31 Ocak 2009 Cumartesi

Yeter Artık...

İnternete 2 gün giremeyince sinirim biraz olsun azalmış ve yazma isteğim kaybolmuştu ama Midget'in kendi blogundaki yazıyı okuyunca tekrar hatırladım sinirimi ve kısa bir yazı yazmak istedim.

Perşembe akşamı Fenerbahçe Ülker ile CSKA Moskova'nın Abdi İpekçi'deki Euroleague 2. tur grup karşılaşmalarının ilkine gittik, gidiş sebebimiz Fenerbahçe'yi destekleme isteğinin yanısıra son 2 yılın Avrupa şampiyonu CSKA'yı görmeyi de içeriyordu. Karşılaşmanın detaylarını Midget'ın yazısında okuyabilirsiniz, yine de çok kısa bir yorum yapmam gerekirse basketbol terminolojisinde "beraberlik hatta öne geçme şansı" kadar sevdiğim bir diğer deyiş olan "bir takım ancak guardı kadar iyidir" önermesi bu maç da kendisini yüzmilyonuncu kez haklı çıkartmıştır. Mortaç tarihinde Fenerbahçemizin en kötü yabancı seçimleri bu senekilerdir.

Yazımın asıl konusu Abdi İpekçi'nin bitmek bilmeyen yönetim beceriksizliğidir. Burada gittiğim her önemli ve kalabalığım ilgisini çeken bir maç sonrasında sinir ve kızgınlıkla söylediğim "bir daha maça Abdi İpekçi'de maça gelmeyeceğim" beyanatı salonun rakipsizliği nedeniyle hep boşa gidiyor. Yaklaşık 10 bin kişilik bir salonun biletli seyirci girişinin tek bir kapıdan 2 turnikeyle yapılması, çıkıştada aynı mantığın sürdürülmesi, yüzlerce araçlık otoparkının sadece 2 çıkışının olması tam bir yönetim beceriksizliği, vurdumduymazlığı ve terbiyesizliğidir. Maç sonrası Midget ve Tolga'ya söylediğimi tekrar söylemem gerekirse bu kepazelikten kim sorumlu ise Allah onların belasını versin. İşinden bu kadar bihaber olan bir yöneticinin veya kadronun böyle bir noktada nasıl varolduğuysa Türkiye'deki özellikle kamuda işlerin nasıl yürüdüğünün bir kanıtıdır. İlla bir panik oluşumu ve sonrasında olası bir can kaybı olmadığı sürece bu işin böyle devam edeceği bellidir.

Ayıptır söylemesi NBA'de de maç izleme şansım oldu ve Abdi İpekkçi'nin herhalde 3 katı büyüklüğündeki bir salona giriş çıkış arabayla ulaşım ve tüm sosyal olanaklar bir organizasyon harikasıydı. Tamam NBA ile Abdi İpekçi salonunu karşılaştıracak değilim ama en azından can kaybı olasılığını ortadan kaldırsalar, ona bile razıyız.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Dövüş Kulübü (yine, yeniden, her zaman)


Pazar sabahı yaptığımız Belgrad koşusu sonrası (yağış olmayan haftasonları Ctesi veya Pazar sabahları koşmaya karar verdik, katılmak isteyenleri bekleriz) yaptığımız güzel kahvaltı sonrasında eve dönünce (Çiler'in doğumgünü dolayısıyla günü kızlarla geçirmesini de fırsat bilerek) uzun zamandır tekrar izlemeyi planladığım Fight Club'ı dvdye koydum ve güzel bir pazar öğleden sonrasında sessiz (Meriç'i de annemlere bırakmıştık) evde, rahat kanepede uzanarak battaniye altında çok sevdiğim bu filmin tadını çıkardım.

Bu bloga birkaç kez çeşitli nedenlerle konu olmuş favori yazarım Chuck Palahniuk'un, yine favori yönetmenlerimden David Fincher'in ellerinde hayat bulan aynı adlı romanından uyarlanan Fight Club (Dövüş Kulübü) bence sinema tarihinin en iyi filmlerinden bir tanesidir. Çok iyi uyarlama senaryosuyla, anlatımındaki ustalığıyla, kurgusunun orjinalliğiyle, oyuncularının olağanüstü yorumlarıyla ve her bir sahnesinin sahip olduğu çalışılmış görselliğiyle her açıdan bir şaheser olarak adlandırılabilir. David Fincher'ın yönetmenlik kariyerine reklam filmleri ve ünlü isimlerim büyük bütçeli müzik klipleriyle başladığını hatırlayacak olursak filmdeki başarılı planları ve görselliği daha iyi anlayabiliriz (gerçi filmdeki eleştiriyi görünce Fincher'ın reklamdan geliyor oluşunu yüzünüzde bir gülümsemeyle karşılıyorsunuz ama neyse). Oyunculuk konusunda ise Brad Pitt (Fincher ile bu film dışında Seven ve The Curious Case of Benjamin Button'da beraber çalışmıştır), Edward Norton ve Helena Bonham Carter'ın her biri döktürmüştür. Pitt'in çılgın, sistemdışı, anarşik karakteri; Norton'un sistemde sıkışmış kalmış, ezik, kafası karışık modern insan tiplemesi ve Bonham Carter'ın genelde Tim Burton filmlerinde görmeye alıştığımız egzantrik, dağınık, yalnız ve çekici kadın tiplemesi kitabın ve filmin anlatmak istediği öyküyü ekrana yansıtmada ciddi birer katkı yapıyor.

Ama ne olursa olsun, bence filmin en önemli yıldızı öyküsü. Palahniuk'un tüm kitaplarına imzasını vuran ama bu kitapta doruğa ulaştığı (bu yorumu filmin etkisiyle de yapıyorum sanırım, diğer kitaplarının hakkını yemeyeyim) tüketim toplumu eleştirisi filmin en vurucu yanını oluşturuyor. Sahip olduğumuz eşyaların zaman içerisinde bize sahip olduklarını öne süren bu eleştiri şok edici bir şekilde kafanıza çakılıyor ve ne kadar da doğru olduğunu düşünüyorsunuz. Zamanımızın neredeyse tümünü (hayatımızı) aslında hiç de ihtiyaç duymadığımız bir dolu eşyaya sahip olmak için harcadığımızı anlayınca birden her şey ne kadar anlamsız gelmeye başlıyor. Etrafımıza şöyle bir baksak, insanların ne koşullarda yaşadığını, çalıştığını gözlemlesek ve şu anda bulunduğumuz yerin aslında bir tesadüf olduğunu, bırakın doğunun ücra köylerinden birisini, Afrika'nın köylerinden birisinde bile doğmuş olabileceğimizi düşünsek ne kadar boş şeylerle uğraştığımızı daha iyi anlarız. İkiyüzlülük yapacak değiilim, daha güzel kıyafetler almaktan tamamen vazgeçeceğimi, param olsa daha iyi bir arabaya yönelmeyeceğimi iddia etmeyeceğim, ama tüketim toplumunun bir parçası olduğumu ve onunla da mümkün olduğunca mücadele etmeye çalışacağımı biliyorum, gerekirse arada bir siz de bana hatırlatabilirsiniz.

Filmle (ve anlattıklarıyla) ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ama benim o kadar zamanım yok ne yazik ki. Ama her zaman oturup üzerinde konuşabiliriz. Son olarak filmin sonuyla ilgili bir yorumum olacak : kitabın sonuyla filmin sonu farklı. Filmin vuruculuğunu artıran sistemin önemli oyuncuları kredi kartı şirketlerinin patlatılması sahnesi, arka fonda çalan Pixies'in "Where is my mind"ıyla çok yaratıcı bir değişiklik olmuş kitaptan. Ve filmin 1999 tarihli olduğunu ve 11 Eylül olaylarının henüz yaşanmamış olduğunu ve 2001 sonrasında çekilmiş olsaydı bu son aynı şekilde çekilebilir miydi sorusuyla yazımı noktalıyorum.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Bu aralar ne dinliyorum?

Yıllar içinde yavaş yavaş oluşturduğum mp3 müzik arşivimi aslında çok da sık kullanmam. Genelde radyo dinlemeyi tercih ederim (son yıllardaki favorim, Türkiye'deki neredeyse her rockseverin tercih ettiği Radyo Eksen), çünkü bu sayede yeni şarkıları, grupları tanıma şansı bulur, hep aynı şarkıları döne döne dinlemeyerek müzik kulağımı ataletten kurtarmış olurum. Müzik arşivime radyoya erişim imkanı olmayan noktalarda veya birden bire aklıma düşen şarkıları dinlemekte kullanırım. Değişik zamanlarda değişen moduma göre bu arşivden değişik şarkılar favori listelerimde daha üst sıralara yükselir ve diğerlerinden daha sık yer veririm. Bu aralar en sık dinlediğim şarkılar :

1. The Zutons : Always Right Behind You
2. Tom Waits : Bad Liver and Broken Heart
3. The Killers : Tranquilize
4. Placebo : Meds
5. Pixies : Debaser
6. Johnny Cash : Hurt
7. Manic Street Preachers : Suicide is Painless

11 Ocak 2009 Pazar

Dali İstanbul'da


Çiler'in hamilelik dönemi ile başlayan ve Meriç'in doğumuyla devam eden yaklaşık son 2 yıllık süreçte normal olarak (biraz da Meriç'in standart dışı zorluklar yaratması nedeniyle) sosyal hayatımızda bir daralma yaşadık, bu süreçte önemli konserler dışında neredeyse hiç sosyal yaşantımız olmadı. Sinemaya ihmal edilebilecek kadar az gittik, tiyatro veya müze ise ne yazık ki bu süreçte hiç yer almadılar.

Sabancı Müzesinde sergilenen Dali sergisi bu süreci kırmak için en uygun fırsattı ve biz de bunu kaçırmadık. Daha önce de bahsettiğim haftaiçi kaçamaklarından birisini yaparak (ama bu sefer kadroyu kalabalık tuttuk ve Çiler, Diler, Midget ve Erman da izin aldı) soğuk bir İstanbul cumasında önce Emirgan Sütiş'de güzel bir kahvaltı ve sonrasında da hemen yan taraftaki Atlıköşk'te Dali sergisi ziyareti yaptık. Sıra beklemek derdiyle uğraşmamak için seçtiğimiz haftaiçi ziyareti fikri işe yaradı ve hiç sıra beklemeden içeri girdik. Sergide bizim gibi yetişkin ziyaretçiler de vardı ama çoğunluğu değişik yaş grupplarından çocuklar oluşturuyordu. Göreceklerini çok da özümseyemeyecekler bile olsa anaokulu öğrencilerini bile orada görmek çok hoşuma gitti ve yeni birer ebeveyn olarak Çilerle beraber hemen Meriç'i böyle sergilere götürdüğümüzü hayal ettik.

3 kata yayılmış sergiyi tatmin edici buldum, Dali'nin en ünlü eserleri getiril(e)memiş olabilir ama bence bu serginin değerinden biraz olsun bile birşey götürmemiş. Asıl önemli olan sanatla profesyonel olarak ilgilenmeyen bizim gibi insanlara Dali'yi daha yakından tanıtmış olmasıdır. Dali'yi sadece sürrealist resimlerinden tanımak açıkçası 20. yüzyılın belki de en önemli ve orjinal sanatçılarından birisine yapılmış bir haksızlık gibi geliyor sergi sonrası. Sergide geçirdiğimiz yaklaşık 2,5 saatlik hızlı tur sonrası keşke biraz daha zaman ayırıp sergide sunulan kulaklık hizmetinden faydalansaydık ve daha da detaylı gezseydik dedim. Sanatın her dalı konusundaki derin beceriksizliğimin farkında olduğumdan olmadığım veya olamayacağım şeyler konusunda üzülmeyi bırakalı çok oldu ama sergi bitiminde içimde oluşan gıpta duygusuna engel olamadım. Sadece yetenekli değil, ondan daha da önemlisi zihni çok değişik çalışan, gerçek bir yaratıcı deha var karşımızda. Resim, grafik, taş baskı, ağaç baskı, sinema, tasarım, yazı ve birçok değişik sanat dalında eserler vermiş Dali. Özel hayatı da sanat hayatı gibi renkli olmuş, 20. yüzyılın neredeyse tamamına (doğum 1904, ölüm 1989) yayılmış hayatıyla belki de dünya tarihinin birçok açıdan en önemli yüzyılına damgasını vuran kritik isimlerden birisi olup çıkmış.

Tüm resimleri ilgimi çekti ama en çok Don Kişot hakkında yaptığı çalışmaları sevdim diyebilirim. Bir de daha önceden biliyordum ama bu sergiyi ziyaret edince hatırladım, en sevdiğim yönetmenlerden birisi olan Hitchcock'un Spellbound isimli filminde bir rüya sahnesi tasarısı da vardır, o da benim için önemli çalışmalarından birisidir Dali'nin.

Şimdi yapılacaklar listeme Dali'nin hayatıyla ilgili bir belgeseli izlemeyi de alıyorum ve siz hala Dali sergisini görmemiş arkadaşlara da sanatla ilginiz ne derecede olursa olsun ayağınıza kadar gelmiş Dali İstanbul'da sergisini kaçırmamanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

The Kinks : Hatred

Tek bir şarkıdan bahsetmek istiyorum. Hayranı olduğum İngiliz müzik ekolünün 60'lı yıllardan bu yana (1996'da resmen dağılmışlardı ama 2008 sonuna doğru tekrar biraraya gelme ihtimalinden bahsetmiş grup üyeleri) varlığını sürdüren başarılı rock grubu The Kinks'in Hatred'ı. Kinks Britpop olarak adlandırılan ve 90'lı yıllarda tavan yaparak günümüzde de etkisini sürdüren modern İngiliz müzik akımını en çok besleyen gruplardan birisi sayılır yaptıkları müzikle.

10 yıl öncesinin Radyo Eksen'i olarak sınıflandırabileceğimiz Kent FM'i (efsane radyo kanallarından birisidir benim için, hatta Radyo Eksen'in çıkış zamanları ile Kent'in son zamanları çakışmıştı da ben yine de hep Keent'i tercih etmiştim) sayesinde tanışmıştım bu şarkıyla. Aklımın bir köşesine not ettiğim bu şarkıyı gelişen paylaşım altyapısı sonrasında biraz geç de olsa geçtiğimiz aylarda arşivime ekleme şansım oldu. Şarkı çok sesliliği, sert ve güçlü vokali, enerjik yapısının yanı sıra ilginç ve çarpıcı sözleriyle de dikkatimi çekmişti. The Kinks'in ön planda olmayan bu şarkıyı siz arkadaşlarımın da keşfetmesini isterim.

Öncelikle sözlerini aşağıya aktarayım (üzgünüm Türkçe'ye çeviremeyeceğim) :

You keep on accusing me
Of making your life misery
But if that's not abusing me, what isn't
You wanna be my friend, well it's too late
My love for you has turned to hate
And i think that it's a permanent condition
You say you wanna make the peace
Smile and turn the other cheek
I can't put myself in such a weak position
Now i'm willing to accept this fate
You and me just can't cohabitate
We agree to hate and that's our last decision

Hatred, hatred
Is the only thing that keeps us together
Hatred, hatred
Is the only thing that lasts forever

Driven by hate, driven by hate
Driven by hate, driven by hate
On the surface i'm a mild-mannered person
That's until you scratch the animal inside
Then you bring out all my animal aggression
I gotta hatred for you that is never gonna die
Driven to hate, driven to hate
Driven to hate, driven to hate

Chorus:
Hatred, hatred
Is the only thing that lasts forever
Hatred, hatred
Is the only thing that keeps us together

While races try to integrate
Nations try to gravitate
Towards equal rights, regardless of religion
Politicians might decree
For the sake of humanity
Love and peace instead of a collision
You and me accept reality
There's no way that we can agree
The world can't make us alter this position
At least you and i know where we stand
We can't be friends, walk hand in hand
My hostility for you defies description

Hatred, hatred
Is the only thing that keeps us together
Hatred, hatred
Is the only thing that lasts forever

Driven by hate, driven by hate
Driven by hate, driven by hate
Hate's the only thing we have in common
There's no escape, we'll always be this way
So we might as well just learn to live together
'cos we're gonna be this way till our dying day
Driven by hate, driven by hate
Driven by hate, driven by hate

Chorus

If you keep on putting me down
Rub my name into the ground
I'll drag the dirt all over town about you
And if you spread the filth on me
I'll only have one remedy
I'll spill the beans, you'll see i've got a mouth, too

Chorus (2x)

Yeah, hatred
Your attitude is downright rude
Your jokes appall me, they're so crude
Why don't you just drop dead and don't recover
I'm the mirror to your mood
You hate me and i hate you
So at least we understand each other
Hatred, hatred is the only thing that lasts, what is it?
Hatred, hatred

Hatred, hatred
Is the only thing that lasts forever
Hatred, hatred
Is the only thing that lasts forever

İlk paragrafı dikkate almayacak olursak aklıma hemen evrensel çağrışımlar geliyor. Günlük yaşamdaki bir çok alanın yanı sıra bence politikaya da rahatlıkla uyarlanabilecek bu sözler (ne de olsa artık politik partiler sahip oldukları görüşleri ön plana çıkartmak ve çözümler üreterek siyaset yapmak yerine yandaşlarını genelde yarattıkları sözde ortak düşmana karşı tetikte tutmak üzerine oynuyorlar) benim aklıma ayrıca Fenerbahçe - Galatasaray ilişkisini de getirdi (ama mizahi yönden bakmanızı rica ederim, politika göndermesi gibi ciddiye almayın). Ne dersiniz...

Madem Kinks'den bahsettim, kapanışı da en iyi 5 Kinks şarkısı tercihimle yapayım :

1. Hatred
2. You Really Got Me
3. Lola Lola
4. Victoria
5. All Day and All of the Night

3 Ocak 2009 Cumartesi

Hala tanışmadıysanız : Alain De Botton

Başlıkta da söylediğim gibi, hala tanışmadıysanız veya adını duyduğunuz halde hala kitaplarını tecrübe etmeye başlamadıysanız bu yazıyı sizi harekete geçirmek için yazıyorum arkadaşlar.

Bloga başladıktan sonra okuduğum kitaplar konusundaki izlenimlerimi (daha çok olumlu olanları) paylaşmak konusunda mümkün olduğunca aktif olmaya çalıştım, arada bir de geçmişe dönük kitap deneyimlerimden haberler vermek istiyorum ama bir neden olmayınca yazamıyorum işte. Sanırım 3-4 yıl önce okuduğum ve çevremdeki birkaç kişiye zorla da olsa okuttuğum bir kitap da bunun örneklerinden, Alain De Botton'un Statü Endişesi. De Botton'un başka bir kitabıyla yaşadığım tatmin edici bir süreçten sonra hem bu kitaptan hem Statü Endişesi'nde hem de yazardan kısaca bahsetmek isterim.

Öncelikle son okuduğum kitabın adı, "Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir". İlk bakışta normal olarak biraz ağır bir kitap izlenimi verse de De Botton'u tanıyanlar buna aldanmayacaktır. O zaman öncelikle Alain De Botton'dan kısaca bahsetmek gerekirse, 1969 İsviçre doğumlu ama yaşamını İngiltere'de sürdüren genç kuşağın en etkileyici Avrupalı yazarlarından birisi. Kitapları filozofik yaklaşımlar içerir, gündelik konuları çok farklı bakış açıları ile inceler, felsefeye karşı olan ön yargılarımızı akıcı dili ile darmadağın eder, detaylı analizleri ile kendi kendimizi keşfetmemize yardımcı olur. Kitaplarından bazılarının isimlerini yazarsam nelerden bahsettiğini görebilirsiniz : Aşk Üzerine, Romantik Hareket, Seyahat Sanatı, Mutluluğum Mimarisi... Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir temeline ünlü Fransız yazar Marcel Proust'u alır ve onun üzerinden örneklerle bize gündelik yaşamımıza dair ipuçları sunar, farkında olmadığımız ama okuduğumuz an tıpatıp bizim de içinde bulunduğumuz ortamları anlatır, öyle bir kaygısı olmasa da çözümler sunar, ya da en azından farkındalık yaratması sayesinde bize adım atmamız için imkan verir. Hemen söyleyeyim Proust'u hiç okumadım, açıkçası önümüzdeki 10 yıllık kalkınma planımda da yer almıyor ama edebiyattan biraz da hoşlanan birisi olarak bu magazinsel kişilikle tanışmak için de iyi bir fırsat bu kitap. Kesinlikle önerebileceğim ve kişisel garanti verebileceğim bir kitap.

Alain De Botton ile tanışmamı sağlayan kitap olan Statü Endişesi (De Botton'u bana ilk duyuran ise eğer yanlış hatırlamıyorsam İlker Y. idi, ona da teşekkür edeyim buradan) ise benim en sevdiğim 10 kitap listeme kesinlikle girecek bir kitaptır. Yalan söylemeyeyim, üzerinden bu kadar zaman geçtiği için içeriği konusunda çok detaylı bilgi veremeyeceğim (okuduğum kitapları genelde kısa sürede unuturum, ya iyi zaman geçirmemi sağlamış olurlar ya da içerikleri ile bana yaptıkları kişisel katkıları hareketlerime, karakterime yansır derinden ama anlat derseniz anlatamam) ama insanın varoluşundan bu yana baskı unsuru olan, modern yaşamda ise teknolojik imkanlar nedeniyle iletişimdeki gelişmeler sonrası tavana vuran statü sahibi olma içgüdüsünden bahsediyor kitap. Kitap konusunda söyleyebileceğim, okuyunca kendinizi büyük bir baskıdan kurtulmuş olarak hissettiğiniz ve mutlu olduğunuzdur. Bunu sadece ben değil zorla okuttuğum Çiler de kardeşlerim de teyit etti. Böylece size etti ikinci mutlaka okunması gereken De Botton kitabı.

Yukarıda önerdiğim iki kitabı okuduktan sonra büyük ihtimalle siz de benim gibi De Botton'un hayranı olacak ve diğer kitaplarını da okuyacaksınız. Okuduğum diğer kitapları bu ikisi kadar olmasa da yine iyiler, şimdi son çıkan kitabını aldım kısa bir süre sonra onu da okumayı planlıyorum : Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı. Adı bile çekici...