28 Mart 2009 Cumartesi

Who Watches the "Watchmen"?


Okumayı her zaman çok sevmiş bir kişi oldum ama geçmişe bakacak olursam düzenli bir kitap okuyucusu olmam lisenin sonlarına doğru başlar ve üniversite yıllarında son gazla devam eder. Bu noktada ona çıkan en önemli kriter okula giderken geçirmek zorunda kaldığım uzun zaman dilimidir. Neredeyse her gün otobüste ve minibüste geçirdiğim yaklaşık 3 saatlik uzun süreyi değerlendirmek için kitap okumak en çekici ve mantıklı çözümdü. Zamanla alışkanlığa dönüşen bu eylemin tek kötü tarafı şimdi bile evde kitap okumak için bir istek duymamam ve kitap okumayı genelde yolda geçirdiğim süreye bırakmam.

Kitap okumaya bu kadar yoğunlaşmadan önce de okurdum, ne bulursam okurdum şeklindeydi gerçi. İlkokul döneminde haftasonları eve gazete alınırdı, onları okurdum ya da yazları babamın yanına dükkana gittiğimde gün içerisinde satır satır gazetenin her yerini okurdum (ilk okuduğum gazete artık olmayan Günaydındı). Ortaokula başladığımda ise artık kendi harçlığımla gazete almaya başlamıştım, okuldan dönüşte artık öğleden sonra bile olmuşsa da servisten indiğim yerdeki gazete bayiinden gazetemi alır ve eve gider gitmez okurdum. Gazete dışında çocuk dergileri de vardı, Milliyet Çocuk ve Can Çocuk dergileri bunlardan en önemlileriydi. Şimdi artık öyle bir noktadayım ki, ilkokul çağıma geri dönmüş gibiyim, haftaiçi iş yüzünden gazete okuyamıyorum, akşamları eve geldikten sonra gazete okumanın bir anlamı kalmamış gibi geliyor (gelse de, Meriç yüzünden zaman yok artık), haftasonlarının en güzel yanlarından birisi evde kahvaltı ve sonrasında gazete okumak oluyor. Dikkat ettiyseniz internetten gazete okumayı bu kategoriye sokmuyorum, çünkü kesinlikle aynı şey değil. Tabii ki fırsat buldukça bazı gazetelerin anasayfalarına göz atıyorum ama bu girişim normal olarak anasayfaya sıkışmış "şok, şok, şok" şekline sunulmuş haberlerle kısıtlı kalıyor. Veya herhangi bir haberin birkaç kelimeden oluşan giriş kısmından o haberin geri kalanının ne getireceğini tahmin edip linki tıklamak ve ilgini çekebilecek bir habere ulaşmayı ummaktan öteye geçmiyor. Ama gazetenin sayfalarını çevirmek, kişisel ilgini çeken haberlerin yanısıra gelişigüzel haberlerle karşılaşmak, bir sayfadan diğerine geçmek için yaprak çevirirken az önce gözden kaçırdığın bir haberi son anda görmek ve yaprağı geriye çevirirken hissettiğin o sanki çook önemli bir bilgiye ulaşmak üzereymişsin duygusunu yaşamak ve daha bir çoğu.

Yine asıl yazmak istediğim konuya erişemeden uzun bir giriş yazısı yapmış oldum. Bu yazının konusu okuduğum en son kitap : Watchmen. Time dergisi tarafından tüm zamanların en iyi 100 romanından birisi olarak gösterilen bu roman aslında bir "çizgi roman". Türkiye'de pek alışık olmadığımız çizgi roman kültürünün en başarılı örneklerinden birisi olan bu 1986 tarihli çizgi roman benim de ilk okuduğum çizgi roman olma özelliğini taşıyor. Burada dikkat edilmesi gereken ve yukarıda uzun bir girizgah yapma nedenim olan konu şu, çizgi roman deyince bizim aklımıza Teksas ve Tom Miks tarzı örneklerin gelmesi. Yukarıda çocukken okuduklarım arasında geçirmeyip buraya sakladığım materyallere gelirsem, çocukluğumun en çok zevk aldığım okuma seanslarını Tom Miks, Süpermen, Örümcek Adam, Zagor, Çelik Blek gibi kahramanlar renklendirirdi. Bir de, bu yabancıların yanında şu anda aklıma gelen tek Türk kahraman vardı, Yüzbaşı Volkan. Çok net hatırlamasam da havacılık merakımın belki de çıkış noktalarından birisini oluşturuyor olabilir. Mümkün olduğumca harçlıklarımla alır, kuzenlerimin arşivlerine dadanır ve bulabildiğim tüm çizgi romanları okumaya çalışırdım.

Ama Watchmen'i yukarıda saydığım çizgi romanlarla aynı kategoriye sokmak doğru olmaz. Bir kere Watchmen gerçekten de bir "roman" ama çizgiyle anlatılıyor. Alan Moore tarafından yazılmış (Moore'un bir diğer ünlü eseri de "V for Vendetta") ve Dave Gibbons tarafından resmedilmiş bu roman, zamanında 12 fasikül halinde yayınlanmış ve bitmiş. Yeni yeni maceralar çıkartıp bir seri halinde devam ettirilmemiş, ilk farkları bu. En önemli fark ise sahip olduğu derinlik ve anlattığı hikayenin rahatlıkla tüketilen bir konu olmaması. Karşımızda iyi çalışılmış bir altyapı, insani yanları detaylandırılabilmiş maskeli kahramanlar, soğuk savaş döneminin sonlarına denk gelen bir süreçteki dünyanın politik yapısı var. Kitabın konusunu kısaca anlatmak gerekirse, arka planda 1930'lu yıllarda birkaç kişinin sokaktaki şiddete dur demek için maskeli kahraman haline dönüşmesi (ama hiçbiri süper güçlere sahip değil) ve toplum ile bu kahramanlar arasındaki 50 yıllık bir sürecin anlatıldığı, ön planda da 1985 yılı sonlarında Amerika - Rusya arasında bir gerginlik ve artan nükleer savaş tehlikesi ile artık yasadışı (ve yaşlanmış) olan maskeli kahramanların birer birer saldırıya maruz kaldığı ve nedenlerini araştırdıkları bir hikaye sözkonusu. Edebi anlamda çok başarılı ve hatta ağır bir kitapla karşı karşıyayız, hele bir de (Türkçesi yok ne yazık ki) ingilizcesinin ağırlığı kitaba daha çok odaklanmanızı gerektiriyor ki, bu da hikayeye daha iyi girmenize neden oluyor.

Ben kitabı Londra'dayken almıştım ama eminim Türkiye'de de vardır, sadece aramak gerekir (Beyoğlu'nda ve Kadıköy'de yurtdışından kitap getiren kitabevleri veya çizgi roman konusunda uzmanlaşmış kitapçılar var) ya da benimle temasa geçin, seve seve paylaşırım. Şimdi iki hedef var : 1. Watchmen'in beyaz perdeye aktarılmış halini seyretmek 2. Beyaz perdede halihazırda görüp beğendiğim V for Vendetta'nın çizgi romanını bulup onu da okumak.

Not 1 : Watchmen adı M.S. 1inci yüzyılda yaşamış Romalı bir şair olan Juvenal'in latince "Quis custodiet ipsos custodes?" satırlarının ingilizce çevirilerinden birisi olan (birden fazla şekilde çevrilebiliyor anlam olarak) "Who watches the watchmen?"den geliyor. Sırf bu cümle bile tarih boyunca çok fazla romana, tartışmaya, filme konu olmuştur. Bizi korumayı görev edinmiş kişileri kim koruyacak ya da daha doğru bir tabirle bizi bizim için gözetlediklerini söyleyen kurumların hadlerini aşmadıklarını kim gözlemleyecek...

Not 2 : Watchmen'i bana ilk yıllar önce İlker Y. önermişti ama bir türlü fırsat bulamamıştım. Ona da bu önerisi için teşekkürler.

26 Mart 2009 Perşembe

Rahat bırakın şu Beatles'ı !!!

Türkiye'de görmeye alışık olduğumuz gereksiz demagojiler sayesinde medya manşetlerine taşınma olayı İngiliz medyasında özellikle de spor medyasında da çok rastlanan bir durumdur. Bir de, İngiliz medyasında görmeye alışık olduğumuz bir diğer demagoji örneği de genellikle müzik piyasasında kullanılan Beatles benzetmesidir. Her başarılı şarkıcının ya da grubun kırdığı herhangi bir plak satış rekoru, konserine çektiği izleyici sayısı vb. parametreler hemen Beatles ile karşılaştırma bahanesi olarak kullanılırlar.

Bu Beatles ile sidik yarıştırma çabasında futbol da karıştı geçtiğimiz günlerde. Liverpool'un ispanyol defans oyuncusu Arbeloa medyaya verdiği bir röportajda "Eğer bu sene Premier Lig ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandıkları takdirde Beatles'dan bile daha ünlü olacaklarını" yumurtlamış. Tamam işin içinde biraz şaka faktörü vardır, tamam medyada sürmanşet olmak için böyle "çekici" mesajlar olmak gerekir ama yine de bazı dokunulmaz alanlar vardır, onlara bulaşmamak gerekir diye düşümnüyorum. Beatles da bunların en önde gelenlerinden birisidir, dağılmış olmalarından neredeyse 30 yıl sonrasında bile isimlerinin hala bu kadar ön planda olması nasıl bir fenomen olduklarının göstergesidir.

Ben yapmaya üşendim, o zaman Midget kardeşimizden en iyi 5 Beatles şarkısı listesi isteyelim.

15 Mart 2009 Pazar

Londra İzlenimleri


1 günlük kısa bir iş ziyaretini uzun bir haftasonuna çevirmek suretiyle yıllardır görmek istediğim Londra'yı ziyaret etme şansı buldum geçtğimiz hafta. İşin bir güzel tarafı da yalnız başına dolaşmak zorunda kalmamak oldu ve İlker'in de Paris'ten katılımıyla iyi bir gezi arkadaşına kavuşmuş oldum.

Londra'nın Stansted havaalanına yaptığım yolculuk sonrası hemen terminalin alt katından kalkan Stansted Express adlı tren ile 45 dakikada Londra merkeze vardım ve oradan da metro aktarması ile otelin olduğu London Bridge'e ulaştım. İlker ile buluşmak, otele yerleşmek derken akşamı bulduk ve o saatten sonra ne yapalım diye düşününce uzun zamandır görüşmemiş olmanın getirdiği muhabbet ihtiyacını da rahatlıkla gidermek için şehrin en hareketli kısımları olarak adlandırılan Piccadilly - Trafalgar - Soho taraflarına elimizdeki haritanın yardımıyla yürüyerek gitmeye karar verdik. Hava, Londra'yı görmüş herkesin gitmeden önce uyardığı gibi gerçekten de soğuktu ve biz de ellerimiz, kulaklarımız donarak ve ertesi gün eldivenlerimizi, berelerimizi yanımıza almamayı unutmamak için yemin ederek uzun bir yürüyüşle Trafalgar, Soho, Piccadilly taraflarını keşe çıktık. Şehirle ilgili ilk görüşlerim puslu bir havanın getirdiği kasvetli bir atmosfer ve bununla taban tabana zıt hareketli, coşkulu bir yaşam tarzı oldu. Yaş ortalaması 30'un altında olarak gözlemlediğim önemli bir gençlik grubu tüm bu hareketli mahalleleri doldurmuş, sağa sola bir yere yetişmek için koşturuyordu. İlk önce cumartesi akşamı olmasına yorduğumuz bu hareketlilik ertesi iki akşamdan sonra fikrimizi değiştirmemize ve şaşkınlıkla pazartesi akşamı ile cumartesi akşamı arasında önemli bir fark olmadığını görmemizi sağladı. İlker de ben de Londra'nın gece hayatının şimdiye kadar gördüğümüz tüm şehirlerden daha fazla olduğu konusunda hemfikir olduk. Ha diyeceksiniz, kardeşim siz ne yaptınız, hiç bir şey !!! Tüm gezi için konuşacak olursam gündüz yorgunlukları nedeniyle geceleri erken diyebiliceğimiz saatlerde noktaladık ve gücümüzü daha çok gezmek için sakladık. Hedefimiz, Londra'ya yapılacak bir sonraki geziyi gece hayatına odaklanacak şekilde planlamak.


Şehirdeki ikinci günümüzü biraz daha entelektüel geçirmeye karar verdik ve günümüzü Tate Modern ile British Museum'u gezmeye ayırdık. Kişisel ukalalık yapacak olursam sanırım bu iki müzeyi de gördükten sonra bazı kaynaklara göre dünyanın en çok ziyaret edilen ilk 5 müzesini görmüş oldum; 1. Louvre (Paris) 2. Centre Pompidou (Paris) 3. Tate Modern 4. British Museum 5. Metropolitan (New York). Bunların dışında çok önemli isme sahip olan İstanbul'umuzun Topkapı Müzesi ve Kahire'deki Kahire Müzesini de görmüş olduğumu da söylersem geriye sadece İtalya'daki müzeleri görmek kaldı diyebilirim. Özellikle Roma ve Floransa'yı görmek için sabırsızlanıyorum. Tate Modern, adından da anlaşılabileceği üzere modern sanat müzesi olarak dizayn edilmiş bir müze. Tate grubunun bir kaç adet daha müzesi var, Londra'da ve İngiltere'de. İkinci Dünya Savaşı sonrasında enerji santrali olarak inşa edilmiş büyük bir tesis daha sonra güzel bir dönüşüm geçirerek müzeye dönüştürülmüş. Müzeyi ziyaret etmek ücretsiz, isteyenler etrafa konmuş kavanozlara istedikleri kadar miktar atarak müzeye bağış yapabiliyor. Sadece özel sergilere girmek için ücret söz konusu. Müzede modern sanatın başarılı örnekleri var ama çoğunlukla resim sanatı ön plana alınmış. Kişisel görüşüm Paris'in modern sanat müzesi olan Centre Pompidou'nun daha başarılı olduğu yönünde.

British Museum ise tam tahmin ettiğim gibiydi, zaten bir önyargıyla gittiğim için müzeyi gezerken hem hayranlıkla etrafı seyrettim hem de İngilizlere bol bol giydirdim. Dünyanın dört bir yanından toplanmış (!) eserleri çok güzel bir şekilde sergiliyorlar, o açıdan çok takdir edilecek bir mekan ama aynı zamanda tüm bu eserlerin çoğunun nasıl oraya götürüldüğünü bilince insan sinirlenmeden duramıyor. Mısır, Yunan ve Anadolu tarihinin en güzel örneklerini bu müzede görebilirsiniz. Bu müzeye de giriş ücretsiz ve müzenin hemen çıkışında ulaştığınız Oxford Street Londra'nın en hareketli alışveriş caddelerinden bir tanesi.

Oxford caddesini baştan sonra kadar yürürseniz ünlü Hyde Park'a ulaşıyorsunuz hem de tam Speaker's Corner denen ve Pazar sabahları birşeyleri protesto etmek isteyen insanların ortaya çıkıp rahatlıkla seslerini yükseltebildikleri köşeye. Ne yazık ki biz zamanlama hatası yaptık ve güzel bir tecrübeden mahrum kaldık. Londra'da geçirdiğim 3 günde beni en çok şaşırtan şeylerden bir tanesi gece, gündüz farketmeksizin şehrin her yerinde, her hava durumunda koşan insan sayısının fazlalığıydı. Onlarca onlarca insan bir o yana bir bu yana buz gibi havada şort / tşörtlerle koşuyordu.

Trafiğin ters yönde akmasının yaya olarak şehri gezerken bile bu kadar kafamı karıştıracağını düşünmemiştim, her karşıdan karşıya geçme girişiminde her ihtimale karşı her iki yönü de kontrol etmekten boynum ağrıdı diyebilirim. Londra belediyesi Allah'tan herhalde turistleri de düşünerek tüm yaya geçitlerine üstteki fotoğrafta da göreceğiniz üzere "Sola bakın", "Sağa bakın" şeklinde uyarılarak boyayarak olası turist kazalarının önüne geçmeye çalışmış, çok hoş bir düşünce, iyi bir belediyecilik örneği.

Yine daha önce Londra'yı görmüş herkesin söylediği gibi şehir gerçekten de çok pahalı. Kimse İstanbul'a pahalı demesin, New York'a gittiğimde oradaki fiyatlar çok da rahatsız etmemişti ama Londra'da gözüm faltaşı gibi açıldı fiyatları gördükçe. Tek yön metro fiyatı 4 pound (şu aralar 1 pound yaklaış 2.5 tl), günlük abonman 5,5 pound civarı. Ortalama bir restoranda yemek yemek adambaşı 20 pounda patlıyor minimum. Londra'nın çok da özel bir mutfağa sahip olmamasını da fırsat bilerek (aslında Hint ve Uzakdoğu mutfağının başarılı örnekleri vardı ama ben bu mutfakları sevmediğim için bunlara gitmedik) 1-2 öğünümüzü Pizza Hut, McDonald's gibi yerlerde geçiştirdiğimizi saklamayacağım. Dünyanın neresine giderseniz gidin kapısında içeri girdiğinizde neyle karşılaşacağınızı, yiyeceklerin ne olduğunu bildiğiniz bu tarz ünlü fast food zincirleri bence turistler ve iş nedeniyle sık sık seyahat eden insanlar için çok önemli mekanlardır.

Londra da, Paris kadar olmasa bile çok sayıda turist çeken bir şehir ve görebildiğim kadarıyla bu sayının önemli bir yüzdesini Fransızlar oluşturuyor, bunda herhalde Paris - Londra arasının trenle 2,5 saat olmasının önemli bir payı var. Bir de turistlerde gözlemlediğim bir şey ise yaş ortalamasıydı. Londra'ya giden turistlerin yaş ortalaması İstanbul'a veya Paris'e gelen turistlere nazaran daha düşük geldi bana. Bu da gece hayatının daha renkli olmasının nedenlerinden birisi olabilir belki.

Son olarak, İngiliz tiyatro dünyasının hareketliliği Londra'ya da başarılı bir şekilde yansımış. Londra'nın Broadway'i diyebileceğimiz West End'de onlarca müzikal, tiyatro seçeneğine ulaşabilirsiniz. Operadaki Hayalet, Aslan Kral, Mamma Mia gibi büyük prodüksiyonları, Onikinci Gece, Hırçın Kız gibi Shakespeare klasiklerini ve bir önceki yazıma konu olan 39 Basamak gibi modern oyunları görebilirsiniz. Son gecede yaşadığımız 39 Basamak benim Londra'daki en vurucu anlarım dersem yalan olmaz.

Sabiha Gökçen'den Easyjet ve Pegasus şirketlerinden ucuza alınabilecek Londra biletleriyle artık eskisi kadar uzak bir şehir değil Londra. Hedefim, Meriç'in izin vermesi durumunda yıl sonu gelmeden Çiler'le 1-2 geceliğine kaçmak ve bir müzikal ve bir tiyatro oyunu görmek.

14 Mart 2009 Cumartesi

The 39 Steps


Bu yazıyı Hakan'ın vereceği tepkileri tahmin ederek yüzümde bir gülümsemeyle yazıyorum ama bu gülümsemenin kaynağı sadece onun o kendine has yorumları değil (herhalde o yorumlardan bir iki tanesini bu yazıya ekleyecektir) aynı zamanda yazıya konu olan tiyatro oyununun halen üzerimde yarattığı etki.

Geçtiğimiz haftasonu Londra'ya yaptığım ziyaretin son gecesinde gezi arkadaşım İlker'i de ikna ederek o ünlü West End gösterilerinden nispeten en az şatafatlı olan bir tanesini seçerek "The 39 Steps" adlı tiyatro oyununa gittik. BAAL'in hazırlık sınıfının sonunda (ya da Orta 1'de de olabilir; 21 sene öncesinden bahsediyoruz burada, çok da net hatırlamıyorum, tamam mı) ingilizceyi yeni öğrenmişken okuduğum John Buchan'ın bu casusluk romanı asıl ününü Alfred Hitchcock'un 1935 tarihli aynı adlı filminden yapar. İlk okuduğum inglizce kitaplardan birisi olması ve en sevdiğim yönetmenlerden birisi olan Hitchcock'un biyografisinin bir parçası olmasının getirdiği kişisel değerlerin üzerinde oyun hakkındaki etkileyici yorumları da görünce kısa Londra ziyaretimin tek atışlık seçimini bu oyundan yana yaptım normal olarak.

Bir casusluk romanı olduğunu bildiğim için oyun için yapılan sezonun en başarılı komedilerinden birisi olduğu reklamlarını biraz şaşkınlıkla karşıladım ve bu da karşımda gerçekten de farklı bir oyun olduğunun ilk işaretiydi. Normalde 45 pounda satılan biletleri oyundan 30 dakika öncesinde yarı fiyatına alarak tiyatroya girdik ve küçük-orta ölçekli bir salona yerleştik. Herhalde balkonuyla beraber yaklaşık 200 kişilik salonun bir pazartesi akşamı olmasına rağmen yüzde 90'ı dolu gibiydi. Her yaştan izleyicinin oluşturduğu seyirci topluluğu tam zamanında başlayan oyuna daha ilk dakikasından itibaren hemen kanalize oldu. Oyunun ilk 5 dakikası nispeten durgun bir şekilde ve bir monologla başladı ama sonraki 1 saat 30 dakika tam anlamıyla bir tiyatro şöleniydi. Neden bu kadar heyecanlandığımı anlatmam biraz zor olacak, çünkü Türkiye'de tiyatro genellikle düz bir mizansenle sahneye konan eserlerden oluşur. Genelde eserlerin etkileyiciliğine ve (Allah'tan) Türkiye'de fazlasıyla sahip olduğumuz oyunculuk yeteneklerine dayanır tiyatro oyunları. Sinema sektöründe özellikle son 20 yılda yönetmenlerin iyice ön plana çıkmaya başladığı süreç tiyatro eserlerinde en azından Türkiye için henüz başlamadı gibi birşeydir. (Şimdiye kadar sadece Haluk Bilginer'in "Ermişler ya da Günahkarlar" oyununun yönetmeni Işıl Kasapoğlu'nun oyunun normal akışından bağımsız yöentmenlik müdaheleleri yaptığına şahit oldum, çok hoşuma gitmişti.)

Tam olarak neden bahsettiğimi ifade etmeye çalışırsam, koskoca bir casusluk hikayesinin sadece 4 oyuncuyla oynanmasını, bu 4 oyuncudan 2 tanesinin yaklaşık 10 farklı karakteri neredeyse sahneyi bile terketmeden canlandırması, sahneler arasındaki geçişlerin çok hızlı ve yaratıcı şekilde gerçekleşmesi (örneğin bir sahnede ceseti bulan hizmetçinin çığlığının tren düdüğü şeklinde çıkması ve sahneye aynı anda oyuncak bir trenin çıkması ile seyircilerin sahnenin doğal olarak bir tren istasyonuna dönüştüğünü algılaması), oyunun komedi yanının çok iyi karikatürize edilmesi, bir sahnenin tamamen gölge oyunuyla sahnelenmesi vb. Bir de, hikayenin bu kadar ünlü olmasının nedeni dediğim Hitchcock'a bir iki yerde yapılan göndermeler de hem beklenen hem de hoş bir jestti.

Oyunun mizansenini bu kadar ön plana çıkartırken oyunculuğu arka plana atmak istemem. Çok net ifade etmem gerekirse, şu ana kadar izlediğim en iyi tiyatro oyunculuğuna şahit oldum diyebilirim. Özellikle, oyunda yaklaşık 10 farklı rol üstlendiklerini söylediğim 2 oyuncu dehşet bir oyunculuk gösterisi ortaya koydular. Oyunun mizanseni ne kadar iyi olursa olsun iyi oyunculukla desteklenmemiş olsaydı o kadar yaratcılık çok amatörce görünür ve tam bir hayalkırıklığı yaratırdı.

39 Basamak şu anda İstanbul'da Kenter Tiyatrosu bünyesinde sergileniyor ve websitesindeki fotoğraflardan anladığım kadarıyla mizansen tamamıyla aynı. Hatta görebildiğim kadarıyla dünyanın dörtbir yanında tamamen aynı mizansen ortaya konuyor ama Londra'da izlediğim oyundan daha iyi olabilirler mi çok emin değilim. En basitinden hikayenin orjinal olarak İngiltere ve İskoçya'da geçiyor olması nedeniyle Londra'daki İngiliz oyuncular çok güzel bir şekilde aksan çeşitlemeleri ile oyunda güzel açılımlar yapabiliyorlardı. Örneğin Türkçe sahnelenecek oyunda bu tarz çeşitlemeler göremeyeceğiz (ya da iyi bir yönetmenlik müdahelesi ile görebiliriz de). Neyse 2 Nisan'ıı bekleyip göreceğiz, Kenter Tiyatrosu'nda 39 Basamak'ı görmek için hedeflediğimiz tarih bu. 2 Nisan sonrası "39 Basamak" adlı bir entry ile görüşmek üzere, inşallah aynı duygularla yazıyor olurum.