31 Ağustos 2008 Pazar

İki kitap önerisi : Tembel Ayaklanması ve Statü Endişesi

"Çay, kahve ve tembellik" başlıklı yazıda bahsini ettiğim "Tembel Ayaklanması : Yan Gelip Yatmanın Manifestosu" adlı kitabı sonunda bitirdim. Çok kısa bir yorum yazısı ile kitabı bir kez daha dikkatinize sunmak istiyorum.

Öncelikle belirtmek isterim ki, okuyacak kitap seçimlerimin arasında kişisel gelişim kitapları neredeyse hiç yer kaplamaz. Bu tip kitapların işe yaramaz olduğunu düşündüğümden değil ama nedense pek çekici gelmiyorlar. Ama aşağıda bahsini edeceğim iki kitap direkt bu amaçla yazılmamış olsalar da size çok fazla şey veren iki kitap olarak kütüphanenizde yer alabilir.

Daha önce de belirttiğim gibi, Tembel Ayaklanması'nın ana hedefi 20. yüzyılla beraber endüstri devrimi ve kapitalist düzenin yaşamımızı nasıl değiştirdiğinini ve yaşam kalitemizin yavaş yavaş nasıl farkettirmeden aşağı çekildiğini, düzenin insanların daha çok çalışması üzerine nasıl değiştirildiğini gözönüne sermek. Çalışmayla ilgili bir derdi yok yazarın ama çok basit keyiflerimizin de unutulduğunu, uyumanın, uzun öğle yemeklerinin, çay saatlerinin, dostlarla geçirilen içkili sohbet ortamlarının güzelliğini nasıl unuttuğumuzu, daha da önemlisi nasıl unutturulduğunu anlatıyor. Bunu yaparken tarihten örnekler, ünlü yazarlardan, politikacılardan, şairlerden, filozoflardan anekdotlar, alıntılar kullanıyor ve bu da kitabın okunrluğunu kolaylaştırıyor ve içeriğin yazarın kişisel tembellik isteğinden daha kapsamlı olmasını sağlıyor.

Kitabı okurken çok keyif aldım ve aynı zaman da rahatsız da oldum. Çalışma düzenine ne kadar gömüldüğümün ve bir iki geri adım atıp kendime bakmam gerektiğinin farkına vardım. Buna benzer hisleri Alain de Botton'un "Statü Endişesi"ni okurken de duymuştum. Onda da, de Botton insanların üzerinde Demokles'in kılıcı gibi duran statü endişesinin farkına varmamızı ve durup üzerinde ayrıntılı düşünmemizi sağlamıştı. Hani insan üzerinde bir baskı, bir rahatsızlık hisseder de üzerine düşünmez ya da adını koyamaz ya, bu tip kitaplar öncelikle bu baskıların farkına varmamızı ve bir kez farkına vardıktan sonra da atacağımız adımları daha kolay belirlememizi sağlıyor.

Sonuç olarak, Tom Hodgkinson'ın "Tembel Ayaklanması : Yan Gelip Yatmanın Manifestosu"nu ve bonus olarak da Alain de Botton'un "Statü Endişesi"ni okuyun derim. İnanın memnun kalacaksınız.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Meriç ile ilk 6 ay


21 Ağustos itibarıyla Meriç'imiz 6 ayını doldurmuş oldu. Bu bahaneyle Meriç, bebekler ve birlikte geçirdiğimiz ilk 6 ay hakkında bir yazı yazmak istedim. Aslında tembel bir insan olmasam ve günlük tutmak gibi bir alışkanlığım olsa Meriç'in doğumundan sonra yaşadıklarımız, hissettiklerim, anlık heyecanların yer aldığı notlar dizisi yazmak isterdim, ama beni tanıyanlar bilir ki bu tip şeyler bana göre değil, blogu bile şu ana kadar devam ettirmiş olduğuma şaşıyorum.

Bir "kaza" sonrasında aramıza katılmak üzere yola çıkan Meriç, dünyaya acele gelme konusundaki ısrarını gebelik döneminin sonunu da beklemeyerek devam ettirmiş ve normal sürecin 3 hafta öncesinde bir sabah sürprizi ile yolun sonunun başlangıcını yapmıştı. Allahtan hala işe gitmemiş olduğumdan arabaya atlayıp hastaneye (emniyet şeridini ilk defa gerçek amacıyla kullanmış olmuştum ama yaklaşık 2 ay sonrasında ceza makbuzu da evimize gelmişti, EDS kameralarının çektiği fotoğrafı anı olarak saklıyoruz) gittik ve yaklaşık 8 saatlik bir normal doğum sürecinin ardından 16.41 gibi Meriç hazretleri aramıza katıldı. Doğumhaneye ben de girmek gibi gaflette bulundum :) ama açıkçası düşünen arkadaşlara gerek yok demekte sakınca görmüyorum. Arkadaşlar paşa paşa yukarıda bekleyin, girmenin kimseye faydası yok. Doğumhanede geçirdiğim anlarda kenarda ayakta durmaktan başka birşey yapmadım, Çiler ise bana karşı neden bilmiyorum (!) çok sinirliydi. Elini bile tutmama izin vermedi, sanki çocuğu ben tek başıma yapmışım... Doktorlara giydirdi, hemşirelere giydirdi, bana bakmadı bile, kısacası biraz asabiydi. Doktorlar alışkın olduklarından hiç kişisel almadılar hatta konu üzerine espriler falan yaptılar, cinsellikle bulaşan en önemli hastalık gebeliktir gibisinden ama ben kendimi fazla hissettim odada. Sonuç olarak Meriç dünyaya merhaba dediğindeyse tam ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama o ana değin canlı bile olsa, ultrasonda görmüş bile olsak (3 boyutlu ultrason esminde nasıl gözüktüyse o şekilde doğdu, yüz hatları falan tamamen aynıydı) artık kanlı canlı bir birey olarak aramızdaydı. İlk tepkim sanırım çok çirkin birşey olduğu yönündeydi, normal doğum yüzünden yamuk bir kafatası, kocaman gözler (hem de kocamaaan), zayıf bir vücut (2340 gram). Filmlerde gördüğümüz gibi doğar doğmaz kıçına şaplak atıp ağlatmak gibi birşey olmadı, hemen kenarda bekleyen çocuk doktoru Meriç'i aldı, bir hemşireyle beraber temizlemeye başladı, boğazına bir tüp sokup orayı da temizledikten sonra Meriç ilk çığlığını attı, işte o anı unutamam. Gözlerim dolmadı dersem yalan olur. İyice temizlenmesinin ardından annesinin kucağına verdiler ve Çiler'in ilk görüşü de o zaman oldu. İlk tepkisi "ay çok küçüksün, çok tatlısın" şeklindeydi :)

Meriç'in ilk günleri ile ilgili ilginç olarak 2 gün boyunca pek ağlamaması (meğerse fırtına öncesi sessizlik imiş) ve yüz hatlarının çok karakteristik olmasını söyleyebilirim. Sanki büyük bir çocuğun yüzüne bakıyormuşçasına anlamlı bir surat ifadesi vardı. İlk günler normal olarak evde ziyaretçi yoğunluğu vardı, hem güzel hem de sıkıcı bir dönemdi. Herkesin yüzünde bir mutluluk ifadesi görmek (ne de olsa yakın arkadaş grubunun ve her iki çekirdek ailenin ilk bebeği olma özelliğini taşıyordu Meriç) güzeldi ama aynı zamanda her kafadan ayrı bir ses çıkması da sıkıntı vericiydi. Çocuk büyütmekle ilgili net doğrular olmadığı için birisinin dediği diğerini tutmayınca oluşan ikilem insanı daha da çaresiz bırakıyordu. O noktada tamamen kendi hislerime göre hareket etmeye karar verdim, herkesin dediğini dinleyecektim ama içimden ne yapmak geliyorsa onu yapacaktım, kendi düşen ağlamaz misali. Çiler doğum sonrası sendromu olarak bu dönemi daha zor atlattı belki ama şimdi geriye baktığımızda birbirimize destek olarak başarılı bir dönem geçirdiğimizi söyleyebilirim.

Hatırladığım kadarıyla ilk 3 hafta aşağı yukarı aynı geçti. Devamlı olarak uyuyor, emiyor ve kaka yapıyordu. Ama 3üncü haftadan itibaren artık büyümeye, dünyaya geldiğinin iyice farkına varmaya ve giderek bizi zorlamaya başladı. Ağlama nöbetleri giderek arttı, özellikle akşamları yoğunlaşan bu nöbetler bizi ilk önce ürküttüyse de internette yaptığımız araştırmalar kolik sendorumuyla tanışmamızı sağladı. Bu konu biraz karışık, bebeklerin ortalama olarak ilk 3 ayda nedensiz ağlamalarına kolik sendromu deniyor ama bazı çevrelere göre işin kolayına kaçmak olarak değerlendiriliyor; ne olursa olsun henüz net bir çözümü yok bu sendromun ve bunu kabullenip kendinizi yiyip bitirmeden bu dönemi atlatmanız gerektiğini söylüyorlar. Biz de Meriç'in ağlama nöbetlerini kabullendik, eğlendirmek için elimizden geleni yaptık, kolik için özellikle bestelenmiş parçalardan oluşan Buzuki Orhan Osman'ın albümünü dinlettik (internetten çok iyi yorumlar okumuştuk). Evdeki ipod + dock sistemi artık sadece Meriç'in emrine amadeydi ve ardı ardına onun seveceği şarkıları çalıyorduk. İlk zamanlar Kolik albümü ile devam etiysek de sonrasında ilginç bir keşifte bulunacaktık. Amy Winehouse... evet, Meriç Amy'nin sesini duyduğu zaman ağlamayı kesiyordu, özellikle de Rehab çalınca ne kadar coşkuyla ağlıyor olursa olsun ağlamayı kesip sesin geldiği yöne doğru merakla kafasını uzatıyordu. Bundan sonraki birkaç haftayı ise ev sakinleri olarak hatırlamak istemiyoruz, neredeyse hep Amy şarkıları çaldı evde, halen radyoda bir şarkısı çalmaya başladığı zaman direkt çeviriyorum kanalı. Herhalde canlı olarak izlemediğim sürece bir daha uzun süre Amy Winehouse dinlemem.

İlk başlardaki sebepsiz ağlamalara sonrasında gaz sancıları eşlik etmeye başladı. Çok gazlı bir bebek olduğu için gaz ilacı (Neobaby) ve rezene takviyesine başladık. Özellikle rezeneyi halen de çok severek içer, içeriğindeki anasondan mıdır nedir? Ağlaması, gazı eksik olmadığı için genelde kucağımızda büyüdü diyebiliriz, kucağa alıştırmayın şeklindeki tüm uyarılara rağmen aksini yapma gibi bir şansımız olmadı. Kucakta gezmeyi sevdi, battaniyede iki kişi tarafından sallanarak uyumaya alıştı (ama inat ettik, hala eve çingene salıncağı kurmadık) ama biz memnunuz halimizden, biraz yorucu oluyorsa da Meriç'in olduğu yerde yatıp hareketsiz bir şekilde yukarıya bakmasındansa kucağımızda sağı solu merakla inceleyip gezmesini daha verimli buluyoruz.

3üncü hafta ile 3üncü ay arası aşağı yukarı aynı geçti denebilir, tabii ki büyüdü, arada 2 aylıkken sünnet oldu, daha bir tatlılaştı falan. Ama 3 aylık olduğunda sanki sihirli bir değnek değmişçesine değişti bana göre. Birdenbire büyüdü gibi geldi bana, tavırları, bakışları, ağlaması, gülmesi herşeyi çok keskin bir şekilde değişti, hem de sadece birkaç gün içerisinde. Uzun süre görmeyen birisinin değişmiş olduğunu söylemesi normal olur ama her gün gören birisi olarak bizim için bile çok açık bir değişimdi bu. Çok hoşumuza gitti, hem de dedik ki tamam artık gazı biraz azalır daha rahat günler geçirmeye başlarız ama hiç azalmadı ne yazık ki. Temposu biraz olsun düşdüyse de yine akşam 7'den sonra bir huzursuzluk hali devam ediyordu. Gazı aynen devam ediyordu, bunu gözle görebiliyorduk, buna bir de havaların sıcaklığı eklendi. Ne yazık ki Meriç de tıpkı babası gibi sıcaktan rahatsız oluyordu ve garip ama çok fazla terliyordu. Allahtan banyodan korkmuyordu da sıcaklarda bir de banyo stresi ile uğraşmadık.

3üncü ay ile 6ıncı ay arası normal gelişimini devam ettirdi, çok keskin bir değişim olmuyordu artık, ellerini kollarını daha verimli kullanmaya, seslere karşı daha bilinçli tepki vermeye başladı normal olarak. Aslında en önemli değişim, 3üncü ayda Çiler'in artık işine geri dönmesi oldu. Artık evde anneannesi dışında yeni bir insan, bir bakıcı da görmeye başladı Meriç. İlk günlerde biberondan beslenmede problem yaşadıysak da, o günleri uykusunda beslenmeyle geçiştirdik (içgüdüsel olarak emiyordu), sonrasındaysa alıştı. Gerçi akşamları 6 gibi annesinin geleceğini biliyormuşçasına biberondan birşey emmeyi reddediyordu, ta ki annesini kapıda ağlayarak karşılayıncaya kadar.

İlk 3 aydaki oturmama düzeni ikinci 3 ayda da devam etti, buna bir de hiç durmayan el, kol, ayak hareketleri eklendi. Durmaksızın her organını oynatıyordu, yüzme, bisiklete binme, koşma gibi tüm eylemleri havada kendi kendine yapıyordu. Bu kadar hareketli olunca bir türlü hedeflediğimiz kiloları almadı, normal bebekler için 1 ayda alması gereken kilonun alt limitinin biraz altında kaliyordu hep ama doktor bu kadar hareketli bir bebek için bunun normal olduğunu söyledi, eğer 6. ayın sonunda hala kilosu az olursa kan testi yaparız diye karar verildi. Allah'tan bu kararı almışız çünkü 6. ayın sonunda yapılacak testlerde bizi başka bir sürpriz bekliyordu.

İlk üç ayda sadece anne sütüyle beslendi, sonrasında ise bir süre annesinin sağıp kenara koyduğu sütlerle ve daha sonra da yardımcı mamalarla sürdürdü beslenmesini. Buna zamanla yoğurt, meyve suyu, sebze suyu gibi ek besinler eşlik etti. Ciddi zorluklar çıkarmadı bunları yemekte, arada sırada huysuzlandığı oldu tabii ama aç olmamasından kaynaklanıyordu bu huzursuzluklar. Tepkileri bizim için anlam taşımadığından, ağlamalarını, huzursuzluklarını hep kendimiz birşeylere yormaya çalıştık ve bu da bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başladı. Her geçen hafta büyüdükçe ve tepkileri biraz olsun anlam kazandıkça işler de kolaylaşmaya başladı, aç olduğu zaman ayrı, uykusu olduğunda ayrı, bir sancısı olduğunda ayrı ağlıyordu.

6ncı ayının sonunda gittiğimiz aylık doktor kontrolünde ise yukarıda bahsini ettiğim bombayı patlattı sevgili oğlumuz. Yavaş kilo almasının çok hareketli olmasının dışında bir fizyolojik nedeni olmadığından emin olmak için yaptırdığımız kan ve idrar tahlillerinin sonucunda hiç beklenmedik birşey çıktı ve Meriç'in kum döktüğü anlaşıldı. Hemen ardından yaptırdığımız böbrek ultrasonunda da sol böbreğinde kum / taş taneleri olduğu görüldü. Şu an itibariyle konuyla ilgili yeni bir gelişme yok, önümüzdeki hafta içerisinde bu konuda uzman bir doktora gidip sonraki aşamaların ne olacağına karar verecek ve çok büyük ihtimalle (inşallah) ilaç tedavisiyle bu dertten de kurtulacağız.

Eskiden beri nazar olayına inanan bir insan olarak Meriç'in doğumunun ardından bu inancım daha da güçlendi. Yeni bir baba olarak insan ne kadar engellemeye çalışsa da devamlı oğlundan bahsetme güdüsüyle hareket ediyor. Öyle olunca da, çocuğun anlık olumsuz yöndeki değişimlerini hep nazara yoruyor ve kendi kendine tamam bir daha ondan uluorta bahsedip insanların nazarını üzerine çekmeyeceğim diyor. Gerçi kimsenin günahını almayayım, en çok anne babanın nazarı değer derler, olmaz diyemiyorum, ben bile bakarken devamlı bir hayranlık duygusuyla bakıyorum, arada bir gözümü kaçırmak ihtiyacı duyuyorum.

Siz yine de lütfen yazıyı okuduktan sonra bir Maşallah çekin olur mu! :))

Not : Bu kadar uzun yazı yazdım ama kendi duygularımdan pek hissetmedim sanırım, baba olduktan sonra neler hissettiğimi en kısa zamanda yazmaya (ve kısa tutmaya) çalışacağım.

29 Ağustos 2008 Cuma

Aç Kalın, Budala Kalın

Dünkü Stay Hungry, Stay Foolish yazısının ardından kardeş blog Sportif Platform'un değerli admini Faruk kardeşimin uyarısı üzerine sözkonusu metnin türkçesini de bloga eklemeye karar verdim. Türkçeye çevrilmiş metni internette buldum ama anonim bir çeviri gibiydi, o nedenle referans veremiyorum, kim çevirmişse kusura bakmasın. Çeviriyi okudum, ingilizce metni birebir çok güzel çevirmiş. Sadece Stay Foolish'e karşılık olarak Çılgın Kalın denmişti, onu Budala Kalın şeklinde değiştirdim. İkisi de çok karşılamıyor ama ana fikri veriyor işte...

"Dünyanın en önemli üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversite mezunu değilim. Doğrusunu söylemek gerekirse, ilk kez bu vesileyle mezuniyete bu derece dahil olma fırsatını yakalamış oldum. Bugün hayatımla ilgili üç hikaye anlatmak istiyorum. Hepsi bu. Büyük sözler değil. Sadece üç hikaye.

İlk hikaye noktaların birleştirilmesi hakkında; ilk altı ayın ardından Reed College'dan ayrıldım ancak okulla tam olarak bağımı koparmadan önce de bir 18 ay kadar ortalıkta dolandım. Peki niçin ayrıldım?

Tüm bunlar daha ben doğmadan başladı. Biyolojik annem üniversite öğrencisi olan, genç, bekar bir kadındı; beni evlatlık vermeyi kararlaştırdı. Kendisi çocuğunun bir üniversite mezunu tarafından evlat edinileceğinden o derece emindi ki her şey benim doğumdan itibaren bir hukukçu ve karısı tarafından evlat edineceğim şeklinde ayarlanmıştı. Ancak bir şey hesaplanmamıştı: Dünyaya geldiğimde beni evlat edinecek olan çift son dakikada bir kız çocuk üzerinde karar kıldı. Bu durumda bekleme listesinde olan ebeveynlerime gecenin ortasında bir telefon geldi: "Beklenmedik bir şekilde bir erkek çocuğumuz oldu; onu istiyor musunuz?" Aldıkları cevap "tabii ki" oldu. Ancak daha sonra biyolojik annem, annemin üniversite mezunu olmadığını, babamın ise liseyi bile bitirmediğini öğrendi. Bunun üzerine evlatlık verme kararından caydı. Ancak birkaç ay sonra ebeveynlerim beni üniversiteye göndereceklerine dair söz verince razı oldu.

Ve ben doğduktan 17 yıl sonra üniversiteye gittim. Ama safça Stanford kadar pahalı bir üniversite seçtiğimden işçi olan annem babamın bütün birikimi okul masraflarımı karşılamak için harcandı. Altı ay sonra bunun bir anlamı olmadığını fark ettim. Hayatta ne yapmak istediğimle ilgili hiçbir fikrim yoktu ve okulun da bu konuda bana nasıl yardımcı olacağını bilmiyordum. Yalnızca anne babamın birikimlerini harcamakla meşguldüm. Böylece okulu bırakmaya karar verdim; o sıralarda bu kararı verirken biraz kaygılıydım ama şimdi geriye dönüp baktığımda en doğru kararlarımdan biri olduğunu görüyorum.

Okuldan ayrıldığım günler pek de romantik değildi. Artık yurtta kalamıyordum; arkadaşlarımın odalarında yerde yatmaya başladım. Yiyecek satın almak için Cola kutularını 5 sente satıyor, haftada bir Hare Krishna mabedinde iyi bir yemek yiyebilmek amacıyla her pazar geceleri kentte yedi mil yol yürümek sorunda kalıyordum. Ama bunu sevdim. Özellikle de merak ve sezgilerimin izinden giderek düşe kalka yaşadığım o süreç daha sonrası için paha biçilmez bir değere sahip oldu. Şimdi size bu konuda bir örnek vereyim.

O sıralarda Reed College ülkenin en iyi kaligrafi eğitimini veriyordu. Artık okuldan ayrıldığım ve derslere girme zorunluluğum olmadığı için kaligrafi kurslarına katılmaya karar verdim. Burada öğrendiklerim tek kelimeyle mükemmel, tarihsel ve bilimin algılamayacağı derecede sanatsal bir inceliğe sahipti; tam anlamıyla büyülenmiştim.

Aslında kaligrafi kursunda öğrendiklerimin gerçek hayatta pratik bir karşılığı olacağı umudum yoktu. Ancak 10 yıl sonra ilk Macintosh bilgisayarını tasarladığımızda hepsini hatırladım. Böylece güzel bir yazı ve baskısı olan ilk bilgisayarı yarattık. Eğer üniversitede o kurslara gitmemiş olsaydım, Mac'in bu derece çeşitli yazı türleri ya da bu derece orantılı aralıklı fontları olmayacaktı. Ve de Windows'un Mac'i taklit ettiği hesaba katıldığında hiçbir masaüstü bilgisayarı bunlara sahip olamayacaktı. Tabii ki, üniversitedeyken bu noktalar arasında bağıntı kurmak mümkün değildi. Ancak on yıl sonra geriye dönüp baktığımda bu bağlantıları kurabiliyorum.
Öte yandan, geleceğe bakarak da noktaları birleştiremezsiniz; yalnızca geriye bakarak bunları birleştirebilirsiniz. Bu nedenle noktaların bir şekilde geleceğinizi şekillendireceğini bilmelisiniz. Yani bir şeye inanmalısınız- yazgınız, yaşamınız, karma, her neyse... Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yarı yolda bırakmadığı gibi hayatımın farklı olmasını da sağladı.

İkinci hikayem sevgi ve kaybetmekle ilgili. Erken yaşta neyi sevdiğimin bilincine vardığım için şanslıydım. Woz ve ben anne babamın evinin garajında Apple'ı yapmaya başladığımızda 20 yaşındaydım. Çok çalıştık ve on yıl içinde ikimizin bir garajda kurduğu Apple 4 bini aşkın çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüştü. Bir yıl önce en güzel ürünümüz olan Macintosh'u yaratmıştık ve ben de 30 yaşıma basmıştım. Ancak daha sonra kovuldum. İnsan kendi kurduğu bir şirketten kovulabilir mi? Apple gittikçe büyüdüğünden şirketi benle beraber yönetebilecek yeteneğe sahip olduğunu düşündüğüm birisini işe aldık ve ilk yıl her şey iyi gitti. Ancak daha sonra gelecekle ilgili görüşlerimizde farklılıklar ortaya çıktı ve kaçınılmaz olarak bir tartışma yaşandı. Bunun üzerine yönetim kurulumuz ondan yana çıktı. Böylece 30 yaşımda kovuldum. Ve de bu, herkesin gözü önünde, gürültülü patırtılı bir şekilde gerçekleşti. Gençliğimi adadığım her şey elimden gitmişti ve bu çok yıkıcı bir şeydi.

Birkaç ay ne yapacağımı bilemeden ortalıkta dolaştım durdum. Bir önceki girişimci kuşağı hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyordum; bana verilen bayrağı elimden düşürmüştüm. David Packard ve Bob Noyce'la bir araya geldim ve her şeyi berbat ettiğim için özür diledim. Apple'dan ayrılmam kamuoyunun gözünde tam bir başarısızlıktı; bu nedenle Silicon Vadisi'nden bile ayrılmayı planlıyordum. Ancak yavaş yavaş bir şeyler kafamda netleşmeye başladı - yaptığım şeyi hala seviyordum. Apple'da yaşananlar bu gerçeği değiştirmemişti. Reddedilmiştim ama hala aşıktım. Böylece yeniden başlamaya karar verdim.

O sıralarda henüz farkında değildim ama Apple'dan kovulmam aslında başıma gelebilecek en iyi şeydi. Başarılı olmanın ağırlığı yerini tekrar başlamanın hafifliğine, her şeyden daha az emin olmaya bırakmıştı. Hayatımın en yaratıcı dönemlerinden birine girmemi sağladı.
Daha sonraki beş yıl içinde NeXT'i ve Pixar adlı bir başka şirketi kurdum; ayrıca karım olacak olağanüstü bir kadınla tanıştım. Pixar'da dünyanın ilk bilgisayar animasyonlu filmi olan "Toy Story" yaratıldı; halen şirket dünyanın en başarılı animasyon film stüdyosu. Öte yandan, Apple'ın NeXT'i satın alması da bir dönüm noktası oldu ve ben böylece yeniden Apple'a döndüm; NeXT'te yarattığım teknoloji Apple'ın halihazırdaki yeniden doğuşunun merkezindedir.

Şuna eminim ki, Apple'dan kovulmasaydım bunlardan hiç biri olmayacaktı. Bu belki acı bir ilaçtı ama hastanın iyileşmesi için bunu alması gerekiyordu. Bazen hayat sopayla kafanıza vurur. Ama inancınızı hiçbir zaman yitirmeyin. Beni ayakta tutan tek şey yaptığım şeyi sevmemdi. Neyi sevdiğinizi bilmelisiniz. Bu sevgilinizi seçmeniz kadar işinizi seçmenizde de önemli bir etken. İş hayatınızın büyük bir bölümünü kaplıyor ve gerçekten tatmin olmanız için de yaptığınızın gerçekten önemli olduğuna inanmak zorundasınız. Eğer neyi sevdiğinizi bulamadıysanız aramaya devam edin. Yerleşmeyin. Her şey gönülle ilgili olduğu için bulduğunuzda zaten anlayacaksınız. Ve de tüm sağlam ilişkiler gibi bu tür ilişkiler de yıllar geçtikte iyileşir. Bu nedenle buluncaya kadar arayın. Yerleşik olmayın.

Üçüncü hikayem ölümle ilgili. 17 yaşındayken şuna benzer bir şey okuduğumu hatırlıyorum:"Her günü son gününüzmüş gibi yaşarsanız birgün mutlaka doğru yaptığınızı anlayacaksınız". Bu söz beni çok etkiledi ve geçen 33 yıl boyunca her sabah aynaya bakıp kendime şu soruyu sordum:"Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı bugün yapmak istediğimi yapar mıydım?" Ve eğer uzun süre üst üste hayır cevabını vermişsem bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincine varmış oluyordum.

Birgün öleceğimi unutmamak hayatta önemli seçimler yapmamda çok önemli bir rol oynadı. Çünkü ölüm karşısında her şey, tüm beklentileriniz, kaygılarınız, başarısızlıklarınız ya da övünçleriniz anlamını yitiriyor ve tek bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Öleceğinizi her zaman hatırlamak kaybetme korkusu tuzağına düşmenizi engelleyen en önemli etkendir. Zaten çıplaksınız. Bu nedenle kalbinizin sesini dinlememeniz için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadar önce bana kanser teşhisi kondu. Pankreasımda bir tümör vardı. O zamana kadar pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bunun tedavi edilemeyecek bir kanser türü olduğunu söylediler, en fazla 3 ila 6 aylık bir ömür biçtiler. Doktorum bana evime gidip bir an önce yarım kalan işlerimi halletmemi tavsiye etti. Yani kibarca "ölmeye hazırlan" dedi.
Kanser teşhisi konduğu gün boyunca bu sözler kulağımda çınladı durdu. Daha sonra aynı gün akşama doğru pankreasıma endoskopi yapıldı ve tümörden birkaç hücre alındı. Beni bayıltmışlardı ama operasyon sırasında yanımda bulunan karım, aldıkları hücreleri mikroskopta inceleyen doktorların birden sevinçle haykırmaya başladıklarını çünkü cerrahi bir müdahaleyle iyileşebilecek, çok ender rastlanan bir pankreas kanseri türünü belirlediklerini anlattı. Ameliyat oldum ve şimdi iyiyim.

İlk kez ölüme bu kadar yaklaşmıştım ve umarım daha uzun yıllar boyunca da bir daha tekrar yaklaşmam. Şimdi bu süreci çok yakıcı bir şekilde yaşadığım için ölümün yararlı ancak salt düşünsel bir kavram olduğuna inandığım zamanlardan daha gerçekçi bir şekilde şunu söyleyebilirim ki, kimse ölmek istemez. Hatta cennete gitmeyi arzulayanlar bile ölmek istemezler. Yine de ölüm hepimizin kaçınılmaz olarak gideceği son durak. Ve bu özelliyle de Ölüm belki de Yaşam'ın en güzel tek buluşu. Ölüm Yaşam'ın değiştirici etkeni. Eskiyi süpürüp yenisine yol açıyor. Şimdi yenisiniz ama bir gün eskiyecek ve ortalıktan kaldırılacaksınız. Bu kadar dramatik konuştuğum için özür dilerim ama bu bir gerçek.

Zaman kısıtlı, bu nedenle başkasının hayatını yaşayarak harcamayın. Başka insanların düşüncelerinin sonucu olan dogmaların tuzağına düşmeyin. Başkalarının fikirlerinin gürültüsünün iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin. Ve de en önemlisi, kalbinizin ve sezgilerinizin sesini dinleyin. Onlar bir şekilde ne olmak istediğinizi biliyorlar. Geri kalan her şey ikincildir.

Gençlik yıllarımda son derece büyüleyici "The Whole Earth Catalog" adında bir yayın vardı; bu o dönemde, benim kuşağımın adeta İncil'iydi. Stewart Brand adlı birisi tarafından yaratılmış ve şiirsel dokunuşuyla hayata geçirilmişti. PC ve masaüstü yayıncılığının henüz gündemde olmadığı 1960'lı yıllardı; her şey daktilolar, makaslar ve polaroid kameralarla yapılıyordu. Bir tür kağıt üzerinde Google söz konusuydu; 35 yıl sonra da Google doğdu.

Stewart ve ekibi "The Whole Earth Catalog"un pek çok sayısını yayımladılar ve artık sürecini tamamladığına inandıkları gün de son sayısını çıkardılar. Bu, 70'li yılların ortalarıydı ve o zamanlar ben siz yaşlardaydım. Son sayının arkasında, maceraperestseniz sizin de karşılaşabileceğiniz, sabah erken saatlerde çekilmiş bir köy yolunun fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da şu sözler yer alıyordu:"Aç kalın. Budala kalın." Bu sözler onların veda mesajıydı. Ben her zaman bunu kendime diledim. Ve şimdi, buradan mezun olup yeni bir hayata başlayan sizlere de aynı dilekte bulunuyorum.

Aç kalın. Budala kalın.

Teşekkür ederim."

28 Ağustos 2008 Perşembe

Stay Hungry, Stay Foolish

Apple'ın ve Pixar Animasyon Stüdyolarının kurucusu Steve Jobs'ın 2005 yılında Stanford Üniversitesi'nin mezuniyet töreninde yaptığı çok ünlü bir konuşmanın tam metnini aşağıda veriyorum. Konuşmanın görüntülerini izlemek içinse şu adresi kullanabilirsiniz : http://www.dailymotion.com/video/x1fdeu_steve-jobs-stay-hungry-stay-foolish_business

Bu metni yakın arkadaşlarıma daha önce gödermiş ve dikkatle okumalarını istemiştim, tekrar aklıma gelmesinin sebebi bundan birkaç hafta önce yurtdışındayken birçok ekonomi gazetesinde aynı anda Steve Jobs hakkında haberleri okumam. Iphone 3G'nin lansman toplantısında Jobs'ın fiziksel görünümü (ciddi bir kilo kaybı ve fiziksel çöküş gözleniyor resimlerinde gerçekten de) birçok yatırımcıyı endişelendirmiş ve onun (Allah gecinden versin diyelim) olası bir vefatında(sanki olmama ihtimali var da) Apple'ın ciddi sorunlar yaşamasının kaçınılmaz olduğunun dile getirilmiş. Bu tip lider-sembol isimler başarılı iş modelleri için kritik önem taşırlar, dikkat edilirse bu tarz kurucu patronlar karizmatik bir kişiliğe de sahiplerse gerek kendi egoları nedeniyle, gerekse bir pazarlama taktiğiyle ön plana çıkarlar (Türkiye'de Sakıp Sabancı bunun en başarılı örneğidir).

Metne geri dönecek olursak özellikle, noktaları geriye dönük birleştirmek ve aç kalmak/budala kalmak ile ilgili öğütlerin üzerine iyice düşünmek gerekiyor. Zaman ayırın, okuyun, düşünün...

"I am honored to be with you today at your commencement from one of the finest universities in the world. I never graduated from college. Truth be told, this is the closest I've ever gotten to a college graduation. Today I want to tell you three stories from my life. That's it. No big deal. Just three stories.

The first story is about connecting the dots.

I dropped out of Reed College after the first 6 months, but then stayed around as a drop-in for another 18 months or so before I really quit. So why did I drop out?

It started before I was born. My biological mother was a young, unwed college graduate student, and she decided to put me up for adoption. She felt very strongly that I should be adopted by college graduates, so everything was all set for me to be adopted at birth by a lawyer and his wife. Except that when I popped out they decided at the last minute that they really wanted a girl. So my parents, who were on a waiting list, got a call in the middle of the night asking: "We have an unexpected baby boy; do you want him?" They said: "Of course." My biological mother later found out that my mother had never graduated from college and that my father had never graduated from high school. She refused to sign the final adoption papers. She only relented a few months later when my parents promised that I would someday go to college.

And 17 years later I did go to college. But I naively chose a college that was almost as expensive as Stanford, and all of my working-class parents' savings were being spent on my college tuition. After six months, I couldn't see the value in it. I had no idea what I wanted to do with my life and no idea how college was going to help me figure it out. And here I was spending all of the money my parents had saved their entire life. So I decided to drop out and trust that it would all work out OK. It was pretty scary at the time, but looking back it was one of the best decisions I ever made. The minute I dropped out I could stop taking the required classes that didn't interest me, and begin dropping in on the ones that looked interesting.

It wasn't all romantic. I didn't have a dorm room, so I slept on the floor in friends' rooms, I returned coke bottles for the 5¢ deposits to buy food with, and I would walk the 7 miles across town every Sunday night to get one good meal a week at the Hare Krishna temple. I loved it. And much of what I stumbled into by following my curiosity and intuition turned out to be priceless later on. Let me give you one example:

Reed College at that time offered perhaps the best calligraphy instruction in the country. Throughout the campus every poster, every label on every drawer, was beautifully hand calligraphed. Because I had dropped out and didn't have to take the normal classes, I decided to take a calligraphy class to learn how to do this. I learned about serif and san serif typefaces, about varying the amount of space between different letter combinations, about what makes great typography great. It was beautiful, historical, artistically subtle in a way that science can't capture, and I found it fascinating.

None of this had even a hope of any practical application in my life. But ten years later, when we were designing the first Macintosh computer, it all came back to me. And we designed it all into the Mac. It was the first computer with beautiful typography. If I had never dropped in on that single course in college, the Mac would have never had multiple typefaces or proportionally spaced fonts. And since Windows just copied the Mac, its likely that no personal computer would have them. If I had never dropped out, I would have never dropped in on this calligraphy class, and personal computers might not have the wonderful typography that they do. Of course it was impossible to connect the dots looking forward when I was in college. But it was very, very clear looking backwards ten years later.

Again, you can't connect the dots looking forward; you can only connect them looking backwards. So you have to trust that the dots will somehow connect in your future. You have to trust in something — your gut, destiny, life, karma, whatever. This approach has never let me down, and it has made all the difference in my life.

My second story is about love and loss.

I was lucky — I found what I loved to do early in life. Woz and I started Apple in my parents garage when I was 20. We worked hard, and in 10 years Apple had grown from just the two of us in a garage into a $2 billion company with over 4000 employees. We had just released our finest creation — the Macintosh — a year earlier, and I had just turned 30. And then I got fired. How can you get fired from a company you started? Well, as Apple grew we hired someone who I thought was very talented to run the company with me, and for the first year or so things went well. But then our visions of the future began to diverge and eventually we had a falling out. When we did, our Board of Directors sided with him. So at 30 I was out. And very publicly out. What had been the focus of my entire adult life was gone, and it was devastating.

I really didn't know what to do for a few months. I felt that I had let the previous generation of entrepreneurs down - that I had dropped the baton as it was being passed to me. I met with David Packard and Bob Noyce and tried to apologize for screwing up so badly. I was a very public failure, and I even thought about running away from the valley. But something slowly began to dawn on me — I still loved what I did. The turn of events at Apple had not changed that one bit. I had been rejected, but I was still in love. And so I decided to start over.

I didn't see it then, but it turned out that getting fired from Apple was the best thing that could have ever happened to me. The heaviness of being successful was replaced by the lightness of being a beginner again, less sure about everything. It freed me to enter one of the most creative periods of my life.

During the next five years, I started a company named NeXT, another company named Pixar, and fell in love with an amazing woman who would become my wife. Pixar went on to create the worlds first computer animated feature film, Toy Story, and is now the most successful animation studio in the world. In a remarkable turn of events, Apple bought NeXT, I returned to Apple, and the technology we developed at NeXT is at the heart of Apple's current renaissance. And Laurene and I have a wonderful family together.

I'm pretty sure none of this would have happened if I hadn't been fired from Apple. It was awful tasting medicine, but I guess the patient needed it. Sometimes life hits you in the head with a brick. Don't lose faith. I'm convinced that the only thing that kept me going was that I loved what I did. You've got to find what you love. And that is as true for your work as it is for your lovers. Your work is going to fill a large part of your life, and the only way to be truly satisfied is to do what you believe is great work. And the only way to do great work is to love what you do. If you haven't found it yet, keep looking. Don't settle. As with all matters of the heart, you'll know when you find it. And, like any great relationship, it just gets better and better as the years roll on. So keep looking until you find it. Don't settle.

My third story is about death.

When I was 17, I read a quote that went something like: "If you live each day as if it was your last, someday you'll most certainly be right." It made an impression on me, and since then, for the past 33 years, I have looked in the mirror every morning and asked myself: "If today were the last day of my life, would I want to do what I am about to do today?" And whenever the answer has been "No" for too many days in a row, I know I need to change something.

Remembering that I'll be dead soon is the most important tool I've ever encountered to help me make the big choices in life. Because almost everything — all external expectations, all pride, all fear of embarrassment or failure - these things just fall away in the face of death, leaving only what is truly important. Remembering that you are going to die is the best way I know to avoid the trap of thinking you have something to lose. You are already naked. There is no reason not to follow your heart.

About a year ago I was diagnosed with cancer. I had a scan at 7:30 in the morning, and it clearly showed a tumor on my pancreas. I didn't even know what a pancreas was. The doctors told me this was almost certainly a type of cancer that is incurable, and that I should expect to live no longer than three to six months. My doctor advised me to go home and get my affairs in order, which is doctor's code for prepare to die. It means to try to tell your kids everything you thought you'd have the next 10 years to tell them in just a few months. It means to make sure everything is buttoned up so that it will be as easy as possible for your family. It means to say your goodbyes.

I lived with that diagnosis all day. Later that evening I had a biopsy, where they stuck an endoscope down my throat, through my stomach and into my intestines, put a needle into my pancreas and got a few cells from the tumor. I was sedated, but my wife, who was there, told me that when they viewed the cells under a microscope the doctors started crying because it turned out to be a very rare form of pancreatic cancer that is curable with surgery. I had the surgery and I'm fine now.

This was the closest I've been to facing death, and I hope its the closest I get for a few more decades. Having lived through it, I can now say this to you with a bit more certainty than when death was a useful but purely intellectual concept:

No one wants to die. Even people who want to go to heaven don't want to die to get there. And yet death is the destination we all share. No one has ever escaped it. And that is as it should be, because Death is very likely the single best invention of Life. It is Life's change agent. It clears out the old to make way for the new. Right now the new is you, but someday not too long from now, you will gradually become the old and be cleared away. Sorry to be so dramatic, but it is quite true.

Your time is limited, so don't waste it living someone else's life. Don't be trapped by dogma — which is living with the results of other people's thinking. Don't let the noise of others' opinions drown out your own inner voice. And most important, have the courage to follow your heart and intuition. They somehow already know what you truly want to become. Everything else is secondary.

When I was young, there was an amazing publication called The Whole Earth Catalog, which was one of the bibles of my generation. It was created by a fellow named Stewart Brand not far from here in Menlo Park, and he brought it to life with his poetic touch. This was in the late 1960's, before personal computers and desktop publishing, so it was all made with typewriters, scissors, and polaroid cameras. It was sort of like Google in paperback form, 35 years before Google came along: it was idealistic, and overflowing with neat tools and great notions.

Stewart and his team put out several issues of The Whole Earth Catalog, and then when it had run its course, they put out a final issue. It was the mid-1970s, and I was your age. On the back cover of their final issue was a photograph of an early morning country road, the kind you might find yourself hitchhiking on if you were so adventurous. Beneath it were the words: "Stay Hungry. Stay Foolish." It was their farewell message as they signed off. Stay Hungry. Stay Foolish. And I have always wished that for myself. And now, as you graduate to begin anew, I wish that for you.

Stay Hungry. Stay Foolish.

Thank you all very much."

Biz teşekkür ederiz, ağzına sağlık...

26 Ağustos 2008 Salı

Cameo ve MacGuffin

Bugün sinema terminolojisinde yer alan iki terim hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

Bunlardan ilki, "cameo". Cameo kısaca, bir sanat eserinde (ki çoğunlukla sinema veya televizyon eserleri olsa da, edebi eserler veya video oyunlarında da görülebilir) ünlü bir kişinin kısa bir rolde arz-ı endam etmesidir. Bu görünüm yoldan geçen birisi olarak da olabilir, kısa bir rol de. Genelde yönetmenlerin cameoları ünlüdür, bir çok yönetmen kendi yönettikleri filmlerde kısa da olsa görünmek isterler. En bilineni hepimizin bildiği gibi Alfred Hitchcock'tur. Hitchcock yönettiği filmlerin çoğunda en azından bir sahnede görünmek suretiyle bu terimin ve hareketin ünlü olmasında çok etkin bir rol oynamıştır. Filmin tamamı bir kurtarma botunda geçen "Lifeboat" filminde (bildiğim kadarıyla bir film için kullanılan en küçük set rekoru bu filmdedir) bile bir gazete reklamında görünerek imzasından taviz vermemiştir. Benim en sevdiğim cameosu ise "To Catch a Thief"tekidir; Cary Grant polislerden zorla kaçıp bir otobüse kendini atar ve en arka sıraya oturur, kamera geriye doğru çekilerek açıyı arttırır ve Grant'in yanındaki yolcu olarak Hitchcock'u görürüz, Grant hiç de neden yokken dönüp garip bir şekilde Hitchcock'a bakar. (Aklıma Mustafa Altıoklar'ın İstanbul Kanatlarımın Altında filmindeki cameosu geldi birden, hayatımda gördüğüm en saçma ve gereksiz sahnelerden birisidir, hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor; kafamdan silmeye çalıştığım için çok da nethatırlamıyorum ama artık kahramanlardan birisi gece yolda yürürken yaşlı bir adam görüyor, aaa Mustafa Altıoklar, ne arıyorsun amca gibisinden bir soru soruyor ona, o da ışığı mı arıyorum ne diyor; dam üstünde saksağan vur beline kazmayı anlayacağınız)

Cameolar sadece amaçsız görünme şeklinde değil, kısa bir rolde de olabilir. Alakasız bir rol de olabilir, filmde çok kritik bir görevi üstlenen karizmatik bir rol de. Bazen ünlü figürleri kendilerini canlandırırken görürürüz (sportif veya politik karakterler), bazen gerçek hikayeden uyarlamalarda olayın gerçek kahramanını filmde bir rolde görürüz. En ilginç cameolar bence yeniden çevrim filmlerde, o filmin orjinalinde oynayan oyuncuların bir şekilde yer aldığı cameolardır. Daha önceki yazılarımdan birisinde bahsettiğim Thomas Crown Affair'in yeniden çeviriminde ilk filmde başrol oynayan Faye Dunaway, Crown'ın psikiyatristi rolünde görünür. Cameolar dikkatli sinema seyircisi için aynı zamanda bir oyun gibidir, film esnasında bir anlık görünen birisinin hikayeden bağımsız da olsa önemini görebilmek insanı mutlu eder.

Bahsetmek istediğim ikinci terim ise, "MacGuffin". Bu terimi de Alfred Hitchcock sayesinde öğrenmiştim. Kısaca, bir hikayenin akmasını sağlayan ama detaylarını ya da ne olduğunu bilmediğimiz "şey"dir. Örneğin, Kuşlar filminde kuşların neden çıldırdığını ve insanlara saldırdığını bilmeyiz ama hikayenin akmasını sağlayan etken odur. Popüler kültürdeki en ünlü MacGuffin ise sanırım Pulp Fiction'daki içinde ne olduğunu bilmediğimiz çantadır. Daha güzel örnekleri olsa da kolay bilinirlik açısından popüler sinemadan bir örnek daha vermem gerekirse, Görevimiz Tehlike 3'te de "Rabbit's Foot" adı altında ne olduğu asla açıklanmayan bir şeyin peşindedir herkes.

MacGuffin teriminin nereden çıktığı bilinmese de, sinema terminolojisine Hitchcock ile girer. Bir röportajında MacGuffin'in ne olduğunda dair soruyu şöyle açıklar, "İskoçya'da bir tren kompartmanında oturan iki adamdan birisinin kucağında bir çanta varmış. Diğeri içinde olduğunu merak ederek sorunca ilk adam 'MacGuffin var' demiş. İkincisi 'MacGuffin de nedir?' diye tekrar sorunca ilk adam İskoçya'nın dağlarındaki aslanları avlamak için kullanılan bir aparat olduğunu söyler. İkinci adamın kafası karışmıştır, 'İyi ama İskoçya'da aslan yoktur ki' der, ilk adam son sözü söyler'hmm, o zaman çantadaki de MacGuffin değil o halde'. Kısaca MacGuffin'in ne olduğu önemli değildir, sorgulamaya gerek yok, hikayeyi izlemeye devam edin.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Hamlet'ten

Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
.....
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine.

24 Ağustos 2008 Pazar

Akıllı olmak mı, şanslı olmak mı...

Meriç'in doğumunun ardından ettiğim dualarda sağlıklı olmasından sonra en çok talihli olması konusunda dua ettiğimi farkettim (ukalalık olabilir ama akıl olayını anne ve babasından bir miktar alacaktır herhalde). 32 yıllık hayatımda şansın bir insanın yaşamında ne kadar önemli olduğunu gördüm, ne kadar akıllı ne kadar becerikli olsanız da şans yanınızda değilse bazı şeylere erişmenin ne kadar zor olabileceğini idrak ettim. Yıllar önce Amin Maalouf'un Türkiye'de çok popüler olan Afrikalı Leo'sunda okuduğum ve hiç unutmadığım bir pasajı sizlerle paylaşmak isterim.

"Sen ki bunca kitap okumuşsun, çok uzun zaman önce bir sultanın annesinin oğlu doğduğu zaman ne dediğini biliyor musun? 'Akıllı olman için dua etmiyorum. Akıllı olursan aklını güçlülerin hizmetine verirsin. Talihli olmanı istiyorum ki akıllı insanlar sana hizmet etsinler.'..."

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Neden Britanya?



Olimpiyatları izlerken aklıma birşey takıldı, daha önce niye hiç üzerine düşünmemişim bilmiyorum, herhalde öyle gelip öyle gittiği için hiç üzerinde durmamışım. Niye birçok spor organizasyonunda (en basitinden Avrupa ve Dünya Futbol Şampiyonalarında) İngiltere, Galler, İskoçya diye takip ettiğimiz ülkeler iş Olimpiyatlara gelince Büyük Britanya (Great Britain) adı altında toplanıyorlar?

Yazıyı yazıyorum ama aslında cevabı tam olarak bilmiyorum. Çok yüzeysel bir internet araştırmasından anladığım kadarıyla ilk modern olimpiyatlardan (1896) bu yana Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin (IOC) üyesi olarak Büyük Britanya yer alıyor, ama Büyük Britanya FIFA'nın bir üyesi değil. Ülkeler tek tek üye olarak FIFA'da ve UEFA'da yer alıyorlar. Sebep sadece bu mudur tam bilmiyorum eğer daha detaylı bir bilgisi olan varsa bana söylerse yazarım...




Bu arada İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda ayrı ayrı ülkeler ama İngiltere, İskoçya ve Galler'in oluşturduğu bütüne Büyük Britanya (ya da kısaca Britanya) deniyor, bunlara Kuzey İrlanda'nın eklenmesiyle de Birleşik Krallık (tam adıyla United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland) adına ulaşıyoruz. Eskiden United Kingdom of Great Britain and Ireland imiş ama İrlanda'nın güneyindeki büyük çoğunluk 1920'lerde bu birliğin parçası olmaktan çıkmak istemiş ve o zamandan beri sadece Kuzey İrlanda Birleşik Krallık'ın bir parçası... Aslında bu adamların tarihi bir ilginç, bu konuda Midget (Murat Yılmaz; bkz. Kardeş Bloglar, Across the Universe) kardeşimiz belki ileride bir yazı yazar. Bana geçen günlerde Britanya'nın tarihi konusunda kitap okumak istediğini söylemişti, böylece ben de onu buradan iteklemiş olayım.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Ağır abiler serisi #2 : Steve McQueen


Ağır abiler serisinin 2. konuğu, daha "cool" nedir, ne demektir bilmezken (ingilizcedeki "cool"a karşılık olarak "ağır" tabirini kullandığımı farketmişsinizdir) hayranı olduğum, çocukluğumun en heyecan verici aktörü Steve McQueen olacak. Yıllar sonra bu kavramı duyduğumda aklıma gelen ilk isimlerden olan McQueen'in Amerika'daki lakabının da "The King of Cool" olduğunu yıllar sonra öğrenecektim.

Dönem olarak benim doğumumdan öncesine denk düşse de (1976'dan sonra sadece 3 filmi var) TRT'nin o zamanlarda tekel olmasına rağmen başarıyla yürüttüğü yayın politikası sayesinde en önemli filmlerini defalarca izleme ve kendisinin farkına varma şansım olmuştu. (Yazarken tekrar aklıma geldi de, TRT özellikle 2.,3,4. kanallarını açtıktan sonra o kanalları çok başarılı değerlendiriyordu, şimdiki gibi gereksiz ve amaçsız değillerdi. Özellikle TRT4'ü gençlik kanalı yaptıkları dönemde harika diziler, komediler, filmler veriyorlardı : en çok hatırladıklarım dizilerden Loose Cannon - Max Monroe, Sonny Spoon; filmlerden Can't Buy me Love, Ferris Bueller's Day Off, Genç Sherlock Holmes)


İlk hatırladığım filmi "The Great Escape"dir, orada canlandırdığı karakter zaten başlı başına sinema tarihinin en ağır karakterlerindendir bence. Çok konuşmaz, hareket adamıdır, asla pes etmez, sakinliğiyle düşmanlarını fazlasıyla sinirlendirir. Sinemaseverlerin gönlünde ilk taht kurduğu film budur sanırım ama yine kalabalık kadrolu Muhteşem Yedili (Magnificent Seven) ve ülkemizde nispeten daha az tanınan ama McQueen'in en hareketli filmi olarak bilinen San Francisco sokaklarındaki unutulmaz araba kovalama sahneleriyle tanınan Bullitt diğer unutlmaz filmleridir. Benim çok sevdiğim diğer bir filmi ise yeniden çevrimi de çok başarılı olan Thomas Crown Affair'dir. Özellikle plajda kullandığı kırmızı sahil arabasını asla unutamam, ayrıca Faye Dunaway'le olan seksi satranç sahnesi ise gerçekten erotizmin iyi kullanımının örneklerindendir. 1999 tarihli yeniden çevirimini daha çok beğensem de (müzik kullanımı, senaryosu, daha hareketli olması) iki filmin sonlarını karşılaştıracak olursak Steve McQueen'li versiyon Pierce Brosnan'lı versiyondan daha güzel, karizmatik ve tutarlıdır. Henüz izlemeyenler için spoiler olabilir, o nedenle bu cümlenin geri kalanını okumasınlar isterlerse; orjinalinin sonunda McQueen kendisini polise ihbar eden Dunaway'i ortada bırakıp ülkeyi terkederken, yeniden çevrim Hollywood'un mutlu son aşkı uğruna Brosnan ile Rene Russo sonunda birleşirler. Halbuki Crown'ın kişiliği, ne kadar güzel, akıllı ve mücadeleci birisi de olsa kendisini ispiyonlayan birisini affedecek bir kişilik değildir.

Ayrılmış bir anne babanın çocuğu olarak kolay bir çocukluk geçirmeyen McQueen annesi ile büyükbabası arasında gidip gelmiş, aylaklık ve serserilikle zaman geçirmiş uzun süre, sonunda da Amerikan ordusuna denizci olarak girmiş ve biraz olsun toparlamış kendisini (tek Oscar adaylığını kazandığı Sand Pebbles'ta da denizci bir askeri canlandırır). Sonrasında 25 yaşındayken New York'ta oyunculuk seçmelerine katılmış ve hızla başarı merdivenini tırmanmaya başlamış. Broadway'de oyunlar, televizyonda ünlü bir western dizisi derken sinemaya atlamış ve efsanenin geri kalanını sinema perdesinde yazmış.

McQueen'in en önemli özelliklerinden birisi oyuncu kimliğinin yanısıra (ya da oyuncu kimliğinden daha çok, bakış açısına göre değişir) yarışçı kimliği de taşımasıdır. Kendisi iflah olmaz bir hız meraklısı, motorsiklet veotomobil yarışçısıdır. Oyunculuk döneminin başında para kazanmak için haftasonları motor yarışlarına katılır ve öyle geçinirmiş. Kariyerinin geri kalan döneminde de bu tutkusundan taviz vermemiş ve bir çok yarışa katılmış, filmlerde tehlikeri sahneleri mümkün olduğunca kendisi canlandırmış (bu nokta da filmi izlemiş olanların aklına hemen The Great Escape'deki unutulmaz dikenli teller üzerinden yapılan motorsikletli atlayış sahnesi gelir ama ne yazık ki o sahneyi yapabilecek olmasına rağmen, sigorta sebepleriyle McQueen'in atlamasına izin verilmez; ama ilginç bir anekdot, zamanında filmlerde dublörlük yapabilecek kadar iyi motosiklet kullanıcıları zor olduğundan, The Great Escape'de McQueen'i motosikletle kovalayan Alman askerlerinden birisini yine McQueen'in kendisini canlandırmıştır). McQueen bu merakı ile ilgili olarak şöyle der : "Yarışlara katılan bir aktör müyüm yoksa aktörlük yapan bir yarışçı mıyım ben de emin değilim."

McQueen hakkında bazı ilginç kısa notlar :

- Bruce Lee'nin tabutunu taşıyanlardan birisiymiş. Bruce Lee ve Chuck Norris McQueen'in oğluna uzakdoğu sporları öğretiyormuş, hatta Norris'i sinemaya yönlendiren de McQueen'in kendisiymiş (yaşasaydı da görseyi ne yaptığını keşke).


- Breakfast at Tiffany's, Ocean's Eleven, Butch Cassidy and Sundance Kid, Apocalypse Now ve Kirli Harry filmlerinde oynama tekliflerini reddetmiş.

- Rambo : İlk Kan için düşünülen ilk isimlerden birisiymiş, hatta kendisi de ilgilenmiş rolle ama hastalığı nedeniyle olmamış (Stallone fenomeni Rocky ile sınırı kalacakmış neredeyse)

- Spielberg "Üçüncü Türle Yakın İlişkiler" için McQueen'i istiyormuş hatta görüşmüşler de ama McQueen bu filmi de reddetmiş. Kişisel görüşüm iyi yaptığı yönünde, sonunda Richard Dreyfuss'un canlandırdığı karaktere o gitmezdi, kafamızdaki imajına ters.

Steve McQueen 50 yaşındayken, 1 sene öncesinde teşhis edilen mide kanserine (denizcilik veya yarışçılık zamanında etkisi altında kalmış olabileceği asbestten kaynaklandığına inanılıyor) alternatif tedavi bulmak amacıyla gittiği Meksika'da hayatını kaybetti. Cesedi yakılarak Pasifik okyanusuna atıldı.

Kısa bir unutulmaz filmler listesi :

- Magnificent Seven
- Thomas Crown Affair
- The Great Escape
- ve Papillion (diğer filmlerde sanki kendisini oynar McQueen, bu filmde ise oyunculuğunu konuşturur)

Eğer hala izlemediyseniz veya aradan uzun zaman geçtiyse The Great Escape'i tekrar izleyin, ben bu haftasonu Meriç izin verirse öyle yapacağım.

17 Ağustos 2008 Pazar

Palahniuk'tan yeni bir uyarlama : Choke - Tıkanma

Hürriyet'in bu haftaki Cumartesi ekinde Chuck Palahniuk hayranlarını heyecanlandıracak bir haber gördüm (gerçi olayın geçmişi 3 yıla gidiyormuş ama ben haberi yeni duymuş oldum Hürriyet sayesinde). İsim ilk başta tanıdık gelmediyse "Fight Club"ın yazarı olduğunu hatırlatayım. Yazarın bir kitabı daha sinemaya uyarlanmış ve yakında gösterime çıkıyormuş. Ayrıntı yayınları tarafından "Tıkanma" adı ile Türkçeye kazandırılan orjinal adıyla "Choke" bu seferki uyarlamanın kaynağı.

Çağdaş Amerikan edebiyatının Tom Robbins'le beraber en sevdiğim yazarı olan Chuck Palahniuk'u David Fincher'ın ünlü uyarlamasından sonra tanıdım ve zaman içerisinde geri kalan kitaplarını da okudum. Kitaplarında Dövüş Klübü'nün genel havası olsa da bazı yazarlar gibi başarılı olan bir modelin defalarca taklidini yazmaktan çok yazarın genel stilinin bu olduğunu hissediyorsunuz. Aykırı, dışlanmış değil kendilerini bilerek isteyerek sistemin dışında tutan, tüketim toplumu ile sorunları olan karakterlerle çalışmayı seven Palahniuk'un bu kitabı da gerçekten rahatsız edici, zor ama sürükleyici.

Hazır yukarıda konu açılmışken yıllar önce okuduğum bir gözlemi yazacağım. Dediğim gibi çağdaş Amerikan edebiyatında en beğendiğim yazarlar olan Palahniuk ile Robbins'in ortak özelliklerinden birisi ikisinin de kuzeybatı Amerika (Pacific Northwest) bölgesinden olması; bilenler için o bölge batı Amerika'nın daha güney kesimlerine nazaran daha çok yağış alan bir bölgedir. Örneğin Seattle, düşen yağmur miktarı olarak olmasa bile yağış olan gün sayısı bakımından ABD'nin en çok yağış alan şehridir. Şahsen gittiğim 1 haftalık zaman diliminde de (Mayıs ayıydı) günde en az 1 kez yağmur yağdığına şahit olmuştum. Yanlış bilmiyorsam nasıl Avrupa'da intihar oranının en yüksek olduğu bölge az güneş alan kuzey Avrupa ülkeleri ise ABD'de de Seattle intihar oranının en yüksek olduğu şehir imiş. Yıllar önce okuduğum için gözlemi (yönetmen Peter Greenaway'e ait) birebir kelimelerle dile getiremeyeceğim ama aşağı yukarı şunu diyordu : "İngiltere'de yaşam 10 ay yağışlı ve soğuk hava yüzünden iç mekanlara sıkışır. Bunun sonucu olarak da güneşten fazlasıyla faydalanan Fransa ve İspanya'da görülen resim zenginliği İngiltere'de edebiyat zenginliği olarak yaşanmıştır." Gerçekten de edebiyat ve hatta müzik konusunda İngiltere'nin zenginliği kıta Avrupasında görülmez. Bence bu durumun benzeri ABD'de de gözlemlenebilir. Pacific Northwest bölgesinden önemli yazarlar ve müzisyenler çıkmıştır (yazarlardan ikisini yukarıda belirttim, müzik piyasasından ise Nirvana, Soundgarden, Pearl Jam ve Jimmy Hendrix de bu bölgeden çıkmadır).

Dövüş Klübü'nün başarısından sonra yazarın diğer kitaplarının da hızla filme çekileceğini düşünmüştüm ama kitapların dili, içeriği, ağırlığı film uyarlamalarını (en azından hakkıyla) zorlaştırıyordu. Tıkanma'nın filme çekilmiş olması ise biraz ilginç çünkü bu kitap diğerlerine nazaran biraz daha hastalıklı bir kitap, eğer sadece anafikri alıp üzerine film inşa ettilerse üzücü olur ama birebir uyarlaması da perdelerde kolay kolay gösterilemez. Kitap çok kısaca, seks bağımlısı bir adamın geçinmek için düzgün restoranlarda boğazına birşey kaçmış gibi yaparak oradaki insanlardan birisinin kendisine yardım etmesini ve o kişinin kendisini kahraman gibi hissetmesini sağlayarak zamanla o kişiyi maddi açıdan sömürmesini anlatıyor. Tabii ki bu sadece hikaye katmanlarından bir tanesi, kitabın en önemli katmanı ise kahramanımızın (!) bakmakla yükümlü olduğu huzurevindeki annesiyle olan ilişkisi.

Filmi Cnbc-e'de "The New Adventures of Old Christine" adlı dizide Christine'in boşandığı eşi rölünde izlediğimiz aktör, yazar, yeni-yönetmen Clark Gregg çekmiş. Başrolde de Sam Rockwell ve Anjelica Huston var. Filme karşı önyargılı olmamak için internetten eleştirilerini okumadım, bekleyip göreceğiz, sürpriz olsun. Beklenti olmaksızın gidince belki daha çok beğenirim. (Gerçi yazdıktan sonra tekrar düşündüm de Türkiye'de gösterime girer mi acaba... neyse olmadı netten indiririz, yaşasın illegalite :))

15 Ağustos 2008 Cuma

Unutulmaz film sahneleri


İşin kolayına kaçmak gibi oluyor biliyorum ama bu aralar Meriç'in akşamları huysuzluğu üstünde o nedenle kısa listeler yapmak suretiyle blogu en azından boş bırakmamak istiyorum.
Bugunkü liste en sevdiğim film sahneleri (işin sanatsal yanına bakmıyorum, tamamen duygusal) :

- Thomas Crown Affair (1999'da çevrilen Pierce Brosnan'lı versiyon) : Arka fonda Nina Simone'un unutulmaz Sinnerman şarkısının çaldığı, Brosnan'ın çaldığı tabloyu müzeye geri getirdiği sekans

- Children of Men : Uzun zamandan beri göremediğimiz güzellikte uzun bir plandan oluşan bombalanan binadan Clive Owen'ın bebeği kurtardığı sahne

- Once Upon a Time in America : Kahramanlarımızın çocukluğunun anlatıldığı bölümde, kahramanlarımızdan birisinin mahallenin hoppa kızıyla yatabilmek için tüm parasıyla pastaneden vişneli pasta alıp kızın evine gittiği, sonra kızın çıkmasını beklerken pastanın güzelliği karşısında yaşadığı ve gözlerinden "seks mi pasta mı" ikileminin okunduğu sahne

- When Harry Met Sally : Meg Ryan'ın kafedeki orgazm taklidi yaptığı sahne

- Platoon : Willem Defoe'nun yaralı halde Vietkonglardan kaçmaya çalıştığı sekans

- Spies Like Us (bunu Mert de klasikler arasına ekleyecektir kesin) : Chevy Chase ve Dan Aykroyd'un yem-ajan olarak Afganistan'a gönderildiği ve kahramanlarımızın bir Birleşmiş Milletler yardım çadırında orada görevli doktorlara kendilerini doktor olarak tanıttığı sahne. Herkes birbirine "doktor, doktor" şeklinde selam verince arka arkaya 30 kez falan tek kelimenin söylendiği en güldüğüm sinema sahnelerinden birisi

- Immortal Beloved (Gary Oldman'ın Beethoven'ı canlandırdığı film) : Beethoven'ın çocuk halinin bulutsuz bir geceyarısı ormandaki göle gittiği ve gölde sırtüstü uzandığı sahne. Gökteki yıldızlar çok net bir şekilde görünmektedir ve göl yüzeyinde yansımaları da çok belirgindir. Kamera çocuğu yukarıdan gösterir ve çocuğu karanlıkta göl yüzeyinde sırtüstü görürken sanki uzayın derinliğinde yıldızların arasındaymış gibi bir intiba yaratılır.

- Conspiracy Theory : Mel Gibson'ın sokaktan Julia Roberts'ı evini gözlediği ve onu bantta koşarken bir şarkı mırıldandığını görerek arabanın radyosundan kanallar arasında dolaşarak şarkılarla Roberts'ın ağzını eşleştirmeye çalıştığı sahne (çok emin değilim ama galiba şarkı, Can't take my eyes off of you idi)


- Apocalypse, Now : Amerikan helikopterlerinin Vietnam köyüne Wagner'in "Ride of the Valkyries" eşliğinde saldırdığı sahne


Bunlar şu an için aklıma hızla gelen sahneler. Kimbilir hangi sahneleri atladım, belki ileride unuttuğum sahneler için ayrı bir yazı yazarım.

14 Ağustos 2008 Perşembe

Olimpiyatlar - yüzmede dünya rekorları

Bir süredir yurtdışında olduğum için Olimpiyatları ne yazik ki düzgün takip edemiyorum. Yunanca olimpiyat izlemek de gerçekten zorluyor insanı ama mümkün olduğunca özetleri yakalamaya çalışıyorum (internetten haber okuyarak da olimpiyat izlenmez ki, o nedenle yazılı basını takip etmiyorum).

Şu ana kadar izlediğim kadarında en çok ilgimi çeken dal yüzme olmuştu. Neredeyse her final dünya rekoruyla tamamlanıyor. Tamam, ortada bir Micheal Phelps fenomeni var, anladık çok yetenekli ama şampiyon olmak farklı birşey, her yarışı dünya rekorunu kırmak suretiyle kazanmak farklı birşey. İşin garibi yarışları ikinci, üçüncü hatta dördüncü tamamlayanların bile bir önceki dünya rekorundan iyi derece yapıyor olmalarıydı. Tam da bu konu üzerinde düşünürken Hıncal Uluç'un Sabah gazetesindeki yazısını okudum. Kabul edelim, Hıncal Uluç Türkiye'nin en önemli "spor" yazarlarından biridir, şahsen futbol hakkındaki (ne de olsa Fenerbahçeliyim) yorumlarını beğenmesem ve mümkün olduğunca okumasam da diğer spor dalları ve spor kültürü konusundaki yazılarını kaçırmamaya çalışıyorum. Bilmeyenler için, Hıncal Uluç'un Sabah'taki köşesi perşembe günleri sadece spora ayrılıyor, çok şey öğrenebilirsiniz.

Merakımı (ve tabii binlerce sporseverin) uyandıran konuyu o da görmüş ve bu olimpiyat oyunlarında neden bu kadar çok yüzme rekoru kırıldığını anlatan bir yazı kaleme almış. Okuyun (http://www.sabah.com.tr/haber,0AAB4E087A4F4B449F2D85C0D0F5F131.html), gazetelerin linkleri bazen arşivleme nedeniyle değişiyor, bu konudaki en iyi site bence Milliyet, eğer yukarıdaki linke ulaşamazsanız veya başka haber açıyorsa, www.sabah.com.tr den Hıncal Uluç'un yazılarına girip 14 Ağustos tarihli yazısına ulaşabilirsiniz.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Çay, kahve, tembellik...

Bu aralar ilginç bir kitap okuyorum, henüz bitirmeden yazıyor olacağım yazıyı ama kitaptaki bir bölüme unutmadan özellikle yer ayırmak istedim.

Kitabın adı "Tembel Ayaklanması : Yan Gelip Yatmanın Manifestosu" (orjinal adı "How to be Idle" ama türkçe adı daha şık olmuş, ingilizcesi basit kaçmış kitabın içeriğinin ağırlığına göre), yazarı İngiltere'den Tom Hodgkinson. Kitabın adını çok uzun süre önce yanlış hatırlamıyorsam Kanat Atkaya'nın bir yazısında okumuş, sonra da ilk fırsatta Ideefix'ten alıp kütüphaneme diğer okunacak kitaplar yığının arasına koymuştum. Son 6 aydır gerek iş (asla bitmez) gerekse ev (Meriç'in aramıza katılması) hayatında aralıksız bir yoğunluk, yorgunluk, sıkıntı döneminden sonra biraz kafamı kaldırıp ufak kaçamaklar yapmaya karar verdim yazın sonuna doğru. Mümkün oldukça hafta içleri birer gün yıllık izin hakkımdan faydalanıp amaçsızca gün geçirdim. Sabahları yine erken ama bu sefer mecburiyetten değil zevkten kalktım, alışveriş yaptım, İstiklal'de yıllardan sonra bir iş günü dolandım, Hakan ve Tolga'nın yanına gidip saatlerce onlarla takıldım, muhabbet ettim, akşamları da normal eve gidiş saatimde eve dönerek günlerimi tamamladım. Bu ufak kaçamaklar esnasında rafta uzun süredir bekleyen bu kitap aklıma geldi ve en nihayet okumaya başladım.

Kitap özetle, çağımızın çalışma hastalığını, kapitalist düzenin insanları nasıl daha çok çalışmaya yönlendirdiğini, daha çok tüketmenin bizi nasıl yok ettiğini anlatıyor ve tüm bunlara karşı tembelliği savunuyor. Yaşamayı bilen insanların kargaşadan uzak duran tembel insanlar olduğunu söylüyor. Eğer unutmazsam veya üşenmezsem kitabı bitirdikten sonra ayrıntılı bir yazı yazarım ama yine de şimdiden kitabı mutlaka okumanız gerekenler listenize almanızı tavsiye ederim. Okurken kesinlikle rahatsız olacaksınız, ben oldum, günlük tempomu biraz yavaşlatmam gerektiğini hissettim, bilmiyorum yapr miyim ama kesinlikle değerlendireceğim. Aslına bakarsanız biraz Fight Club'daki Tyler Durden duruşu var Hodgkinson'da da.
Kitaptaki ilginç bir değerlendirmeyi sizinle paylaşmak için bu yazıyı yazıyorum. Kitabın koca bir bölümü Çay Saati'ne ayrılmış ve çay kültürüne değinerek artık bu kültürü de yok ettiğimizi kaleme almış yazar. Çaya ayırdığı bölümü şöyle tamamlıyor :

"... Çayın bir diğer düşmanı da, elbette kahvedir. Endüstri Devrimi sırasında İngiltere'de çay, biranın yerini alırken, son on yıl içinde ABD'de alkolün yerini kahvenin aldığı görülüyor. ABD kahve kültürü ise, son yıllarda Avrupa'ya kaymış bulunuyor. Tüketilen miktarlar ve tüketim hızı inanılmaz. Oysa kahvenin de geleneksel bir içiliş şekli vardır; bir kahvehanede ya da kafede yine sosyal bir ortamda küçük fincanlarla keyfini çıkartmak yerine, bugün artık her yerde kahveden çok süt içeren plastik ya da kağıt bardaklarla dolaşıyoruz. Hem de her yerde! Kaldırımda yürürken, arabada ya da trende giderken ya da toplantılarda. Tadı kaçmış bir kahve kültürünün işgali altındayız.

Kahve; çay sevmeyenlerin içeceğidir. Ne kaybettiklerini bilmeyen kazanç peşindeki insanların, öğle yemeğini yaşamlarından çıkarmış olan ve akşam erken yatan tiplerin, suçluluk duygusu altında ezilen, para ve statü hırsına kapılmış boş kafalıların içeceğidir. İnsanı güçten düşüren, gücünü azaltan bir içecektir. Kahveye karşı çıkalım. Şairlerin, filozofların ve keşişlerin eski ve soylu içeceği çaya dönelim."

Bir ekleme, benim gibi çay tiryakilerinin de çok rahatça tahmin edebileceği gibi abimiz çay derken poşet çaylardan bahsetmiyor, demleme çaylardan bahsediyor ve demleme ritüelinin çayın tadına ayrı tat kattığını söylüyor.

Not : Hodgkinson'ın İngiltere'de yılda iki defa çıkan bir de dergisi (Idler), bir de websiteleri (www.idler.co.uk) var.

Gaz Şarkılar

Özellikle spor yaparken, koşarken falan iyi gider diye bir gaz şarkılar listesi yapıyorum. Moralinizin bozuk olduğu zamanlarda iyi hissetmek için veya yüksek moralinize eşlik edecek coşkun şarkılara ihtiyacınız olduğunda da kullanabilirsiniz. Listeyi biraz uzun tutacağım, sporunuzun ortasında playlistiniz başa dönmesin :)

Bu arada aşağıdaki listeyi yaptıktan sonra farkettim ki, seçtiğim tüm şarkıların neredeyse hepsi grup şarkıları. Listeyi kırmak için Jimmy Hendrix ekledim sırf o yüzden. Noluyor birkaç kişi bir araya gelince bir enerji patlaması mı oluyor? Aslında düşününce biz de çocuklarla toplandığımızda sanki 15 yaşına geri dönmüş gibi bir ruhet-i haliyeye girdiğimize göre normal karşılamam lazım.

The Vines - Get Free
The Strokes - Juicebox
The Knack - My Sharona
The Von Bondies - C'Mon C'Mon
The Fratellis _ Chelsea Dagger
The Jam - A Town Called Malice
The Jets - Are you Going To Be My Girl
The Clash - London Calling
The Killers - All These Things That I've Done
22-20s - Devil In Me
Arctic Monkeys - Flourescent Adolescent
Chumbawumba - Tubthumping
Queens of the Stone Age - Go With The Flow
Supergrass - Pumping On Your Stereo
Placebo - 20th Century Boy
Pixies - Debaser
Noir Desir - En Route Pour La Joie
Manic Street Preachers - Imperial Bodybags
Kiss - I Was Made For Loving You Baby
Kaiser Chiefs - I Predict A Riot
Kasabian - Club Foot
Green Day - When I Come Around
Jimmy Hendrix - Crosstown Traffic

12 Ağustos 2008 Salı

Ağır abiler serisi : Eric Cantona



Geçen gün internette gezinirken Eric Cantona hakkında bir haber görünce, arada bir ağır abilerle ilgili yazılar yazmaya karar verdim. Eric Cantona da bu serinin ilk konuğu olmak için en uygun adaylardan birisi kabul edersiniz.

Her ne kadar yaş olarak onun futbolculuğu bizim artık iyiden iyiye dünyada ne olup bittiğini farkettiğimiz zamanlara geliyorsa da, benim kendisiyle ilk tanışmam biraz geç, Galatasaray'ın Old Trafford'daki ünlü 3-3'lük maçıyla oldu (kabul edelim Türk futbol tarihi için önemli bir akşamdı ama yine de bu konuyu geçiştirmeyi tercih ederim). O zamanlar futbolu sadece TRT3'te perşembe akşamları yayınlanan "Avrupa'dan Futbol"da takip ederdik, şimdiki gibi onlarca kanalda değişik ülkelerin ligleri yayınlanmıyordu ve internet de yoktu. O akşam Eric Cantona ile ilgili hatırladığım şeyler, yakası kalkık forması, tipik kendini beğenmiş dik fransız duruşu ve sahada öne çıkan lider futbolcu karakteriydi. O günden sonra ben de halı sahalardaki maçlarda yakamı kaldırmaya başlamıştım, hala da hoşuma gider öyle yapmak. Her seferinde Cantona'yı anarım.

Sonrasında daha dikkatli takip etmeye başladım Cantona'yı ama futbolculuğu dışında da (hatta daha fazla) özel, ağır birisi olduğunu 30 yaşında zirvedeyken futbolu bırakmaya karar vermesinden ve sonrasında da Fransa'da gezgin bir tiyatro klübü kurup sahnelere çıkmaya başladığını duyduktan sonra anladım (birçok filme de rol almıştır, en ünlüsü ise Cate Blanchett'in oynadığı Elizabeth'de Fransız elçi rölüdür). Her zaman kendi tutkularının peşinde gidip sistemin bir parçası olmadığını gösteren bu adam o nedenle Manchester United dışıda hiçbir klüpte uzun süre barınamamış, ManUtd'da ise taraftarlar için efsane olmuş, tarftarlar kendisine "King Eric" lakabını takmıştır. Çabuk sinirlenen birisi olarak futbol hayatı boyunca hakemlerle, takım arkadaşlarıyla, taraftarlarla, klüp başkanlarıyla ve federasyonlarla birçok kavgaya, tartışmaya girmiştir, bunların sonucunda defalarca oyundan atılma, para cezası ve süreli cezalar (en uzunu aşağıda ayrı bir paragrafta bahsedeceğim 9 aylık olmak üzere) gibi çeşitli yaptırımlara maruz kalmıştır. Ama hiçbirisi onun kim olduğundan taviz vermesine neden olmamış, bildiği yoldan devam etmiştir.



Dediğim gibi oynadığı dönemde her biri ayrı hikaye olan kavgalarının belki de en ünlüsü, bizim arkadaş grubu arasında uçan tekme hareketiyle aynı anda dile getirilen "i didn't make the foul" repliğiyle bilinen, Ocak 1995'te bir Crystal Palace taraftarına (taraftar da ünlü olmuştur bu olaydan sonra, futbolla yakından ilgilenen herkes Matthew Simmons adını bilir, ManUtd taraftarları kendisini ölümle falan tehdit etmiştir) attığı uçan tekmedir. Olayın gelişimi kısaca, tüm maç boyunca Palace defans oyuncusu Shaw tarafından hırpalanan, çekiştirilen, dirseklenen Cantona sonunda dayanamaz ve dirseği yapıştırır Shaw'a, normal olarak da kırmızı kartı görür, çok da itiraz etmez zaten. Sonraki sahnede dışarıya doğru giden Cantona'yı birden yön değiştirmiş tribünlere giderken ve birkaç adet yumruk girişiminin takip ettiği ünlü kung-fu hareketini gerçekleştirirken görürüz (olayın detaylı bir videosu için bkz. http://www.youtube.com/watch?v=jtlP1ZOpyME&NR=1). İlk başta "terbiyesiz Fransız"ın yaptığı bir hareketmiş gibi görülse de sonrasında anlaşılır ki Simmons maç boyunca Cantona'ya ırkçı küfürler etmiş ve son olarak da sanırım saha ile tribün arasındaki reklam panolarına güvenerek tükürmeye çalışınca tekmeyi yemiştir. Cantona'yı yeterince tanıyor olsaydı, orada değil pano tel örgüler bile olsa kurtuluşu olmayacaığını bilirdi. Tabii normal olarak gazeteler, federasyon, klüp falan standart olanı yapmak yoluna gitmiş ve politically-correct bir adım atarak bu "barbarca" saldırıyı kınamış ve sonunda 9 aya ulaşan sahalardan men cezası vermiştir. Cantona Manchester United'da geçirdiği 5 yılda 4 şampiyonluk yaşamıştır, kaçan tek şampiyonluk uzun süre sahalardan zorunlu olarak uzak kaldığı döneme denk gelir. Olayın ardından Cantona gibi Simmons da yargılanır ve suçlu bulunur, işin komik tarafı suçlu olduğu açıklanınca Simmons'ın mahkeme heyetine salonda bulunan bankın üzerinden atlayarak uçan tekme atmasıdır, 1 gün hapis cezasıyla kurtulur.

Cantona şu anda Fransız Plaj Futbol Milli Takımının koçluğunu yapıyor ve bir gün Manchester United'ın baş antrenörlüğünü yapmanın hayallerini kuruyor (baş antrenörlükten daha aşağısında görev yapmam diye açıklaması var) ama önce Manchester United'ın şu anki sahibi Amerikalı Glazer ailesinin klüpten ayağını çekmesi gerekecek çünkü yine yaptığı açıklamaların birisinde satın almamaları için taraftarlar tarafından yürütülen kampanyada önsaflarda yer aldığı Galzer ailesinin yönetimde bulunduğu sürece Manchester'a geri dönmeyeceğini söylemişti. Onun karakterinin sahada yer alacağı bir takım biz futbolseverler için gerçekten heyecan verici olacaktır, heyecanla bekliyoruz.


Bir anekdotla yazıyı sonlandırıyorum : kendisine yöneltilen gelmiş geçmiş en iyi Fransız futbolcunun Zidane mı yoksa Platini mi olduğu sorusuna, "Hayır, ben" demiştir. Daha ne diyebilirim ki...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Bosley ve Chef

Sinema ve müzikseverlerin ilgileneceğini tahmin ettiğim ama büyük ihtimalle medyamızda göremeyeceğimiz iki ölüm haberi; ikisi de geçtiğimiz haftasonu ölmüş.


Birincisi, Ocean's Eleven serisinden ve Charlie's Angels'ın ikincisinden tanıdığımız Bernie Mac. Aktör haftasonu Chicago'da yattığı hastanede zatürreden 51 yaşında ölmüş. Özellikle Ocean's Eleven serisinden tanıdığımız aktörün benim için en komik sahnesi, Charlie's Angels : Full Throttle filminden bir repliği olacak : meleklerle beraber plajda gizli bir görev gereği sörfçü kılığına girmiş aktör sahnenin bir noktasında kızlara şöyle der, "I got sand in my bottom man, I can hardly walk" (yazarken komik görünmüyor ama sahneyi izlemek lazım tabii ki).



İkinci ölüm haberi, müzik piyasası kadar sinema-televizyon sektörünü de ilgilendiriyor. Tok sesiyle tanıdığımız Isaac Hayes de yine geçtiğimiz hafta sonu ölmüş. 65 yaşındaki şarkıcının ölüm sebebi henüz bilinmiyor. Kendine has bir sese sahip soul şarkıcısı Isaac Hayes'i bizim kuşağımız daha çok Shaft filminin aynı adlı tema müziği ile ve de belki de daha çok South Park'ın chef'inin sesi olarak tanır. Şefin karakterini ve çocuklara birşeyler öğretmek için söylediği şarkıları hiç unutmayacağız. Yine kişisel olarak en sevdiğim sahneler ise Chef'in çocuklara regli anlattığı "the period song" ve iki anlamlı "chocolate salty balls!!!" şarkılarını seslendirdiği sahneler. İnternetten çok rahat videolarına ulaşabilirsiniz (bulamazsanız haber verin).

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Who the F*** is Alice?



İlk kitap yazımı çok uzun zamandır okumak istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım Alis Harikalar Diyarında (orjinal adıyla Alice's Adventures in Wonderland) ve serinin ikinci kitabı Aynanın İçinden (orjinal adıyla Through the Looking-Glass, and what Alice found there) hakkında yazmak nasipmiş. İki kitap sözkonusu ama ben yazının geri kalanında tekil bahsedeceğim bu seriden, kafanız karışmasın.

Her ne kadar çocuk kitapları kategorisine girse de, çocukluk ya da gençlik çağlarımda okuma fırsatı bulamadım bir türlü Alis'i. Büyüdükçe ve alt okuma gibi bir tabirle karşılaşınca ve Alis Harikalar Diyarında'nın bu alt okuma olayının en önemli örneklerinden birisi olduğunu öğrenince kitaba olan ilgim arttı ama her zaman öne başka kitapları aldım. Meriç'in (oğlumdan ilk defa
bahsediyorum sanırım blogda) doğumunun ardından Çiler (birtanemden de sanırım ilk defa bahsediyorum, blogda Meriç'in adı ondan önce geçmiş oldu, sanırım başım belada..) ve ben heyecanlı anne-baba modeli olarak ona okumak için hikaye kitabı, çocuk klasikleri almak gibi bir çabaya giriştik. Bu çalışma esnasında aldığımız birçok kitabın içerisinde Alis de vardı ve ben de
bu fırsatı değerlendirerek kitabı okudum sonunda. Meriç ise bir süre daha beklemek zorunda. Kitabın alt okumalarıyla ilgili Martin Gardner adlı bir yazarın Türkçeye çevrilmemiş ünlü bir kitabı var, onu da ilk fırsatta okuyup bu yazının devamı niteliğinde bir yazı yazarım. ETA : 1 yıl :)
Her iki Alis kitabı da yaklaşık 150 sayfa civarında, çabuk ve rahat okunuyor. Can Yayınları'ndan alacak olursanız daha iyi olur çünkü Tomris Uyar'ın başarılı çevirisi kitabın rahat okunurluğunu artırıyor. (Daldan dala atlamış gibi oluyorum ama madem ki blog yapmaya çalışıyorum, aklıma ilk anda gelen iyi çevirmenler : Şadan Karadeniz, Dost Körpe, Fatma Taşkent) Kitabın türü yukarıda dediğim gibi çocuk kitabı olarak geçiyorsa da literatürde türü "edebi saçma (literary nonsense)" olarak da adlandırılıyor. Kitabın başlangıç noktası, asıl adıyla Charles Lutwidge Dodgson takma adıyla Lewis Carroll'un Oxford'da 3 küçük kızla yaptığı bir kayık gezisi esnasında kızlara anlattığı hikayenin yazıya dökülmüş hali. Alis ise o kayıktaki kızlardan birisinin adı. Bu noktada işler biraz karışıyor çünkü aynı zamanda bir matematik profesörü olan Carroll hakkında bir pedofil olduğuna dair ciddi iddialar, teoriler var. Tabii ki asla kesinlikle ispatlanamamıştır ama herkes Carroll'un çocuklara karşı özel bir ilgi duyduğunu kabul eder. Carroll bir matematik profesörü ve yazar olmasının yanı sıra bir fotoğrafçıdır da. Resimlerinin konusu ise genellikle çocuklar, hatta belirli ölçüde çıplaklık taşıyan çocuklardır. Yazının başında gördüğünüz fotoğraf ünlü Alis'in Carroll tarafından çekilmiş bir resmidir.
Paris'teki Musee D'Orsay'da ben de Caroll'un çektiği bazı resimleri görmüş, hatta fotoğraflarını da çekmiştim (yazıyı evden yazıyor olsaydım, kendi çektiğim fotoyu eklerdim), yolunuz Paris'e düşerse ve D'Orsay'a giderseniz siz de bir göz atın. Neyse, abimizde belki kendisinin bile farkında olmadığı (iyimser olalım) bir sapkınlık olabilir ama dediğim gibi kimse net bir şekilde ispatlayamıyor. Olayın magazin kısmını geçelim.

Kitap çocuklara ve büyüklere farklı şeyler sunuyor. 30'lu yaşlarında okuyunca çocukların bu kitabı okuyor olduğu fikri çok garip geliyor ve izin verilmemeli diye düşünüyor insan ama hiçbir şeyin farkında olmayan o küçük çocukların da kitapta bulacağı farklı bir yaratıcılık ve hayalgücü olduğu kesin. Kitabın konusunu anlatmama gerek yok herhalde ama kısaca Alis'in bir tavşanın peşinden ("down the rabbit hole") yeraltı dünyasına gitmesi, orada çok değişik "yaratıklarla" karşılaşmasını öykülüyor denebilir. Serinin ikinci kitabında ise Alis bu sefer evdeki aynanın içine girmek suretiyle "Ayna-Ev"e geçmesi ve orada satranç tahtasında hareket ediyormuşçasına yaptığı yolculuk ve yine değişik "yaratıklarla" karşılaşması öykülenmiştir. Bu yaşta okuyunca ve popüler kültüre yaptığı etkileri görünce kitaba olan saygısı ve hayranlığı daha da fazla artıyor
insanın. Çok yüzeysel bazı göndermeleri ve bilgi notlarını aşağıda vereceğim ama daha fazlasını internetten bulabilirsiniz (şu alt okumalarla ilgili kitbı okuduktan sonra da işin psikolojik yanına değinirim belki) :

- Kitabın birinci bölümünün orjinal adı olan "down the rabbit hole" popüler kültürde bilinmeyene yapılan yolculuk için kullanılan bir tabire dönüşmüştür, bilgisayar oyunlarında da kullanılan bir terim olmuştur.
- Alis'in yediği mantar ile magic mushroom arasındaki alaka kurmamak zaten imkansız.

- Günümüzün en popüler ve "derin" dizisi olan Lost'ta da Alis'e bol bol gönderme var. En aşikar olanı ise denizin altındaki üssün Looking Glass olarak, dizinin o bölümünün adının da "Through the looking-glass" olarak adlandırılması.

- Yine sinema tarihinin en "derin" filmlerinden Matrix'te de bu kitaba göndermeler vardır, en aşikar olanı ise tabii ki filmin başında Neo'nun kapısına gelen kızın sırtındaki beyaz tavşan dövmesi ve Morpehus'un Neo'ya verdiği haplardır.

- Müzik endüstrisinde de bol bol esinlenme, gönderme, saygı duruşu vardır bu kitaba ama en "kör gözüm parmağına" olanı Jefferson Airplane'in unutulmaz White Rabbit'idir.

- Bir matematik profesörü olan Carroll'un kitaplarda da matematikle ilgili göndermelerini görebilirsiniz.

- Kitaptan bağımsız bir magazin anekdotu ise, eğer yanlış hatırlamıyorsam Karındeşen Jack şüphelilerinden birisi olarak Lewis Carroll'un da adının geçmesidir. Yazarlığı dışında da sansasyonel bir kişilikmiş yani.

- Ve blogumun ilk konuklarından olan Tom Waits'in de "Alice" adlı bir albümü vardır ve aynı adlı bir uyarlamanın şarkılarından oluşur.

Bu konu gerçekten de dipsiz bir kuyu şeklinde devam ediyor. Yazmakla bitmez, şimdiye kadar farkında değildiniz ve biraz olsun ilginizi uyandırdıysam interneti karıştırın derim, kimbilir ne kadar ilginç bağlantılar bulacaksınız.

Bu arada çok ilginç ve heyecan verici bir bilgi : duyduğum kadarıyla Tim Burton şu aralar Alis Harikalar Diyarında'nın animasyon bir versiyonu üzerinde çalışıyormuş, projeye daimi ortağı Johnny Depp de dahilmiş; 2010'da sinemalarda çok farklı bir uyarlama görebiliriz anlayacağınız.

Son olarak Alis Harikalar Diyarında'dan Alis ile Cheshire Cat (Tomris Uyar Vankara kedisi olarak çevirmiş) arasında geçen bir diyalog :

Alis : Would you tell me, please, which way i ought to go from here?
Kedi : That depends on a good deal on where you want to get to.
Alis : I don't much care where.
Kedi : Then it doesn't matter which way you go..

5 Ağustos 2008 Salı

Dinleyin...

Bugünlerde dinlediğim "yeni" şarkılar :
  • Jacob Dylan : Something good this way comes (babasının adına tabii ki erişemez ama yaptığı çalışmaları kesinlikle takip edin derim)
  • Last Shadow Puppets : My mistakes were made for you
  • Verve : Love is noise (yeniden birleştiler, bizim için iyi oldu)
  • Raconteurs : Many shades of black (Jack White bizi şaşırtmaya devam ediyor)
  • Denny Elfman : The little things (Wanted'ın soundtrackinden çok iyi bir parça)
  • Flight of the conchords : Foux de fa fa (acayip geyik ama fransızca bilenler daha da gülecek, çok tanınan fransızca kelimelerin anlamsızca ardarda konmasıyla yapılmış bir şarkı)
  • Firewater : Three-legged dog (benim için yeni, çok eğlenceli)

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Ve Leonard Cohen...


Temmuz ayı konser kuşağının son halkası olarak bu sefer de Atina'da Leonard Cohen'i izledim. Görev için Atina'ya gelir gelmez, her gittiğim yerde yaptığım gibi orada bulunacağım dönemde önemli bir spor olayı, konser, tiyatro vb. aktivite olup olmadığını kontrol ettim ve Cohen'in 30 Temmuz'da burada konser vereceğini gördüm.

15 yıl aradan sonra ilk defa turneye çıkan Cohen'in, 2008'in ilk aylarında açıklanan turne programında İstanbul da yer alıyordu ama bilinmeyen (en azınan bizim için) nedenlerle İstanbul'a gelişi iptal olunca onu heyecanla bekleyen önemli bir kitle büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Tüm bunlardan sonra bu konseri kaçırmam beklenemezdi tabii ki.

Konser Atina'nın yaklaşık 40 km dışında Terra Vibe adlı bir mekandaydı, ki konsept olarak aynı bizdeki Parkorman ile örtüşüyordu. Ama Parkorman kat kat daha güzel ve açık farkla daha profesyonelce işletiliyor. Atina'da gerçekleştirilen Rock festivallerine de ev sahipliği yapan mekanın sahnesi başarılı olsa da gerek yemek seçenekleri gerekse seyirci alanının genişliği Parkorman'ın yanında başarısızdı. Koskoca mekanda yiyecek olarak sadece hot dog satılıyordu ve biz mecburen ekmek arası patates kızartması (biraz tat katsın diye bol ketçap ve hardal koydurduk, aç olduğumuzdan mıdır nedir bayağı da güzel oldu hani) yemek zorunda kaldık.

73 yaşındaki Cohen'in seyirci kitlesi de ister istemez her yaştan oluyordu. Tabii ki büyük çoğunluk onu hayatı boyunca görmemiş gençlerden olsa da ortamda ciddi sayıda 50 yaş üzeri izleyici de vardı. Atina gibi çok turistik bir yer olunca her milletten de seyirci göze çarpıyordu. Biz de (konsere beraber gittiğim iş arakadaşım Gökşen) konser öncesi bir İngiliz aile ve Leonard Cohen ile yıllar önce tanışmış bir İskoç bayanla bayağı bir lafladık. Daha doğrusu onlar bol bol Cohen anekdotları anlattı, biz de biraz olsun detay öğrenmiş olduk. Bu konuşma esnasında öğrendiğimiz üzücü şey ise Cohen'in bir gece önce Roma'da konser verdiği, o gece Atina'da konser veriyor olduğu ve 4 gün aradan sonra Londra'da bir konser vereceğiydi. Aklıma hemen o 4 günlük araya çok rahat bir İstanbul konseri sıkışırdı (Tom Waits yazımın son paragrafındaki abilerim ablalarım size tekrar sesleniyorum) düşüncesi geldi, yazık.

Konser 9'da başladı, 12'de bitti, sadece 20 dakika ara verildi. Cohen 73 yaşında hala çok dinç, aç, tutkulu, mutlu ve işinden çok zevk alıyor görünüyordu. Sahneye koşarak girip çıktı, seyirciyle Yunanca konuştu (uzun süre bir Yunan adasında - sanırım Hydra - yaşamış konser öncesi anekdotlarından öğrendiğim kadarıyla), herhalde tüm klasiklerini söyledi (konsere Dance me to the end of love ile, aradan sonraya da Tower of song ile başladı, ki yine konser öncesi konuştuğum İngiliz gittiği her Cohen konserinde aynen böyle olduğunu söylemişti), 3 kez bis yaptı, konser boyunca grubundaki elemanlarını herhalde 10 kez tanıttı, karakteristik sesinin gram olsun değişmediğini gösterdi ve harika bir 3 saat yaşattı. Sadece Partisan'ı da canlı olarak izleseydim bayağı şık olurdu diyeceğim.

Cohen'den bir dizeyle bitiriyorum :

Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That's how the light gets in.