29 Ekim 2008 Çarşamba

Kısa Kısa

Bitmek tükenmek bilmeyen Atina günlerimin iyice bunaltması nedeniyle hiçbir şey okumak, hiçbir şey yazmak, hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Şu andaki tek hedefim buradan mümkün olduğunca çabuk kurtulmak ama bu da benim elimde değil, adamların keyfinin gelmesini bekliyoruz. Bloga bu kadar ara vermek hoşuma gitmedi, o nedenle aklımda olan bazı şeyleri kısa kısa geçmek istiyorum.

- İlk gündem maddemiz, Yunanlar ve çalışma şevkleri konusu. Bir millet çalışmamak için bu kadar bahaneyi nasıl üretiyor anlamıyorum. Her hafta bir gün grev yapıyorlar, zaten yarım gün gibi çalışıyorlar, ona da çalışmak denirse. Bundan sonra birisine beddua etmek için işin Yunanistan'a düşer inşallah diyeceğim.

- İkinci gündem maddemiz, aslında en önemlisi oluyor, grubumuzun en yeni üyesine hoşgeldin diyoruz. Aslında babalarından izin alıp erkekler grubumuzun artık üçlenen erkek çocukları hakkında bir yazı yazmak istiyorum. Bundan sonra yolda olan dördüncü bebeğimizin de erkek olması gerekir artık... Hoşgeldin Eren :) Umarım benim babanla olan arkadaşlığımızı siz de Meriç ile devam ettirirsiniz.

- Geçen akşam hangardan çıkmış arabaya yürürken "hava da amma soğudu" diye düşündüğümü, sonra da neredeyse Kasım'a geldiğimizi ve yazın ortasından beri aralıklarla da olsa Atina'da olduğumu farkettim. Yuh demek istiyorum sadece.

- Son 2 haftada tek sayfa kitap okumadım ama okuyacağım kitap belli. Blogumun başlığı olan Hitchhiker's Guide to the Galaxy (Otostopçunun Galaksi Rehberi) serisinin ikinci kitabı olan Evrenin Sonundaki Restoran'a yıllar sonra başlıyorum. Serinin ilk kitabını ingilizcesinden okuduktan sonra hemen internetten tüm serinin tek ciltli halini satın alıp Şafak ile Amerikadan getirtmiştim ama taktik hatası yaptığımı sonradan anlamıştım. Kitap 3-4 kilo ağırlığında ve yüzlerce sayfa olduğundan sadece evde okuma şansı oluyordu. Toplu ulaşım araçlarında kitap okuyan birisi olarak benim için iyi bir kitap formatı değildi ve yıllardan sonra geçtiğimiz aylarda tüm seriyi türkçe olarak ve ayrı ayrı kitaplar halinde aldım (ilgilenenler için, Türkçesinin de tek ciltli versiyonunu yapmışlar). İlkinden aldığım zevki serinin geri kalanından da alacağıma eminim. İzlenimlerimi paylaşırım.

- Meriç emeklemeye başlamış ve ben hala göremedim...

9 Ekim 2008 Perşembe

Kitap Eleştirileri : "Köşeye Kıstırmak" ve "Görünmez Canavarlar"

Geçtiğimiz günlerde arka arkaya okuduğum 2 kitap hakkında kısa yorumlar.

Birincisi Chuck Palahniuk'dan Görünmez Canavarlar (orj. Invisible Monsters). Geçtiğimiz ay yazdığım bir yazıda bu yazardan ve filme çekilecek olan bir kitabından (Tıkanma, Choke) bahsetmiştim. O yazıdan sonra henüz okumadığım 1-2 kitabını daha okunacaklar listesinde öne aldım ve bunlardan ilki olan Görünmez Canavarlar'ı hızla okudum. Hayatta 2 spesifik konuda yeteneğim olmasını çok istemişimdir her zaman, birisi yazarlık diğeri ise bir enstrüman çalabilmek (spesifik olarak konuşmak gerekirse trompet). Eğer yazar olma şansım olsaydı kesinlikle Chuck Palahniuk gibi yazabilmeyi isterdim, diğer hiçbir yazarda onun dili ve üslubu gibi keskin bir tarz görmedim şimdiye kadar. Popüler kültüre bu denli hakim olması, modern (!) hayatın bize empoze ettiği ve bizi zorla içine sürüklediği yaşam stiline muhalif ve eleştirel tavrı, yaratıcı öykülerinin aynı anda içerdiği gerilim ve mizah duygusu ve yukarıda da bahsini ettiğim kişisel imzasını oluşturan yazı üslubuyla eğer hala okumadıysanız ilk fırsatta keşfetmeniz gereken yazarlardan birisidir Palahniuk.

Görünmez Canavarlar aynı diğer kitaplarındaki gibi popüler kültürün tekdüzeleştirdiği, dış görünüşün ve imajın herşey olduğunu düşünen günümüz kuşağından bir grup insanın öyküsünü anlatıyor. Modellik yapan kahramanımız bir dizi olaylar sonrasında yüzünü kaybediyor (kitaptaki tabiriyle "kuşlar yiyor") ve sonrasında kendini bulma sürecini bize anlatıyor. Bu süreçte güzelliğini kaybettiği için onunla ilişkisini kesen nişanlısı, gizemli ve karizmatik bir güzel, beraber modellik yaptığı ama onun güzelliğini kıskanan en yakın arkadaşı, AIDS'den ölmüş abisi, abisinin cinsel kimliği nedeniyle yaşamları değişen anne babası gibi her biri birbirinden ilginç karakterlerle ilişkilerini görüyoruz. Kitap çok eğlenceli, akıcı ve aynı zamanda düşündürücü, her sayfada ayrı bir büyük lafla karşı karşıya geliyorsunuz. Palahniuk'un aile ve tanrı arasındaki kurduğu benzetmeler özellikle dikkat çekici. Mutlaka okunması gerekenler listesine sadece bu kitabı değil, Palahniuk'un tüm kitaplarını koyun derim (ama ardarda okumayın, hikayeler, karakterler birbirine girmesin).

İkinci kitap ise yine daha önce yazdığım bir yazının devamı niteliğinde. Paul Auster'i keşfetmemin ardından ondan ikinci kitabı da okuyup bitirdim, Köşeye Kıstırmak (orj. Squeeze Play). Kitap, Auster'in yazarlık döneminin başlarına denk geliyor ve sanırım biraz para kazanmak amacıyla yazmış zamanında. 1978 tarihli bu kitap Auster'in diğer kitaplarından içerik olarak çok farklı, bir dedektiflik hikayesi ile karşı karşıyayız. Yazarların veya yönetmenlerin zaman zaman yeteneklerini alışageldik tarzları dışında kullanmaları hep ilgimi çekmiştir. Her zaman gerilim romanı yazan bir yazarın bir sefer aşk romanı yazması veya tam tersi; ya da aynı şeyin sinemada uygulanması gibi. Gerçi Paul Auster bunu iyice ustalaşıp dilini oturttuktan sonra denemek amacıyla yapmamış, daha yazarlığının başında yapmışsa da bana yine de ilgi çekici geldi. Bu düşüncelerle başladığım kitap hakkında iyi yorumlar yapamayacağım, bence türünün çok basit hatta vasatın altında bir örneğiyle karşı karşıyayız. Karakterlerin derinliği üzerinde iyi çalışılmış olması yazarın (o zaman için) gelecekteki kitaplarının karakter açısından başarılı olacağının haberini verse de, ne yazık ki öykünün kendisinin başarısız olması ve olayların akışının tekdüzeliği kitabı vasatın altında tutuyor. Auster okuduğu dedektiflik romanlarındaki dili ve olay sıralamasını türün özelliklerini korumak amacıyla değiştirmemiş ama sonuçta hiçbir özelliği olmayan bir kitap ortaya çıkmış. Kahramanımızın olayları çözmesi bence tamamen bir bomba, kendi kafasından bir senaryo kuruyor, o senaryoya nereden ulaştığını çok iyi anlamıyoruz, işin komiği hiçbir delile dayanmayan bu hipotezlerini şüphelilere yönelttiği zaman hepsi de direkt kendilerini afişe ediyorlar. Aslında bu durum biraz olsun Sherlock Holmes hikayelerinde de vardır, Holmes sahip olduğu tümdengelim muhakeme yeteneğiyle karşılaştığı olayları kendince yorumlar, delilleri kimsenin görmediği şekilde inceler ama sonuçta genel olarak somut verilerle değil de zeka ürünü senaryolarla suçluları yakalar, o adamlar da kendisine yöneltilen suçlamaları sırf olayı doğru anlattığı için hemen kabul ederler, delil göster güzel kardeşim demezler...

Köşeye Kıstırmak özellikle zaman ayırmayı hak eden bir kitap değil bence, yazarının adını kullanan ve benim de bunda bir haksızlık görmediğim bir kitap. Auster hayranı iseniz tabii ki erken yazarlık döneminde giriştiği bu denemeyi okumak isteyebilirsiniz ama önünüzde okunacak başka kitaplar varsa onlarla devam edin.

7 Ekim 2008 Salı

Bir Efsane : Ennio Morricone




Yine çok gecikmiş bir yazıyla daha karşınızdayım. 29 Eylül'de Atina'da izlediğim Ennio Morricone konseri izlenimlerimi ancak yazabiliyorum... Atina ziyaretlerim şu ana kadar iş anlamında çok bir getirisi olmadıysa da kişisel anlamda (şimdilik) iki önemli getirisi oldu; birincisi Leonard Cohen'i canlı izlemek (aslında ben Cohen'in - eğer ölmezse - bir iki sene içerisinde İstanbul'a geleceğine inanıyorum), ikincisi ve açıkçası benim için bir adım daha önemlisi çocukluğumun en önemli bestecisi Ennio Morricone'yi Roma Senfoni Orkestrasını yönetirken ve kendisini ünlü yapan film müziklerini çalarken izlemek oldu.

Ennio Morricone ismini sinefiller zaten biliyorlardır ama bilmeyenler için "İyi, Kötü, Çirkin"in ünlü tema müziğininin bestecisi olduğunu söylersem hemen hatırlayacaklardır. Bizim kuşağımız için bu film bir efsanedir, türünün belki de en etkileyici filmidir, aslında ağır bir filmdir, karakterler koşturup durmaz, çok konuşmazlar, müzikleri inanılmazdır, "İyi" Clint Eastwood'un gençliğini görürüz, "Kötü" Lee Van Cleef'i saygıyla izleriz ve "Çirkin" Eli Wallach'ın filmin komedi unsuru olarak nasıl döktürdüğüne şahit oluruz, ama benim için daha önemlisi yönetmeni Sergio Leone'yi bana tanıtan film olmasıdır. Daha o yaşımda bile yönetmenin adını kenara not ettiğimi ve onun diğer filmlerini görmek için fırsat kolladığımı hatırlarım. Şimdiki gibi internet imkanı yoktu ama çocukluğumuz Allahtan video furyasına denk gelmişti de gerek teyzemlere gerekse halamlara yaptığımız video ziyaretlerinde (gerçekten hatırlıyorum da, video seyredebilmek için annemi zorlardım misafirliğe gitmek için, sonra kuzenlerle video film kiralayan dükkanlara gidip hiç de fena olmayan film arşivlerinden 1 veya 2 tane seçmek için saatler harcardık. Bond filmleriyle o şekilde tanışmıştım, Platoon'u asla unutamam, uzakdoğu dövüş filmlerinin bir dolu salak saçma örneğini izlemiştim, Allahım ben izlerken yorulurdum adamları, adamlar dövüşmekten yorulmazdı, nasıl kurgulardı onlar öyle) Leone'nin Dolar Üçlemesi'nin diğer iki filmi olan A Fistful of Dollars ve For a Few Dollars More'u da izleyebilmiştim. Her biri birbirinden güzel damar westernlerdi ve onların da müziğini Morricone yapmıştı.


Ama ikilinin zirvesi bence Once Upon a Time in America'dır, bu epik film benim Sinema Tarihi'nin En İyi 5 Filmi listesine garanti girecek tek filmdir diyebilirim, diğer pozisyonlara birçok aday çıkar, benim yaşım geçtikçe veya yeni filmler piyasaya çıktıkça listede değişimler olabilir ama bir tek bu film asla listeden çıkmaz. Yazının konusuna odaklanarak devam edecek olursam filmin orjinal müziği benim için çok özeldir, gençlik döneminde almaya başladığım kaset teyplerin ilklerinden birisidir bu soundtrack ve üniversiteye hazırlandığım lisenin son yılı boyunca bana ders çalışırken aylarca eşlik etmiştir. Filmin sahip olduğu hüzünlü havayı oluşturmada ve yansıtmada müziğin önemi çok büyüktür ama hüznü verirken arka planda hep bir umut hissettirir, hüzünlüyken bile bir iyimserlik havası eksik olmaz parçaların her birinde. Benim için en önemli parça ise Deborah's Theme'dir, bu kadar yıldan sonra bile dinlerken hala ilk notadan itibaren tüylerim diken iken olur. Konserde orkestra bu parçayı çalmaya başladığında yüzüme yayılan gülümsemeyi tarif edemem... mutlaka bulun ve dinleyin, hatta tüm albümü bir şekilde bulun derim, bulmakta sorun yaşarsanız haber verin, isteyen herkese bir şekilde ulaştırırım.

Yunanistan'da etkinliklerden haberdar olmak biraz zor. Türkiye'de Biletix'in websitesine girdiğinizde popüler kültürel etkinliklerin yüzde 90'ına ulaşma şansınız vardır (geri kalan etkinlikler de zaten Devlet veya Şehir Tiyatrolarının sitelerinden takip edilebilir), Biletix'in bu konuda bir rakibi yok gibi birşeydir. Burada ise birden fazla bilet satış sitesi var ve her biri ufak tefek, onları bulmak da kolay olmadı, daha çok otobüs duraklarında gördüğüm etkinlik afişleriyle etkinliklerden haberdar olup sonrasında afişin altındaki notlardan sitelerin varlığını öğrendim. Yine böyle bir tecrübe sonrasında Ennio Morricone'nin Atina'ya geleceğini ve iki konser vereceğini görünce günlerin de benim burada bulunmamla çakışması üzerine derhal bilet aldım. Konserin hemen Akropolis'in eteklerinde yer alan antik Herod Atticus Odeon tiyatrosunda yer alacak olması da benim için ekstra bir şans oldu. Gerçi açıkhavaki konser girişimi ilk akşam yoğun yağmur yağışı nedeniyle son dakikada iptal olduysa da, biletlerimizi ertesi güne değiştirmek suretiyle ikinci girişimimde sonuca ulaşabildim. Yağmur yoktu ama hava bayağı soğuktu, o geceyi hastalanmadan atlatmam gerekiyordu yoksa ertesi gün bayram için geleceğim İstanbul'da Çiler beni öldürürdü, Meriç'e de yaklaştırmazdı.

Format olarak bizim Açıkhava Tiyatrosuna benziyor olsa da tarihi bir yapı olmasından dolayı daha dik bir eğimi var Odeon'un. Cep telefonuyla fotoğrafını çektim ama pek kaliteli bir resim olmadı (Tolga bu telefonu hala isteyen yok mu?). Mekanın ön yarı dairesi numaralı biletlerden oluşuyor, arka yarım daire ise numarasız, ilk gelen istediği yere oturur mantığında. 8.15 gibi mekana gidip 9'da başlayacak konser için güzel bir yere oturdum ve insaların yavaş yavaş gelmesini bekledim. Daha önceki izlenimler yazımda belirttiğim üzere Türklerle tamamen aynı mantaliteye sahip bir millet olarak Yunanlar da son dakikada hareket etmeyi seviyorlar. Neyse, 9'u biraz geçe herkes yerleşt, ve 9.10 gibi orkestra yavaş yavaş yerini almaya başladı. Önce orkestranın vokal ekibi sahneye geldi ama ardı arkası kesilmiyordu gelenlerin, kadınlı erkekli tahminim 50 kişi sahnenin arkasına yerleşti. Sonrasında asıl orkestra sahneye geldi, klasik bir senfoni orkestranın tüm elemanları vardı, ayrıca elektro gitar ve org da bu orkestranın enstrümanlarından bir kısmını oluşturuyordu. En sonunda sahneye artık 80 yaşına gelmiş olan efsane Ennio Morricone geldi, yaşına göre (en azından benim bulunduğum yerden) oldukça dinç görünüyordu, tanımayan birisine sorsanız 60 falan der herhalde.

Konser çok başarılıydı, Morricone filmlere yaptığı müziklerden birer demet sundu, Bir Zamanlar Amerika, İyi Kötü Çirkin, Bir Avuç Dolar İçin, Mission'dan örnekler sundu. Seyirci normal olarak İyi Kötü Çirkin'in tema müziğinde bir ünlem kopardı. Yaklaşık 2 saat süren konser bislerle devam etti ve herkes konserden yüzünde bir gülümsemeyle ayrıldı. Ben de bir çocukluk kahramanımı ve kişisel en iyi film ödülüme sahip filmin havasına en ciddi katkılardan birisini yapan kişiyi canlı izlemenin mutluluğuyla mekandan ayrıldım.

REM konserinden çıkıp eve gelip ayakta bebek sallamak yaşlandığımızın bir işareti midir?

Gerek Yunanların çalışmamasını gerekse Ramazan Bayramını fırsat bilerek İstanbul'a geldiğim haftasonu REM konserini de aradan çıkartma şansım oldu. Aylar öncesinden aldığım biletleri yakmayacağımdan ve REM'i Boğaz'da görme fırsatını da gözardı edemeyeceğimden gerekirse cebimden uçak bileti parasını verip Atina'dan İstanbul'a gelmem gerekecekti ama bayramla birleşince şirket sağolsun anlayışla karşılamış oldu İstanbul ziyaretimi.

Konser hakkında Murat Yılmaz'ın (aka Midget) yazısını bu yazıya ek olarak okuyabilirsiniz, onun bahsini etmediği noktaları ele alacak olursam; öncesindeki günlerin aksine çok güzel bir sonbahar akşamı yaşadık 4 Ekim gecesi İstanbul'da, gecenin 10'unda bile sıcak bir hava, açık bir gökyüzü vardı, Boğaz'ın kenarındaki Turkcell Kuruçeşme Arena'yı her anlamda tam kapasitesiyle yaşamış olduk, konser öncesi Ortaköy'de buluşmak, mekana kadar güzel havada yürüyüş yapmak, REM sahneye çıkmadan önce sahil kenarında boğaz manzarasında yakın arkadaşlarla sohbet ve aynı rutini konser sonrasında da tekrarlamak.

Mekana girdiğimizde Mor ve Ötesi çalıyordu, daha önce (sanırım) hiç canlı izlememiştim onları ama şarkılarını dinlerken ses sisteminden şüphelendim, o kadar kötü geliyordu ki müzikleri onlara değil ses sistemine yakıştırdım bu vasatlığı, hatta REM sahneye çıkana kadar içimde bir acaba kaldı. REM çıkınca anladık ki olay sistemden değilmiş, üzüldüm Mor ve Ötesi gibi adı bu kadar ön planda olan bir grubun performansının bu kadar kötü olmasına.

REM seyirciye saygısınndan zamanında sahneye çıkarak daha ilk anda beğenimizi kazandı açıkçası. Sabah NTV'de Banu Güven'le yaptığı röportajdan gerek Micheal Stipe'in gerekse diğer üyelerin tevazularına şahit olmuştum ve çok etkilenmiştim zaten. Röportajın bir noktasında Güven Stipe'a "bu aralar hangi kitapları okuyorsunuz?" diye sordu, Stipe hiç rahatsız olmadan lise mezunu olduğunu ve gurur duymasa da pek kitap okumadığını daha çok dergi okuduğunu söyledi. Hayata karşı muhalif tavrından, sosyal olaylara karşı sorumlu kişiliğinden onun böyle bir cevap vermesi ilginç geliyor en başta ama bu kadar komplekssiz bir insan olması hemen sarsıyor insanı. Midget'ın da bahsettiği gibi normal hayatında sıradan görünen (belki de gösterişten uzak durmak için özellikle uğraşan) birisinin sahneye çıktığında dönüştüğü kişilik ise hayranlık uyandırıcıydı. Bir erkeğin böyle güzel ve özgün dans figürleri sahnelemesi ve bunu da kendisine yakıştırması enderdir (ben bir de Jamiroquai'in solisti Jason "Jay" Kay'e yakıştırıyorum dansı, onun da kendine özgü bir stili vardır). Playlist açısından kimsenin gözü açık gideceğini zannetmiyorum, 28 yıllık bir grup olarak yaptıkları ondan fazla albüm ve onlarca şarkıdan elbette bazı insanların istedikleri çalınmamış olabilir (benim keşkem Shiny Happy People idi) ama seyirci biraz olsun coşkulu ve istekli olsaydı eminim o eksiklerden bir iki tanesini daha yaptırılabilecek bir biste dinleme şansı bulabilirdik. REM sahnede ne kadar başarılıdıysa seyirci de bence o kadar başarısızdı. Arenayı dolduran yaklaşık 10 bin kişi tamamen "seyirci" konumundaydı ve grup seyirciyi ne kadar uyarmaya çalışırsa çalışsın bir türlü etkileşime geçemedi. Konser sonrası medyayı takip etme şansım olmadı, o yüzden REM herhangi bir yorumda bulunmuş mu bilmiyorum ama bence onlar da pek hoşlanmadı seyirciden diye düşünüyorum. "Bis"imsi bir hareket sözkonusuydu ama ilk defa öyle birşey gördüm, bir hoşçakalın bile demeden sanki su içmeye gidermiş gibi arkaya gittiler ve hemen geri geldiler, meğerse o bismiş. Biste de birkaç şarkı söylediler ve kapanışı her zaman yaptıkları gibi (bkz. Kanat Atkaya'nın yazısı) Man on the Moon ile yaptılar. Micheal Stipe kendisini ve grup arkadaşlarını tanıttı ve konser bitti. Normalde bu noktada seyircinin birkaç dakika alkış yapıp grubu çağırması gerekirdi ama herkes arkasını dönüp çıkışa yöneldi, çok az insan bis alkışı yapmaya çalıştı ama çoğunluğun dışarıya yönelmesi nedeniyle o çaba da boşa gitti. Hatırlıyorum, yıllar önce Caz Festivali kapsamında Açıkhava'ya gelen Lou Reed'i bise çıkartmak için aralıksız 10 dakika alkışlamak zorunda kalmıştık ve buna değmişti. Eminim REM de kendileri için yapılacak birkaç dakikalık bis alkışından çok memnun kalır ve klasiklerinden birkaç şarkıyı daha sona sıkıştırırdı.

Konserle ilgili bir gözlemim de herkesin gece klübü havasında takılmasıydı, konser öncesi neyse ama konser sırasında bile devamlı bir hareketlilik vardı, insanlar sağa sola gidip geldiler, bira almaya gidenler yüzünden konser zevkimiz piç oldu, bir de hemen yakınımızda yer alan Virgin Radio Lounge'undan gelen bir uğultu vardı ki bitmek bilmedi. İnsanlar REM'i izlemeye değil de bir bara arkadaşlarıyla muhabbet etmeye gitmiş gibilerdi. Zaten etraftaki insanların çoğundan sırf REM konserine gitmiş olmak için geldikleri gibi bir izlenim edindim, ertesi gün ofis arkadaşlarına falan hava atacaklardı herhalde. Bizim konseri izlediğimiz noktaya odaklanacak olursam, hemen önümüzde 1.90'lık ensesi kalın bir ızbandut, hemen arkamızda "yerim seni" nidaları eksik olmayan iki teenager kız ve bulunduğumuz yerin yolgeçen hanı olduğunu varsayarak oradan geçip duran onlarca insanın ortasında izledik konseri. Çok sevdiğim bir deyiş vardır, "Ne kadar iyi anlatırsan anlat, anlatabildiğin karşındakinin anlayabildiği kadardır", bu cümle bu konsere de uyarlanabilir diye düşünüyorum, REM'in anlattıklarını tam alamadık sanki. REM muhalif tavrını şarkılarının yanı sıra şarkı aralarındaki kısa konuşmalarında da yansıttı ve ABD'nin mevcut politikalarından rahatsız olduğunu ve Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimiyle bunların değişeceğini umduğunu söyleyerek Obama'ya alkış istedi. Kişisel yorumum, muhalif Amerikan sanatçı takımının Obama'dan çok fazla şey beklediği yönünde, başkan olduğu zaman ciddi değişiklikler yapabileceğini zannetmiyorum, o da sistemin bir parçası olmak zorunda kalacak, aksi halde o pozisyonda uzun süre barındırmazlar.

Şimdiye kadar söylediğim şeylerin çoğu olumsuz gibi oldu biliyorum ama tüm bunlara rağmen tekrar söylemek isterim ki konser çok başarılıydı, harika bir sahne performansı izledik, Stipe'ın sahne karizması nasıl olur dersine mahzur olduk ve bir efsaneyi İstanbul'da Boğaz kenarında izleme şansını yaşadık. Benim için konserin tepe noktası It's the end of the world as we know it'i söyledikleri andı, Man on the Moon ile kapanışı yapmaları ise çok şık bir seçimdi. Son olarak, REM'in İstanbul'a gelmesi ekstra bir referanstır şehrimiz için ve önümüzdeki sene daha da çok ismin, grubun buraya gelmesini bekliyorum açıkçası.

Merak edenler için konserin playlisti sırasıyla aşağıdaki gibiydi :

living well is the best revenge; so fast, so numb; what's the frequency, kenneth?; drive; man-sized wreath; ignoreland; disturbance at the heron house; hollow man; the great beyond; electrolite; sweetness follows; bad day; horse to water; (don’t go back to) rockville; she just wants to be; one i love; fall on me; nightswimming; let me in; i’m gonna dj; imitation of life; orange crush

Bu noktada bahsini ettiğim bisimsi ara ve sonrasında :

supernatural superserious; losing my religion; walk unafraid; it's the end of the world as we know it (and i feel fine); man on the moon

Konserin ardından eve gelip Meriç'i uyutmak için ayağımda sallarken bir an olayın komikliğini farkettim, artık gerçekten büyüdük sanırım. Bir sonraki hamlemiz Meriç'i koserlere götürmek olacaktır herhalde ki, tahmin edebileceğiniz gibi Ortaç familyası bunun için fazla beklemeyecektir, tahminim 2011 Rock'n Coke festivaline (eğer devam ederlerse) Meriç'i de kulağında gürültü önleyici kulaklıklarla götürürüz. Ağaç yaşken eğilir ne de olsa.

3 Ekim 2008 Cuma

Atina'dan İzlenimler

İş nedeniyle şu ana kadar birçok yere gitme fırsatım oldu ama bloga başladığımdan bu yana sadece Atina'ya gelme şansı bulabildiğimden hiç gezi yazısı yazmamıştım. Aslında buradaki işim bitene kadar yazmayı planlamıyordum, herşeyi bitirip İstanbul'a döndükten sonra genel bir yazı yazacaktım ama Midget'ın ısrarı nedeniyle yüzeysel bile kaçacak olsa bir Atina yazısı kaçınılmaz oldu :)

Aslında yukarıda söylediğim biraz bahane gibi oldu, söyleyecek birşeylerim olsaydı çoktan birşeyler karalamış olurdum herhalde. Bu göreve (iş, görev diyip duruyorum, ne olduğunu söyleyeyim de gizli veya egzantrik birşeyler yaptığım zannedilmesin; Onur Air filosuna katılması planlanan bir A300-600 uçağının teslim alımı için buradayım, uçak şu anda mevcut operatörü Olympic Airlines'ın hangarında bakımda) gelmekle ilgili ihtimal belirdiğinde gerçekten heyecanlanmıştım. Öncelikle tarihi eserler açısından çok zengin olarak bilinen bir yere gelecektim ne de olsa, müzeler içerisine sıkıştırılmış "tarihi" eserler ilgimi çekmiyor (bu müze yorumum tarihi eserler için geçerli, sanat eserleri için değil, dikkat), camekanların önünden yürüyüp içlerine yerleştirilmiş küçük heykeller, testi parçaları, birkaçyüz önce kullanılmış alet edevatlar daha büyük bir resmin parçası değilse soğuk geliyor bana, onun yerine eğer hala korunmuşlarsa orjinal yerleşim yerlerinde gezmek tercih sebebidir. Ayrıca, Yunanistan'a geliyor olmanın (daha önce Özgür ile Bodrum'dan günübirlik bir Kos gezimiz olmuştu ama o sayılmaz) Türk-Yunan ilşkilerini birinci elden tecrübe etmek gibi bir avantajı da olacaktı.

Tarihi yerlerin ziyareti ileride yazacağım bir yazıya konu olacak, çünkü burada geçirdiğim zaman diliminde henüz bu tip yerlere gitmedim, insan yalnız gitmek istemiyor, ben de Mehtap'ın buraya gelmesini bekliyorum (kızkardeşim olur kendisi, o da Onur'da çalışıyor ve iş için o da kısa bir süre için Atina'ya gelecek), onunla beraber gezmeyi planlıyorum. Geri kalan konulardaki gözlemlerimi aşağıya madde madde yazıyorum :

- Bu gezimde de iyice farkettim ki, beni daha çok yaşam stilleri olan şehirler etkiliyor, Atina gibi sadece bazı tarihi eserlere fazlasıyla dayanmış, Abu Dhabi ya da Dubai gibi gereğinden fazla yapay veya Bangkok gibi "otantik" uzakdoğu şehri yaftasının altında üzücü bir şekilde batılaşmış şehirler hep bir umutla, heyecanla başladığım ziyaretlerimin hayalkırıklığıyla sonuçlanmasına neden oldular. Bu konuda İstanbul, New York ve Paris şu ana kadar gördüğüm en iyi yerler diyebilirim. Daha Londra'yı görmedim ama oradan da çok umutluyum, bir de İspanya ve İtalya'ya daha gitmedim ama oraları konusunda çok özel bir beklentim yok, bekleyip göreceğiz.

- Türkler ve Yunanlar birbirine benzemiyorlar, aynılar. Açıkçası çok şaşırdım, benzediğimizi tahmin ediyordum ama bu seviyede olacağını beklemiyordum. Bir kere tip olarak benziyoruz, yan yana geldiğinizde kimin Türk kimin Yunan olduğu kolay kolay anlaşılmıyor. Avrupa'nın geri kalanına gittiğinizde turist olduğunuz neredeyse hemen anlaşılır ama burada (ki o kadar turistik bir yer olmasına ve devamli turistlerle içiçe olmalarına rağmen) herkes benimle Yunanca konuşmaya başlıyor. Dillerimiz farklı bile olsa konuşma tarzları, tonlamaları o kadar benzerki, burada geçirdiğim o kadar zamandan sonra bile neredeyse her gün yolda yürürken biraz uzakta konuşan iki insanın konuşmasını duyunca Türkçe mi konuşuyorlar acaba diye kulak kabartıp Yunanca konuştuklarını şaşkınlıkla farkediyorum.

- Dediklerine göre Yunanistan dışında yaşayan Yunan nüfusu burada yaşayanlardan daha fazlaymış. Özellikle ABD ve Avustralya'daki popülasyon ciddi bir kitle oluşturuyormuş oralarda. Melbourne'un tamamı Yunan diyorlar :) Yunanistan'ın kendi nüfusu ise yaklaşık 11 milyon civarında. İstanbul bile tek başına Yunanistan'ın tamamından daha kalabalık. Kadir Topbaş Karamanlis'ten daha çok insanı yönetiyor düşünsenize...

- Türklere yaklaşımları çok sıcak. Türk olduğumu duyan neredeyse herkesin yüzünde samimi bir gülümseme gördüm. Yüzlerce yıl Osmanlı egemenliği altında yaşamış bir ülke olarak Türkiye (ve Türkçe) yaşamlarının bir parçası olmuş ama mevcut bağlarının asıl nedeni gerek Kurtuluş Savaşımız sırasında gerekse 1950'li yıllarda özellikle İstanbul'da meydana gelen şiddet olayları sonrası Türkiye'den Yunanistan'a göçmek zorunda kalmış önemli bir kitlenin geçmişini unutmak istememesinin de etkisi var.

- Ülkenin her yerinde sigara içiliyor, inanılmaz birşey. Türklerin çok sigara içtiğini düşünüyorsanız bir de Yunanistan'a gidin derim. Sigara içilmeyen bir alan yok gibi birşey, havaalanlarında bile güya sigara içme alanı yapmışlar ama sadece açık bir banko ayarlamışlar o kadar, hemen yanında siz yürümeye devam ediyorsunuz. Taksi şöförlerinin çok az bir kısmı sigara yakmadan önce size rahatsoz olup olmayacağınızı soruyor, geri kalanı direkt yakıyor. Son olarak şunu söyleyeyim, uçak bakım hangarında bile sigara içildiğine şahit oldum.

- Bildiğiniz gibi Yunanistan Avrupa Birliği üyesi (hatta birliğin 6. üyesi imiş) ve sahip oldukları Avrupai havanın, gelişmişliğin asıl nedeni sahip oldukları Yunan medeniyetinin devamını getirmeleri değil, Birliğin sağladığı mali yardımlar diye düşünüyorum. Hiçbir şey üretmiyorlar, tembeller, Antik Yunan medeniyetine sahip olmalarının herşeye yeteceğine inanıyorlar, sadece turizm ile bu işi götürebileceklerini düşünüyorlar, bir de büyük miktarlarda arazi satıyorlar. Özellikle bu arazi satışı olayından son yıllarda normal halk büyük miktarlarda para kazanmış ve herkesin altında lüks arabalar görüyorsunuz. Arazileri daha çok Britanyalılar ve Almanlar alıyor ve emekliliklerinde kullanıyorlar. Yunan adaları Britanyalılarla dolu ve Almanlar büyük büyük siteler yapıyorlar.

- Yunanistan'ın Avrupa Birliği'ni nasıl sömürdüğünü ve Avrupalıların onlarla nasıl başedemediğini görünce (kurallarla istedikleri gibi oynuyorlar) dini faktörleri gözardı etsek bile ekonomik açıdan Türkiye'yi AB'ye almalarının mümkün olmadığını daha iyi anlıyorum. 70 milyonluk nüfusuyla "cin" Türkiye AB'nin kaynaklarını kurutacağı çok açıktır ve adamların 50 kez düşünmesini de normal karşılamak gerekir bence. Sadece Yunanistan gibi bir ülkenin AB'de yer alarak kazandığı hakları ve refah seviyesini görünce insan gıpta etmeden duramıyor.

- Gıpta etmek deyince, Atina'nın denizi çok güzel ve temiz. İzmir'i çok iyi bilmiyorum ve şehir içerisinden denize girme şansı var mı emin değilim ama Atina merkezine sadece 15 dakika mesafede yer alan (bizim Florya eşdeğeri) sayfiye yerlerinde bulabileceğiniz temiz sahillerden gireceğiniz deniz kumluk, dalgasız ve çok temiz (en azından görünürde). Belki Atina'nın eşdeğeri İstanbul olarak adlandırılamayabilir ama yine de içinden deniz geçen bir şehir olarak İstanbul'un bu değerden faydalanmaması çok üzücü. Kendi halkının hayatına katacağı yaşam kalitesinin yanı sıra turistik açıdan da ciddi bir katma değer olarak turizmcilerimiz tarafından değerlendirebilir.

- Alakasız bir tespit olacaksa da Atina'da gördüğüm taksiler arasında Skoda Octavia'ların sayısı bayağı fazlaydı. Şimdiye kadar gördüğüm, taksi için seçilebilecek en iyi araç diye düşünüyorum (Mercedesleri saymıyorum, onlar biraz iddialı kalıyorlar), geniş bir iç hacmi ve ondan da geniş bir bagaj kapasitesi var. Zaten otellerde çok fazla bagajı olan gruplara taksi isterken duraklardan direkt octavia gönderin şeklinde talep yapıyorlar.

- 2004 olimpiyatları Atina'ya çok şey kazandırmış, yepyeni yollar, sadece 3 hattan oluşuyor gibi gözüksede Atina'ya fazlasıyla yeten bir metro ağı, mevcut havaalanı ve yenilenmiş yüzlerce otel. Bunların yanına bonus olarak olimpiyatlarda kullanıldıktan sonra bomboş bekleyen onlarca spor kompleksini ekleyebilirsiniz. Milyar dolarlar harcanmış ama onun da önemli bir kısmı AB kaynaklı imiş ve sonuşta Atinalıların yaşam kalitesinin yükselmesini sağlamış.

Yunanlar bu şekilde çalışmaya devam ederlerse benim orada geçireceğim daha uzun bir zaman dilimi var demektir. Gözlemlerime önümüzdeki günlerde devam edebilirim.