20 Şubat 2011 Pazar

Seriye baglanmis halde Hornby

Blogdaki son 2 kitap yazima bakarsaniz Nick Hornby'nin nispeten kisa derlemelerini okudugumu ve cok begendigimi gorursunuz. Hornby'nin kivrak ve zeki kaleminin tadini alinca acikcasi ara vermeden rafta okunmayi bekleyen romanlarindan birisine gecis yaptim, Juliet Ciplak.

Spor ve muzikle fazlasiyla icice olan Hornby'den yine cok dahiyane bir kitap adi ve fikriyle karsi karsiyayiz. Bilmiyorum muzik endustrisinde daha once kullanilmis bir kalip midir ama kitabin adi, "Juliet" adli bir albumun bildigimiz tabiriyle unplugged olarak piyasaya surulmus versiyonuna "Juliet, Ciplak" denmesinden geliyor. Kitap 80'lerin basinda birdenbire muzik yapmayi birakan ve inzivaya cekilen (burada da edebiyata ufak bir gonderme var denebilir, bkz. JD Salinger) Tucker Crowe ve onun bu kaybolusu sonrasi onu bir tur dahi olarak goren ve kaybolusu da dahil olmak uzere yaptigi her hareketin arkasinda bir anlam arayan ve internet uzerinden iletisim icinde olan insanlardan (aslinda ozellikle 2 tanesinden) bahsediyor.

"Juliet, Ciplak" Hornby'nin bir suredir ortaya cikardigi bence-vasat (Hornby standartlarina gore) romanlardan sonra kesinlikle bir geri donus olmus. Belki de dogru bir zamanda okudugum icin boyle hissediyorumdur bilmiyorum. İnsan iliskileri, hayatin cok hizli akip gitmesi, cocuk sahibi olmanin (ya da olmamanin) getirdigi baski gibi bircok konu uzerinde cok zekice gozlemler ve diyaloglar ortaya koyuyor. Kitap cok akici ve zekice yazilmis, hem zevkle okuyor hem de ayni anda derin dusuncelere dalabiliyorsunuz, mutlaka okumanizi tavsiye ederim.

Son olarak, kitaptan bir alinti, "... birinin ne hissettigini tatminkar bir bicimde ifade etme yetersizliginin, bizlerin ebedi trajedilerinden birisi oldugunu ifade etmeye calisiyordu."

9 Şubat 2011 Çarşamba

Bir sürpriz faktörü denemesi : Isobell Campbell ve Mark Lanegan

Geçtiğimiz cumartesi akşamı İstanbul'un nispeten yeni denebilecek konser mekanlarından Salon İKSV'de Isobell Campbell ve Mark Lanegan konserdindeydik Çiler'le. Bu konserin duyurusunu gördüğümde okuduğum kısa tanıtım yazısındaki "Belle and Sebastien" ve "Screaming Trees, Queens of the Stone Age" referanslarını görünce isimlerini açıkcası parçaları oldukları gruplar dışında hiç duymadığım bu iki ismin konserine biraz sürpriz faktörü olsun diye biraz da uzun süredir dışarı çıkmamış olmanın getirdiği hınçla gitme kararı verdim.

Öncelikle ilk defa görme şansı bulduğum mekandan bahsetmek istiyorum. Salon İKSV Şişhane'de Haliç'ten Tarlabaşı'na giden yol üzerinde hemen yol kenarında güzel bir lokasyona sahip. Hemen metro durağının çıkışında, etrafında bir sürü park yeri var, Tünel'e yürüyerek 5 dakika mesafede... Mekan hakkında sıfır bilgiyle gittiğim için ne ile karşılaşacağım konusunda pek bir fikrim yoktu, o nedenle içeri girince biraz şaşkınlık yaşamadım dersem yalan olur, çünkü karşımızda tam anlamıyla Babylon'un bir türevi vardı. Aynı ebatlar, benzer bir sahne, aynı balkon tipi ve bar formatı. İlk düşüncelerim İstanbul'da Babylon gibi güzel ve kaliteli bir mekan varken İKSV neden onlara alternatif bir yer yaratma gayretine girdi oldu, halbuki kaynaklarını önemli isimler getirmeye ayırabilir ve Babylon'u bu isimlerin sahne alacağı mekanlardan birisi olarak destekleyebilirdi. Ama biraz daha düşününce Babylon'un halihazırda yeterince iyi isimlere evsahipliği yaptığını ve Pozitif sayesinde kendi organizasyonlarını da düzenlediğini dikkate alınca biraz rekabetin iyi olacağını ve mekanların kalitesini artıracağını anladım. Hele bir süre önce Babylon'daki Tindersticks konserinde yaşadığımız konser esnasında bir türlü eksilmeyen bar gürültüsünü hatırlayınca açıkçası iyi de olmuş dedim. Gerçi burada da konser başladıktan sonra devam eden bar kargaşasını görünce tam sinirlenmeye başlamıştım ki, barın ışığı söndü ve sesler neredeyse sıfıra indi, hizmet vermeyi tam anlamıyla durdurdular mı emin değilim ama konserin ortamını bozacak hiçbir ses çıkmadı diyebilirim, umarım bu hassasiyetleri hep sürer.

Konsere geçecek olursak çok fazla birşey söyleyemeyeceğim ama sürpriz faktörü beni hayal kırıklığına uğratmadı. Yumuşak, derinden, fısıldarcasına şarkı söyleyen Campbell ile güçlü ama bir o kadar kontrollü, rock temelli Lanegan'ın birlikteliği ilk başta çok tezat gözükmesine rağmen çok ilginç bir sonuç ortaya çıkmış. Arkalrında yer alan bir gitar ve kontrbas ile akustik bir ortamda genelde çok yavaş ve yumuşak şarkıları tek tek çok güzel ve kaliteli olmalarına rağmen arka arkaya 15 tanesini dinleyince açıkçası biraz terapi gibi oldu. Çıkışta kulak misafiri olduğumuz bir diyalogda yapılan bir tespite katılmamak elde değil, "hadi eve gidip uyuyalım, tam o moddayım." Bu hissi yukarıda bahsini ettiğim Tindersticks konserinde de yaşamıştım, Tindersticks favori gruplarımdan birisi olmasına rağmen arka arkaya 15 şarkısını dinlemek açıkçası eğer fazlasıyla down modda değilseniz (ki o halde de dinlemek iyi gelmez herhalde) ya da down olmak gibi özel bir isteğiniz yoksa fazla geliyor.

Son olarak konser sonrasında okuduğum yazılardan bazılarında Lanegan'dan bahsederlerken Tom Waits'e benzettiklerini gördüm. Waits'in gençlik zamanlarındaki konserlerini bilmiyorum ve kayıtlarını da izlemedim ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki 2008'de izlediğim Tom Waits izleyicisini idare etmeyi çok iyi bilen, onlarla iletişim içinde olan bir müzisyendir, Lanagean ise tüm konser boyunca kafasını nerdeyse yerden hiç kaldırmadan şarkılarını söyledi ve gitti. Bunu cool olarak adlandırmak bence çok saflık olur; aynı şekilde vokallerini de en azından bu performansıyla karşılaştırmak istemem, Lanegan'ın iyi olduğu belli ama referans olarak Tom Waits'i alırsanız Lanegan'ı harcarsınız bence.