissettirecek bir film Ferris Bueller, özellikle baharı yaşadığımız bu günlerde izlerseniz dışatıya çıkmak için bir de bahane yaratmış olursunuz kendinize.


Film boyunca birçok eğlenceli sekans ve tekrar eden hoşluklar var, mesela filmin başında Ferris'in okuldaki arkadaşlarına telefonda çok hastalandığını ve hatta ölüm tehlikesi yaşadığını söylemesinin ardından okulda bir kampanya başlatılır ve film boyunca aralarda görürüz bu girişimi, "Save Ferris". (Hatta bu isimde çok ünlü olmasa bile bir müzik grubu da kurulmuştur yakın zamanda, Come On Eileen'in başarılı bir coverları vardır, benim de müzik listemde yer alır.) Bir de çok komik bir ekonomi profesörü vardır okulun, onun derslerine dikkat edersiniz. Son olarak filmin sonunda jenerikleri izleyin, hem jenerik boyunca hem de sonunda hoş bir iki sahne daha var.

5 Eylül 2008 Cuma

Nick Hornby

Aslında bir süredir aklımdaydı ama bir önceki yazımda konusu açılınca fırsatı değerlendirip Nick Hornby hakkında bir yazmanın uygun olacağını düşündüm. Nick Hornby modern İngiliz edebiyatının benim için en özel yazarlarından birisi ama bunun en önemli nedeni salt yazarlık kariyeri değil, müzikle ve özellikle futbolla içiçe olması diyebilirim. Yazarlar (en azından ön planda olanlar diyelim) genel olarak entellektüel bir kimlik taşıdıklarına inandıkları ve ağır abi rolü oynadıkları için okurun onlarla kendisini özleştirmesi çok kolay olmuyor, en basitinden Orhan Pamuk'a bakacak olursak sanki bizden birisi değil gibi geliyor, sabahtan akşama kadar yazı yazıyormuş da başka bir uğraşı yokmuş gibi bir havası var. Bu adam müzikle ilgilenmez mi, tuttuğu bir takım yok mudur, elbette vardır (hatta bu yazıyı bakarken internete baktım, Fenerli imiş :) birden bire adama karşı sempati duymaya başladım...) ama herhalde halkla ilişkilerini yürütenler - varsa böyle birileri - bu mecralara girmesini istemiyorlar, ön plana çıkartmıyorlar Bence yanlış yapıyorlar, ama neyse...


Benim Nick Hornby'i keşfetmem ise çok net olarak hatırlamıyorsam da sanırım High Fidelity ile oldu. Daha öncesinde Fever Pitch adındaki kitabının ününü duymuştum ama Türkçe'ye çevrilmemiş olması ve o dönemlerde de benim yurtdışı ile pek alakam olmaması nedeniyle okuma şansım olmamıştı. John Cusack'ın başrolde oynadığı High Fidelity, bir plak dükkanı olan 30'larındaki kahramınımızın kız arkadaşının onu terk etmesinin ardından geçmişteki ilişkilerini irdelemesi ve nerede yanlış yaptığını aramasını konu ediyordu. Böyle söyleyince biraz psikolojik bir filma havası yaratsa da, filmin (ve tabii ki kitabın) müzikle içiçe olması ve yan karakterlerin renkliliği, filmi seyredilesi ve kitabı da okunası yapıyor. Filmi çok beğenmiş, daha sonra yurtdışından aldığım ingilizce kitabını da çok severek okumuştum. Kardeş blog Across The Universe'de Midget kardeşimin yaptığı "En iyi 5 ..." listelerinin kaynağı işte bu kitaptır. Kitap boyunca arkadşlarıyla beraber en iyi 5 listeleri yapar durur kahramanımız. Yıllar sonra kitap Türkçe'ye Sel Yayıncılık tarafından Ölümüne Sadakat adıyla çevrildi ve açıkçası çok da güzel bir kapağı var. Türkçesini okumadığım için çevirinin başarılı olup olmadığı konusunda ne yazık ki bir yorum yapamayacağım ama Sel Yayıncılık'tan okuduğum kitaplar genellikle başarılı çıktı şimdiye kadar. Filmle ilgili bir süpriz ise, Bruce Springsteen'in yani Patron'un filmdeki cameo rolüdür.



Müziğin ciddi bir arkaplan oluşturduğu High Fidelity yazarın ilk romanı idi ve yukarıda da bahsettiğim gibi bu kitabın öncesinde de bir kitabı var ki, (kitap otobiyografik özellik taşıyor, bir roman değil) futbol üzerine yazılmış kitaplar listesinde "En İyi 5"te yer alır her zaman, Fever Pitch. Yine kitabın çıkışından çook sonra Türkçe'ye Futbol Ateşi olarak çevrilen (bu kitabın da Türkçesini okumadım ama çevirisini CNN Türk'teki Futbol Ekstra'dan göz aşinalığımız olan on parmağında on marifet sahibi ama beni en çok şaşırtanı olarak Eurosport Türkiye'nin genel yayın yönetmenliğini yapan Bağış Erten yapmış) Fever Pitch yazarın futbolun hayatında nasıl yer etmeye başladığını, nasıl Arsenal fanatiği olduğunu kronolojik bir sırayla anlatıyor. Kitapta bölümler spesifik bir tarih ve Arsenal'in kimle oynadığı şeklinde ayrılıyor (burada hemen aklıma Hakan geldi, sorun mesela 1987 yılında Fenerbahçe sezonun 5. haftasında kiminle maç yapmış, kim kaçıncı dakikada gol atmış, söylesin). Babasıyla ilişki kurmak için gitmeye başladığı Arsenal maçları zamanla yazarın kimliğinde önemli bir yer tutmaya başlıyor, tıpkı Fenerbahçe'nin bizim kişiliğimizde taşıdığı önemli rol gibi. Biz erkeklerin futboldan ne anladığımızı sorgulayan bayanların okuması gereken bir kitaptır. Bu kitap da normal olarak sinema perdelerine aktarıldı hem de iki kez. Birincisi normal olarak İngiltere'de ve orjinaline sadık olarak futbol temalıydı. Bu filmi uzun yıllar aradıktan sonra sonunda bu senenin başında bizden uçak teslim almaya gelen Arsenal fanatiği bir İngiliz'in sayesinde (ben onu Fenerbahçe'nin PSV ile oynadığı şampiyonlar ligi maçına götürünce o da jest olsun diye filmin dvd versiyonunu İngiltere'den sipariş edip bana hediye etmişti) edindim ve izledim. Film kitaptaki otobiyografik temaları alıp ister istemez dramatik bir yapı olması amacıyla hayatında Arsenal'in çok önemli bir rol oynadığı bir öğretmen üzerine kurulmuştu. Arsenal'e duyduğu tutku öylesine güçlü ki hiç bir kadınla ilişkisi yürümüyor, ta ki yeni bir öğretmenle tanışana kadar. Daha sonra Amerikalılar da bu kitaba el attılar ve Amerika'ya uyarladılar. Öyle olunca tutkunun futbol olması beklenemezdi, onlar da spor dalı olarak beyzbolu, takım olarak da Boston Red Sox'ı konu yaptılar. Normalde bu tip uyarlamalar çok başarılı olmasa da takım tutkusunun, fanatikliğin erkek doğasındaki yerinin evrenselliği nedeniyle Amerikan versiyonunu da çok beğediğimi söyleyebilirim (bir de tabii, işin içine Drew Barrymore giriyor). Her iki filmi de aralıkla izleyin beğeneceksiniz.

Hornby'nin filme aktarılan bir diğer kitabı About A Boy. Bu sefer de, aslında bir değil iki oğlandan bahseden bir kitap var karşımızda. Birisi 10'lu yaşlarında çevresiyle uyum sorunu yaşayan ve intihara eğilimli bir anneye sahip bir çocuk, diğeri 30'lu yaşlarında hayatta hiçbir hedefi, kaygısı, bağı olmayan baba parasıyla yaşayan başka bir "çocuk". Bu ikisinin yollarının kesişmesi ve ikisinin birbirinin hayatını etkilemesini konu ediyor kitap. Yine başarılı bir uyarlama olarak yorumlayabileceğim filmde Hugh Grant oynamıştı ve bence Hugh Grant'in en güzel filmlerinden birisidir. Kitabın adı, filmde pek ön planda olmayan ama kitapta sık bahsi geçen Nirvana'nın About A Girl'ünden esinlenmiş.

Hornby'nin okuduğum diğer kitaplarından söz edecek olursam, en son kitabı "Çat!" Türkçe okuduğum ilk (ve şimdilik tek) kitabı ama çok da beğenmedim, en azından Hornby okumaya bu kitapla başlayın istemem. How To Be Good'u da favorilerim arasına koyamayacağım ama diğer kitaplarını beğenirseniz bu iki kitabı da yazarın müdavimi olarak okursunuz. Sondan bir önceki kitabı A Long Way Down'ı (Türkçe'ye Aşağı Düşerken diye çevrildi) alalı çok oldu ama bir türlü okuma fırsatım olmadı, şimdi Türkçeye de çevrilince İngilizcesini okumak da gözümde büyüyor açıkçası. Bu arada bu kitabın da filme çekilme ihtimali varmış, ne zaman olacağı belli değil ama kitabın film haklarını Johnny Depp almış diye duydum.

Bu romanların dışında Hornby'nin okuduğum iki kitabı daha var ama bunlar toplama gibi. Birisi futbol diğeri müzik ile ilgili. Müzikle ilgili olan kitabı Songbook, yazarın kişisel olarak hayatında önemli rol oynayan, duygusal çağrışımlar yapan şarkılar hakkında yazdığı denemelerden oluşuyor. Futbolla ilgili olan My Favourite Year: A Collection of Football Writing'de ise yazar bu sefer editörlük görevi güdüyor ve değişik kişilerin yazdığı ve kendi tuttukları takımlar hakkındaki hislerini içeren denemeleri bir kitap altında topluyor. Bu kitabın benim için en etkileyici tarafı, İngilizlerin futbol sevadısının Türkiye'deki gibi 3-4 takım etrafında toplanmıyor oluşu, herkesin kendi şehrinin, semtinin takımını tutması, o takımın nerelere düşse de asla bırakılmaması gibi kavramları ön plana çıkarması. Yanlış bilmiyorsam bu iki kitap henüz Türkçeye çevrilmediler.

Hornby halen değişik yayınlarda müzik ve futbolla ilgili yazılarına devam ediyor. Biz de yeni kitaplarını dört gözle bekliyoruz.

2 Eylül 2008 Salı

Has Been


Çok sevdiğim bir albümden bahsetmek istiyorum bugün, William Shatner'ın 2004 tarihli Has Been albümü.


İsim eğer tanıdık geldiyse biraz eskilere gitmeniz gerekecek, ünlü TV dizisi Uzay Yolu'nun Kaptan Kirk'ü ve yine yıllar öncesinin popüler reality programı Kurtarma:911 'in sunusucu rolünde hatırlayabilirsiniz onu. Aslında ilk başlarda Ağır Abiler Serisi'nde yazsam mı diye düşündüm ama sonra aklıma oynadığı birkaç rol geldi de vageçtim (bkz. Sandra Bullock'la Miss Congeniality serisi).

Çocukluğumun en güzel bilimkurgu dizi olarak ben Uzay Yolu'nu adlandırırım, Battlestar Galactica ve Buck Rogers'ı hayal meyal hatırlıyorsam da aklımda o kadar yer etmemişlerdir (ama Battlestar Galactica'nın yeni bölümlerini şiddetle tavsiye ederim, çok başarılı bir bilimkurgu olmasının yanısıra günümüz dünyasının - tabii ki özellikle ABD'nin - siyasi paranoyalarından çok iyi faydalanan bir drama olmuş). Kısıtlı mekanlarda daha çok senaryo üzerine yoğunlaşan bir bilimkurgu olarak üzerine düşen görevi fazlasıyla iyi yapmış bir kuşağa ciddi hayalgücü takviyesinde bulunmuştur. Ne yazık ki film verisyonları dizinin samimiyetinden çok uzaktadır, o nedenle izlemenizi tavsiye etmem.

İşte o dizinin Kaptan James Kirk'ü olan William Shatner aynı zamanda müzisyendir. Ne kadar müzisyen olarak adlandırılabilir o ayrı çünkü kendisinin müzik janrı konuşarak şarkı söylemek üzerine (performans sanatlarında bu janr "spoken word" olarak adlandırılıyor ve daha çok ABD'de özel klüplerde sanatçıların/şairlerin şiirlerini okumalarıyla yaygınlaşmış. Yine konu açılmışken her zaman olduğu gibi bir filme ve çok sevdiğim bir sahneye gönderme yapayım, Mike Myers'ın oynadığı "So I Married an Axe Murderer" adlı başarılı komedi filminde Myers'ın canlandırdığı şairin filmin başında söylediği This Poem Sucks adlı çok başarılı bir performans vardır, sanırım youtube'da var, erişimimiz açılınca bakarsınız, ya da daha eğlencelisi filmi izleyin) . Kanada'lı olan Shatner'ın oyunculuk kariyeri tiyatro sahnelerinde Shakespeare oyunlarında başladığından ağdalı tiratlar atmak kanına işlemiş herhalde ki, ilk albümünü direkt böyle yapmış ve Mr. Tambourine Man ve Lucy in the Sky with Diamonds (parantez açıp durmaktan bıktım ama devamlı bir şeyler çıkıyor işte; çoğunuz biliyordur ama yine de Beatles'ın "L"ucy in the "S"ky with "D"iamonds şarkısının LSD için yazıldığına dair bir şehir efsanesi vardır; her ne kadar Lennon ve McCartney bu iddiaları doğrulamayıp tesadüf olduğunu söyleseler de, şarkının genel havasının grubun madde etkisi altında olduğu zamanlardan ve Lennon'ın hayran olduğu Lewis Carroll, Alis Harikalar Diyarında'dan beslendiği aşikardır) gibi klasiklerin de yer aldığı Transformed Man adlı bir albüm yapmış 1968'de. Ağdalı ağdalı konuştuğu şarkılar çok fazla gürültü koparmış ABD'de ve herkesin alay konusu olmuş.

Allahtan eleştirileri iyi kaldırmış da Shatner, biraz uzun ara verdikten sonra da olsa 2004'te bu yazıya konu olan albümü yapmış. Albümün adı olan "Has Been", ünleri, parlak günleri nispeten geride kalmış ünlü insanlar için kullanılan bir deyim ingilizcede. Albüme dikkatimi çeken şey ise albümdeki tek cover olan Common People şarkısı oldu. İngiliz ekolünün önemli gruplarından birisi olan Pulp'ın çok sevdiğim bir şarkısının ilgi çekici coverını Shatner'ın ağzından dinleyince albümün diğer şarkılarını merak ettim. Şarkının brit-rock arkaplanı çok güzel korunmuş ve üzerine Shatner'ın etkileyici ses tonunda şarkının anlattığı hikaye çok güzel oturmuştu.

Albümün tamamını dinledikten sonra her bir şarkının birbirinden güzel olduğunu gördüm. Dediğim gibi Common People albümdeki tek cover parça ve geri kalan parçaların hepsi özellikle bu albüm için yazılmış, neredeyse hepsinde Shatner'ın da parmağı var. Benim için albümün bir diğer albenisi modern İngiliz edebiyatının en sevdiğim yazarlarından olan Nick Hornby'nin (edebiyat kadar müzikle ve futbolla da içiçe olan bu adam hakkında ayrı bir yazı yazacağım) de bir şarkı sözü ile albüme katkıda bulunmuş olmasıydı. Albümü beğenmek için İngilizce bilmenin ve şarkı sözlerine dikkat etmenin önemli bir kriter olduğunu düşünüyorum, her biri zekice yazılmış bu parçalardan Ideal Woman ve I Can't Get Behind That (şarkıyı dikkatle dinlerseniz kendisine de giydirdiğini görebilirsiniz) müzikte ender gördüğümüz komedi unsuru içeren parçalar ve Hornby'nin katkıda bulunduğu That's Me Trying ile albümün kapanışını yapan Real ise etkileyici dramatik sözleriyle ön plana çıkıyorlar. Özellikle Real tamamıyla William Shatner için yazılmış olup şarkıyı dinlediğinizde nedenini anlayacaksınız.


Uzun lafın kısası, William Shatner'ın Has Been'i kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir albüm, tavsiye ederim.

31 Ağustos 2008 Pazar

İki kitap önerisi : Tembel Ayaklanması ve Statü Endişesi

"Çay, kahve ve tembellik" başlıklı yazıda bahsini ettiğim "Tembel Ayaklanması : Yan Gelip Yatmanın Manifestosu" adlı kitabı sonunda bitirdim. Çok kısa bir yorum yazısı ile kitabı bir kez daha dikkatinize sunmak istiyorum.

Öncelikle belirtmek isterim ki, okuyacak kitap seçimlerimin arasında kişisel gelişim kitapları neredeyse hiç yer kaplamaz. Bu tip kitapların işe yaramaz olduğunu düşündüğümden değil ama nedense pek çekici gelmiyorlar. Ama aşağıda bahsini edeceğim iki kitap direkt bu amaçla yazılmamış olsalar da size çok fazla şey veren iki kitap olarak kütüphanenizde yer alabilir.

Daha önce de belirttiğim gibi, Tembel Ayaklanması'nın ana hedefi 20. yüzyılla beraber endüstri devrimi ve kapitalist düzenin yaşamımızı nasıl değiştirdiğinini ve yaşam kalitemizin yavaş yavaş nasıl farkettirmeden aşağı çekildiğini, düzenin insanların daha çok çalışması üzerine nasıl değiştirildiğini gözönüne sermek. Çalışmayla ilgili bir derdi yok yazarın ama çok basit keyiflerimizin de unutulduğunu, uyumanın, uzun öğle yemeklerinin, çay saatlerinin, dostlarla geçirilen içkili sohbet ortamlarının güzelliğini nasıl unuttuğumuzu, daha da önemlisi nasıl unutturulduğunu anlatıyor. Bunu yaparken tarihten örnekler, ünlü yazarlardan, politikacılardan, şairlerden, filozoflardan anekdotlar, alıntılar kullanıyor ve bu da kitabın okunrluğunu kolaylaştırıyor ve içeriğin yazarın kişisel tembellik isteğinden daha kapsamlı olmasını sağlıyor.

Kitabı okurken çok keyif aldım ve aynı zaman da rahatsız da oldum. Çalışma düzenine ne kadar gömüldüğümün ve bir iki geri adım atıp kendime bakmam gerektiğinin farkına vardım. Buna benzer hisleri Alain de Botton'un "Statü Endişesi"ni okurken de duymuştum. Onda da, de Botton insanların üzerinde Demokles'in kılıcı gibi duran statü endişesinin farkına varmamızı ve durup üzerinde ayrıntılı düşünmemizi sağlamıştı. Hani insan üzerinde bir baskı, bir rahatsızlık hisseder de üzerine düşünmez ya da adını koyamaz ya, bu tip kitaplar öncelikle bu baskıların farkına varmamızı ve bir kez farkına vardıktan sonra da atacağımız adımları daha kolay belirlememizi sağlıyor.

Sonuç olarak, Tom Hodgkinson'ın "Tembel Ayaklanması : Yan Gelip Yatmanın Manifestosu"nu ve bonus olarak da Alain de Botton'un "Statü Endişesi"ni okuyun derim. İnanın memnun kalacaksınız.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Meriç ile ilk 6 ay


21 Ağustos itibarıyla Meriç'imiz 6 ayını doldurmuş oldu. Bu bahaneyle Meriç, bebekler ve birlikte geçirdiğimiz ilk 6 ay hakkında bir yazı yazmak istedim. Aslında tembel bir insan olmasam ve günlük tutmak gibi bir alışkanlığım olsa Meriç'in doğumundan sonra yaşadıklarımız, hissettiklerim, anlık heyecanların yer aldığı notlar dizisi yazmak isterdim, ama beni tanıyanlar bilir ki bu tip şeyler bana göre değil, blogu bile şu ana kadar devam ettirmiş olduğuma şaşıyorum.

Bir "kaza" sonrasında aramıza katılmak üzere yola çıkan Meriç, dünyaya acele gelme konusundaki ısrarını gebelik döneminin sonunu da beklemeyerek devam ettirmiş ve normal sürecin 3 hafta öncesinde bir sabah sürprizi ile yolun sonunun başlangıcını yapmıştı. Allahtan hala işe gitmemiş olduğumdan arabaya atlayıp hastaneye (emniyet şeridini ilk defa gerçek amacıyla kullanmış olmuştum ama yaklaşık 2 ay sonrasında ceza makbuzu da evimize gelmişti, EDS kameralarının çektiği fotoğrafı anı olarak saklıyoruz) gittik ve yaklaşık 8 saatlik bir normal doğum sürecinin ardından 16.41 gibi Meriç hazretleri aramıza katıldı. Doğumhaneye ben de girmek gibi gaflette bulundum :) ama açıkçası düşünen arkadaşlara gerek yok demekte sakınca görmüyorum. Arkadaşlar paşa paşa yukarıda bekleyin, girmenin kimseye faydası yok. Doğumhanede geçirdiğim anlarda kenarda ayakta durmaktan başka birşey yapmadım, Çiler ise bana karşı neden bilmiyorum (!) çok sinirliydi. Elini bile tutmama izin vermedi, sanki çocuğu ben tek başıma yapmışım... Doktorlara giydirdi, hemşirelere giydirdi, bana bakmadı bile, kısacası biraz asabiydi. Doktorlar alışkın olduklarından hiç kişisel almadılar hatta konu üzerine espriler falan yaptılar, cinsellikle bulaşan en önemli hastalık gebeliktir gibisinden ama ben kendimi fazla hissettim odada. Sonuç olarak Meriç dünyaya merhaba dediğindeyse tam ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama o ana değin canlı bile olsa, ultrasonda görmüş bile olsak (3 boyutlu ultrason esminde nasıl gözüktüyse o şekilde doğdu, yüz hatları falan tamamen aynıydı) artık kanlı canlı bir birey olarak aramızdaydı. İlk tepkim sanırım çok çirkin birşey olduğu yönündeydi, normal doğum yüzünden yamuk bir kafatası, kocaman gözler (hem de kocamaaan), zayıf bir vücut (2340 gram). Filmlerde gördüğümüz gibi doğar doğmaz kıçına şaplak atıp ağlatmak gibi birşey olmadı, hemen kenarda bekleyen çocuk doktoru Meriç'i aldı, bir hemşireyle beraber temizlemeye başladı, boğazına bir tüp sokup orayı da temizledikten sonra Meriç ilk çığlığını attı, işte o anı unutamam. Gözlerim dolmadı dersem yalan olur. İyice temizlenmesinin ardından annesinin kucağına verdiler ve Çiler'in ilk görüşü de o zaman oldu. İlk tepkisi "ay çok küçüksün, çok tatlısın" şeklindeydi :)

Meriç'in ilk günleri ile ilgili ilginç olarak 2 gün boyunca pek ağlamaması (meğerse fırtına öncesi sessizlik imiş) ve yüz hatlarının çok karakteristik olmasını söyleyebilirim. Sanki büyük bir çocuğun yüzüne bakıyormuşçasına anlamlı bir surat ifadesi vardı. İlk günler normal olarak evde ziyaretçi yoğunluğu vardı, hem güzel hem de sıkıcı bir dönemdi. Herkesin yüzünde bir mutluluk ifadesi görmek (ne de olsa yakın arkadaş grubunun ve her iki çekirdek ailenin ilk bebeği olma özelliğini taşıyordu Meriç) güzeldi ama aynı zamanda her kafadan ayrı bir ses çıkması da sıkıntı vericiydi. Çocuk büyütmekle ilgili net doğrular olmadığı için birisinin dediği diğerini tutmayınca oluşan ikilem insanı daha da çaresiz bırakıyordu. O noktada tamamen kendi hislerime göre hareket etmeye karar verdim, herkesin dediğini dinleyecektim ama içimden ne yapmak geliyorsa onu yapacaktım, kendi düşen ağlamaz misali. Çiler doğum sonrası sendromu olarak bu dönemi daha zor atlattı belki ama şimdi geriye baktığımızda birbirimize destek olarak başarılı bir dönem geçirdiğimizi söyleyebilirim.

Hatırladığım kadarıyla ilk 3 hafta aşağı yukarı aynı geçti. Devamlı olarak uyuyor, emiyor ve kaka yapıyordu. Ama 3üncü haftadan itibaren artık büyümeye, dünyaya geldiğinin iyice farkına varmaya ve giderek bizi zorlamaya başladı. Ağlama nöbetleri giderek arttı, özellikle akşamları yoğunlaşan bu nöbetler bizi ilk önce ürküttüyse de internette yaptığımız araştırmalar kolik sendorumuyla tanışmamızı sağladı. Bu konu biraz karışık, bebeklerin ortalama olarak ilk 3 ayda nedensiz ağlamalarına kolik sendromu deniyor ama bazı çevrelere göre işin kolayına kaçmak olarak değerlendiriliyor; ne olursa olsun henüz net bir çözümü yok bu sendromun ve bunu kabullenip kendinizi yiyip bitirmeden bu dönemi atlatmanız gerektiğini söylüyorlar. Biz de Meriç'in ağlama nöbetlerini kabullendik, eğlendirmek için elimizden geleni yaptık, kolik için özellikle bestelenmiş parçalardan oluşan Buzuki Orhan Osman'ın albümünü dinlettik (internetten çok iyi yorumlar okumuştuk). Evdeki ipod + dock sistemi artık sadece Meriç'in emrine amadeydi ve ardı ardına onun seveceği şarkıları çalıyorduk. İlk zamanlar Kolik albümü ile devam etiysek de sonrasında ilginç bir keşifte bulunacaktık. Amy Winehouse... evet, Meriç Amy'nin sesini duyduğu zaman ağlamayı kesiyordu, özellikle de Rehab çalınca ne kadar coşkuyla ağlıyor olursa olsun ağlamayı kesip sesin geldiği yöne doğru merakla kafasını uzatıyordu. Bundan sonraki birkaç haftayı ise ev sakinleri olarak hatırlamak istemiyoruz, neredeyse hep Amy şarkıları çaldı evde, halen radyoda bir şarkısı çalmaya başladığı zaman direkt çeviriyorum kanalı. Herhalde canlı olarak izlemediğim sürece bir daha uzun süre Amy Winehouse dinlemem.

İlk başlardaki sebepsiz ağlamalara sonrasında gaz sancıları eşlik etmeye başladı. Çok gazlı bir bebek olduğu için gaz ilacı (Neobaby) ve rezene takviyesine başladık. Özellikle rezeneyi halen de çok severek içer, içeriğindeki anasondan mıdır nedir? Ağlaması, gazı eksik olmadığı için genelde kucağımızda büyüdü diyebiliriz, kucağa alıştırmayın şeklindeki tüm uyarılara rağmen aksini yapma gibi bir şansımız olmadı. Kucakta gezmeyi sevdi, battaniyede iki kişi tarafından sallanarak uyumaya alıştı (ama inat ettik, hala eve çingene salıncağı kurmadık) ama biz memnunuz halimizden, biraz yorucu oluyorsa da Meriç'in olduğu yerde yatıp hareketsiz bir şekilde yukarıya bakmasındansa kucağımızda sağı solu merakla inceleyip gezmesini daha verimli buluyoruz.

3üncü hafta ile 3üncü ay arası aşağı yukarı aynı geçti denebilir, tabii ki büyüdü, arada 2 aylıkken sünnet oldu, daha bir tatlılaştı falan. Ama 3 aylık olduğunda sanki sihirli bir değnek değmişçesine değişti bana göre. Birdenbire büyüdü gibi geldi bana, tavırları, bakışları, ağlaması, gülmesi herşeyi çok keskin bir şekilde değişti, hem de sadece birkaç gün içerisinde. Uzun süre görmeyen birisinin değişmiş olduğunu söylemesi normal olur ama her gün gören birisi olarak bizim için bile çok açık bir değişimdi bu. Çok hoşumuza gitti, hem de dedik ki tamam artık gazı biraz azalır daha rahat günler geçirmeye başlarız ama hiç azalmadı ne yazık ki. Temposu biraz olsun düşdüyse de yine akşam 7'den sonra bir huzursuzluk hali devam ediyordu. Gazı aynen devam ediyordu, bunu gözle görebiliyorduk, buna bir de havaların sıcaklığı eklendi. Ne yazık ki Meriç de tıpkı babası gibi sıcaktan rahatsız oluyordu ve garip ama çok fazla terliyordu. Allahtan banyodan korkmuyordu da sıcaklarda bir de banyo stresi ile uğraşmadık.

3üncü ay ile 6ıncı ay arası normal gelişimini devam ettirdi, çok keskin bir değişim olmuyordu artık, ellerini kollarını daha verimli kullanmaya, seslere karşı daha bilinçli tepki vermeye başladı normal olarak. Aslında en önemli değişim, 3üncü ayda Çiler'in artık işine geri dönmesi oldu. Artık evde anneannesi dışında yeni bir insan, bir bakıcı da görmeye başladı Meriç. İlk günlerde biberondan beslenmede problem yaşadıysak da, o günleri uykusunda beslenmeyle geçiştirdik (içgüdüsel olarak emiyordu), sonrasındaysa alıştı. Gerçi akşamları 6 gibi annesinin geleceğini biliyormuşçasına biberondan birşey emmeyi reddediyordu, ta ki annesini kapıda ağlayarak karşılayıncaya kadar.

İlk 3 aydaki oturmama düzeni ikinci 3 ayda da devam etti, buna bir de hiç durmayan el, kol, ayak hareketleri eklendi. Durmaksızın her organını oynatıyordu, yüzme, bisiklete binme, koşma gibi tüm eylemleri havada kendi kendine yapıyordu. Bu kadar hareketli olunca bir türlü hedeflediğimiz kiloları almadı, normal bebekler için 1 ayda alması gereken kilonun alt limitinin biraz altında kaliyordu hep ama doktor bu kadar hareketli bir bebek için bunun normal olduğunu söyledi, eğer 6. ayın sonunda hala kilosu az olursa kan testi yaparız diye karar verildi. Allah'tan bu kararı almışız çünkü 6. ayın sonunda yapılacak testlerde bizi başka bir sürpriz bekliyordu.

İlk üç ayda sadece anne sütüyle beslendi, sonrasında ise bir süre annesinin sağıp kenara koyduğu sütlerle ve daha sonra da yardımcı mamalarla sürdürdü beslenmesini. Buna zamanla yoğurt, meyve suyu, sebze suyu gibi ek besinler eşlik etti. Ciddi zorluklar çıkarmadı bunları yemekte, arada sırada huysuzlandığı oldu tabii ama aç olmamasından kaynaklanıyordu bu huzursuzluklar. Tepkileri bizim için anlam taşımadığından, ağlamalarını, huzursuzluklarını hep kendimiz birşeylere yormaya çalıştık ve bu da bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başladı. Her geçen hafta büyüdükçe ve tepkileri biraz olsun anlam kazandıkça işler de kolaylaşmaya başladı, aç olduğu zaman ayrı, uykusu olduğunda ayrı, bir sancısı olduğunda ayrı ağlıyordu.

6ncı ayının sonunda gittiğimiz aylık doktor kontrolünde ise yukarıda bahsini ettiğim bombayı patlattı sevgili oğlumuz. Yavaş kilo almasının çok hareketli olmasının dışında bir fizyolojik nedeni olmadığından emin olmak için yaptırdığımız kan ve idrar tahlillerinin sonucunda hiç beklenmedik birşey çıktı ve Meriç'in kum döktüğü anlaşıldı. Hemen ardından yaptırdığımız böbrek ultrasonunda da sol böbreğinde kum / taş taneleri olduğu görüldü. Şu an itibariyle konuyla ilgili yeni bir gelişme yok, önümüzdeki hafta içerisinde bu konuda uzman bir doktora gidip sonraki aşamaların ne olacağına karar verecek ve çok büyük ihtimalle (inşallah) ilaç tedavisiyle bu dertten de kurtulacağız.

Eskiden beri nazar olayına inanan bir insan olarak Meriç'in doğumunun ardından bu inancım daha da güçlendi. Yeni bir baba olarak insan ne kadar engellemeye çalışsa da devamlı oğlundan bahsetme güdüsüyle hareket ediyor. Öyle olunca da, çocuğun anlık olumsuz yöndeki değişimlerini hep nazara yoruyor ve kendi kendine tamam bir daha ondan uluorta bahsedip insanların nazarını üzerine çekmeyeceğim diyor. Gerçi kimsenin günahını almayayım, en çok anne babanın nazarı değer derler, olmaz diyemiyorum, ben bile bakarken devamlı bir hayranlık duygusuyla bakıyorum, arada bir gözümü kaçırmak ihtiyacı duyuyorum.

Siz yine de lütfen yazıyı okuduktan sonra bir Maşallah çekin olur mu! :))

Not : Bu kadar uzun yazı yazdım ama kendi duygularımdan pek hissetmedim sanırım, baba olduktan sonra neler hissettiğimi en kısa zamanda yazmaya (ve kısa tutmaya) çalışacağım.

29 Ağustos 2008 Cuma

Aç Kalın, Budala Kalın

Dünkü Stay Hungry, Stay Foolish yazısının ardından kardeş blog Sportif Platform'un değerli admini Faruk kardeşimin uyarısı üzerine sözkonusu metnin türkçesini de bloga eklemeye karar verdim. Türkçeye çevrilmiş metni internette buldum ama anonim bir çeviri gibiydi, o nedenle referans veremiyorum, kim çevirmişse kusura bakmasın. Çeviriyi okudum, ingilizce metni birebir çok güzel çevirmiş. Sadece Stay Foolish'e karşılık olarak Çılgın Kalın denmişti, onu Budala Kalın şeklinde değiştirdim. İkisi de çok karşılamıyor ama ana fikri veriyor işte...

"Dünyanın en önemli üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversite mezunu değilim. Doğrusunu söylemek gerekirse, ilk kez bu vesileyle mezuniyete bu derece dahil olma fırsatını yakalamış oldum. Bugün hayatımla ilgili üç hikaye anlatmak istiyorum. Hepsi bu. Büyük sözler değil. Sadece üç hikaye.

İlk hikaye noktaların birleştirilmesi hakkında; ilk altı ayın ardından Reed College'dan ayrıldım ancak okulla tam olarak bağımı koparmadan önce de bir 18 ay kadar ortalıkta dolandım. Peki niçin ayrıldım?

Tüm bunlar daha ben doğmadan başladı. Biyolojik annem üniversite öğrencisi olan, genç, bekar bir kadındı; beni evlatlık vermeyi kararlaştırdı. Kendisi çocuğunun bir üniversite mezunu tarafından evlat edinileceğinden o derece emindi ki her şey benim doğumdan itibaren bir hukukçu ve karısı tarafından evlat edineceğim şeklinde ayarlanmıştı. Ancak bir şey hesaplanmamıştı: Dünyaya geldiğimde beni evlat edinecek olan çift son dakikada bir kız çocuk üzerinde karar kıldı. Bu durumda bekleme listesinde olan ebeveynlerime gecenin ortasında bir telefon geldi: "Beklenmedik bir şekilde bir erkek çocuğumuz oldu; onu istiyor musunuz?" Aldıkları cevap "tabii ki" oldu. Ancak daha sonra biyolojik annem, annemin üniversite mezunu olmadığını, babamın ise liseyi bile bitirmediğini öğrendi. Bunun üzerine evlatlık verme kararından caydı. Ancak birkaç ay sonra ebeveynlerim beni üniversiteye göndereceklerine dair söz verince razı oldu.

Ve ben doğduktan 17 yıl sonra üniversiteye gittim. Ama safça Stanford kadar pahalı bir üniversite seçtiğimden işçi olan annem babamın bütün birikimi okul masraflarımı karşılamak için harcandı. Altı ay sonra bunun bir anlamı olmadığını fark ettim. Hayatta ne yapmak istediğimle ilgili hiçbir fikrim yoktu ve okulun da bu konuda bana nasıl yardımcı olacağını bilmiyordum. Yalnızca anne babamın birikimlerini harcamakla meşguldüm. Böylece okulu bırakmaya karar verdim; o sıralarda bu kararı verirken biraz kaygılıydım ama şimdi geriye dönüp baktığımda en doğru kararlarımdan biri olduğunu görüyorum.

Okuldan ayrıldığım günler pek de romantik değildi. Artık yurtta kalamıyordum; arkadaşlarımın odalarında yerde yatmaya başladım. Yiyecek satın almak için Cola kutularını 5 sente satıyor, haftada bir Hare Krishna mabedinde iyi bir yemek yiyebilmek amacıyla her pazar geceleri kentte yedi mil yol yürümek sorunda kalıyordum. Ama bunu sevdim. Özellikle de merak ve sezgilerimin izinden giderek düşe kalka yaşadığım o süreç daha sonrası için paha biçilmez bir değere sahip oldu. Şimdi size bu konuda bir örnek vereyim.

O sıralarda Reed College ülkenin en iyi kaligrafi eğitimini veriyordu. Artık okuldan ayrıldığım ve derslere girme zorunluluğum olmadığı için kaligrafi kurslarına katılmaya karar verdim. Burada öğrendiklerim tek kelimeyle mükemmel, tarihsel ve bilimin algılamayacağı derecede sanatsal bir inceliğe sahipti; tam anlamıyla büyülenmiştim.

Aslında kaligrafi kursunda öğrendiklerimin gerçek hayatta pratik bir karşılığı olacağı umudum yoktu. Ancak 10 yıl sonra ilk Macintosh bilgisayarını tasarladığımızda hepsini hatırladım. Böylece güzel bir yazı ve baskısı olan ilk bilgisayarı yarattık. Eğer üniversitede o kurslara gitmemiş olsaydım, Mac'in bu derece çeşitli yazı türleri ya da bu derece orantılı aralıklı fontları olmayacaktı. Ve de Windows'un Mac'i taklit ettiği hesaba katıldığında hiçbir masaüstü bilgisayarı bunlara sahip olamayacaktı. Tabii ki, üniversitedeyken bu noktalar arasında bağıntı kurmak mümkün değildi. Ancak on yıl sonra geriye dönüp baktığımda bu bağlantıları kurabiliyorum.
Öte yandan, geleceğe bakarak da noktaları birleştiremezsiniz; yalnızca geriye bakarak bunları birleştirebilirsiniz. Bu nedenle noktaların bir şekilde geleceğinizi şekillendireceğini bilmelisiniz. Yani bir şeye inanmalısınız- yazgınız, yaşamınız, karma, her neyse... Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yarı yolda bırakmadığı gibi hayatımın farklı olmasını da sağladı.

İkinci hikayem sevgi ve kaybetmekle ilgili. Erken yaşta neyi sevdiğimin bilincine vardığım için şanslıydım. Woz ve ben anne babamın evinin garajında Apple'ı yapmaya başladığımızda 20 yaşındaydım. Çok çalıştık ve on yıl içinde ikimizin bir garajda kurduğu Apple 4 bini aşkın çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüştü. Bir yıl önce en güzel ürünümüz olan Macintosh'u yaratmıştık ve ben de 30 yaşıma basmıştım. Ancak daha sonra kovuldum. İnsan kendi kurduğu bir şirketten kovulabilir mi? Apple gittikçe büyüdüğünden şirketi benle beraber yönetebilecek yeteneğe sahip olduğunu düşündüğüm birisini işe aldık ve ilk yıl her şey iyi gitti. Ancak daha sonra gelecekle ilgili görüşlerimizde farklılıklar ortaya çıktı ve kaçınılmaz olarak bir tartışma yaşandı. Bunun üzerine yönetim kurulumuz ondan yana çıktı. Böylece 30 yaşımda kovuldum. Ve de bu, herkesin gözü önünde, gürültülü patırtılı bir şekilde gerçekleşti. Gençliğimi adadığım her şey elimden gitmişti ve bu çok yıkıcı bir şeydi.

Birkaç ay ne yapacağımı bilemeden ortalıkta dolaştım durdum. Bir önceki girişimci kuşağı hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyordum; bana verilen bayrağı elimden düşürmüştüm. David Packard ve Bob Noyce'la bir araya geldim ve her şeyi berbat ettiğim için özür diledim. Apple'dan ayrılmam kamuoyunun gözünde tam bir başarısızlıktı; bu nedenle Silicon Vadisi'nden bile ayrılmayı planlıyordum. Ancak yavaş yavaş bir şeyler kafamda netleşmeye başladı - yaptığım şeyi hala seviyordum. Apple'da yaşananlar bu gerçeği değiştirmemişti. Reddedilmiştim ama hala aşıktım. Böylece yeniden başlamaya karar verdim.

O sıralarda henüz farkında değildim ama Apple'dan kovulmam aslında başıma gelebilecek en iyi şeydi. Başarılı olmanın ağırlığı yerini tekrar başlamanın hafifliğine, her şeyden daha az emin olmaya bırakmıştı. Hayatımın en yaratıcı dönemlerinden birine girmemi sağladı.
Daha sonraki beş yıl içinde NeXT'i ve Pixar adlı bir başka şirketi kurdum; ayrıca karım olacak olağanüstü bir kadınla tanıştım. Pixar'da dünyanın ilk bilgisayar animasyonlu filmi olan "Toy Story" yaratıldı; halen şirket dünyanın en başarılı animasyon film stüdyosu. Öte yandan, Apple'ın NeXT'i satın alması da bir dönüm noktası oldu ve ben böylece yeniden Apple'a döndüm; NeXT'te yarattığım teknoloji Apple'ın halihazırdaki yeniden doğuşunun merkezindedir.

Şuna eminim ki, Apple'dan kovulmasaydım bunlardan hiç biri olmayacaktı. Bu belki acı bir ilaçtı ama hastanın iyileşmesi için bunu alması gerekiyordu. Bazen hayat sopayla kafanıza vurur. Ama inancınızı hiçbir zaman yitirmeyin. Beni ayakta tutan tek şey yaptığım şeyi sevmemdi. Neyi sevdiğinizi bilmelisiniz. Bu sevgilinizi seçmeniz kadar işinizi seçmenizde de önemli bir etken. İş hayatınızın büyük bir bölümünü kaplıyor ve gerçekten tatmin olmanız için de yaptığınızın gerçekten önemli olduğuna inanmak zorundasınız. Eğer neyi sevdiğinizi bulamadıysanız aramaya devam edin. Yerleşmeyin. Her şey gönülle ilgili olduğu için bulduğunuzda zaten anlayacaksınız. Ve de tüm sağlam ilişkiler gibi bu tür ilişkiler de yıllar geçtikte iyileşir. Bu nedenle buluncaya kadar arayın. Yerleşik olmayın.

Üçüncü hikayem ölümle ilgili. 17 yaşındayken şuna benzer bir şey okuduğumu hatırlıyorum:"Her günü son gününüzmüş gibi yaşarsanız birgün mutlaka doğru yaptığınızı anlayacaksınız". Bu söz beni çok etkiledi ve geçen 33 yıl boyunca her sabah aynaya bakıp kendime şu soruyu sordum:"Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı bugün yapmak istediğimi yapar mıydım?" Ve eğer uzun süre üst üste hayır cevabını vermişsem bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincine varmış oluyordum.

Birgün öleceğimi unutmamak hayatta önemli seçimler yapmamda çok önemli bir rol oynadı. Çünkü ölüm karşısında her şey, tüm beklentileriniz, kaygılarınız, başarısızlıklarınız ya da övünçleriniz anlamını yitiriyor ve tek bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Öleceğinizi her zaman hatırlamak kaybetme korkusu tuzağına düşmenizi engelleyen en önemli etkendir. Zaten çıplaksınız. Bu nedenle kalbinizin sesini dinlememeniz için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadar önce bana kanser teşhisi kondu. Pankreasımda bir tümör vardı. O zamana kadar pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bunun tedavi edilemeyecek bir kanser türü olduğunu söylediler, en fazla 3 ila 6 aylık bir ömür biçtiler. Doktorum bana evime gidip bir an önce yarım kalan işlerimi halletmemi tavsiye etti. Yani kibarca "ölmeye hazırlan" dedi.
Kanser teşhisi konduğu gün boyunca bu sözler kulağımda çınladı durdu. Daha sonra aynı gün akşama doğru pankreasıma endoskopi yapıldı ve tümörden birkaç hücre alındı. Beni bayıltmışlardı ama operasyon sırasında yanımda bulunan karım, aldıkları hücreleri mikroskopta inceleyen doktorların birden sevinçle haykırmaya başladıklarını çünkü cerrahi bir müdahaleyle iyileşebilecek, çok ender rastlanan bir pankreas kanseri türünü belirlediklerini anlattı. Ameliyat oldum ve şimdi iyiyim.

İlk kez ölüme bu kadar yaklaşmıştım ve umarım daha uzun yıllar boyunca da bir daha tekrar yaklaşmam. Şimdi bu süreci çok yakıcı bir şekilde yaşadığım için ölümün yararlı ancak salt düşünsel bir kavram olduğuna inandığım zamanlardan daha gerçekçi bir şekilde şunu söyleyebilirim ki, kimse ölmek istemez. Hatta cennete gitmeyi arzulayanlar bile ölmek istemezler. Yine de ölüm hepimizin kaçınılmaz olarak gideceği son durak. Ve bu özelliyle de Ölüm belki de Yaşam'ın en güzel tek buluşu. Ölüm Yaşam'ın değiştirici etkeni. Eskiyi süpürüp yenisine yol açıyor. Şimdi yenisiniz ama bir gün eskiyecek ve ortalıktan kaldırılacaksınız. Bu kadar dramatik konuştuğum için özür dilerim ama bu bir gerçek.

Zaman kısıtlı, bu nedenle başkasının hayatını yaşayarak harcamayın. Başka insanların düşüncelerinin sonucu olan dogmaların tuzağına düşmeyin. Başkalarının fikirlerinin gürültüsünün iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin. Ve de en önemlisi, kalbinizin ve sezgilerinizin sesini dinleyin. Onlar bir şekilde ne olmak istediğinizi biliyorlar. Geri kalan her şey ikincildir.

Gençlik yıllarımda son derece büyüleyici "The Whole Earth Catalog" adında bir yayın vardı; bu o dönemde, benim kuşağımın adeta İncil'iydi. Stewart Brand adlı birisi tarafından yaratılmış ve şiirsel dokunuşuyla hayata geçirilmişti. PC ve masaüstü yayıncılığının henüz gündemde olmadığı 1960'lı yıllardı; her şey daktilolar, makaslar ve polaroid kameralarla yapılıyordu. Bir tür kağıt üzerinde Google söz konusuydu; 35 yıl sonra da Google doğdu.

Stewart ve ekibi "The Whole Earth Catalog"un pek çok sayısını yayımladılar ve artık sürecini tamamladığına inandıkları gün de son sayısını çıkardılar. Bu, 70'li yılların ortalarıydı ve o zamanlar ben siz yaşlardaydım. Son sayının arkasında, maceraperestseniz sizin de karşılaşabileceğiniz, sabah erken saatlerde çekilmiş bir köy yolunun fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da şu sözler yer alıyordu:"Aç kalın. Budala kalın." Bu sözler onların veda mesajıydı. Ben her zaman bunu kendime diledim. Ve şimdi, buradan mezun olup yeni bir hayata başlayan sizlere de aynı dilekte bulunuyorum.

Aç kalın. Budala kalın.

Teşekkür ederim."