26 Temmuz 2009 Pazar

Patron'u dünya gözüyle de gördük bee...


Geçtiğimiz sene İlker'in önerisiyle Paris'e Tom Waits konseri amaçlı yaptığım ziyaret sonrası, artık sadece turistik amaçlı yurtdışı gezisi yapmak konseptini kafamdan çıkartmaya karar vermiştim. Hele bir de geçen yaz Bruce Springsteen'in Avrupa'da turnede olduğunu turnesinin son günlerindeyken duyunca çok hayıflanmış ve geleceğe yönelik planlarımın ilk aşaması olarak Patron'un (bilmeyenler için : Bruce Springsteen'in lakabı "The Boss" yani Patron'dur) resmi websitesine üye olmak suretiyle kendisi ve grubuyla ilgili her türlü gelişmeyi newsletter aracılığıyla öğrenmeye başladım.

Bu girişimin meyvesini sene başında aldım ve Patron'un 2009'da da (bu sefer yeni çıkardığı Working On a Dream albümünün promosyonu kapsamında) Avrupa'ya geleceğini öğrendim. Konuyu hemen Çiler'e ve bizim çocuklara açarak kendime suç ortakları aramaya başladım. Çocuklardan sadece Mert olumlu cevap verdi, Çiler de yarım ağızla olur deyince ben hemen 6 ay sonrası için planlar yapmaya başladım ve konser vereceği şehirleri inceleyerek olasılıkları belirledim. İlk plan ulaşımın ve konaklamanın ucuz olması nedeniyle Almanya'daki herhangi bir noktaydı ama bu geziyi Çiler için daha çekici hale getirmek ve onu kışkırtmak için Roma'da karar kıldık Mert'le.

Hemen konser biletlerini internetten (TicketOne) aldık ve uçak biletleri için de Miles&Smiles'ta biriken millerimizi kullanarak Temmuz ayı için rezervasyon yaptık. Bundan sonra sadece ayların geçmesini beklemek kaldı, o süreçte Meriç'in bize yardımcı olmaması nedeniyle annesinin içi bir türlü rahat etmeyince ne yazık ki seyahat kadromuzdan Çiler'i kaybettik ve geriye kaldık 2 kişi. O günlerde Çiler'in yerine Diler'in projeye katılması planları ortaya çıktıysa da sadece 3 mil eksikliği nedeniyle sahip olduğu milleri kullanarak biletini alamadı, hesap kesim sonrası eksik olan 3 mil tamamlandığında da bizim tarihler için boş yer kalmamıştı.

Neyse, sonuç olarak Patron'u izlemek amacıyla Roma'ya gidecek kadro Mert ile benden oluştu. 19 Temmuz'daki konser için 17 Temmuz Cuma sabahı gidiş, 20 Temmuz Pazartesi akşamı dönüş planlandı ve gidiş tarihi geldi çattı.

Roma'da geçirdiğimiz günleri ayrı bir yazıya bırakarak direkt konsere geçiyorum. Konserden yaklaşık 2 ay önce TicketOne'dan gelen bir emailde konser başlangıç saatinin saat 20.00'den 22.00'ye değiştirildiğini duyunca Mert'le biraz moralimiz bozuldu açıkçası (sebep, tam da aynı dönemde Dünya Su Oyunları Şampiyonası'nın Roma'da yer alması ve oyunların da konserin gerçekleştirileceği Olimpiyat Stadı'nın hemen yanındaki tesislerde gerçekleştiriliyor olmasıydı), konser gece 10'da başlarsa çok da uzun sürmeyebilirdi gibi bir hisse kapıldık açıkçası.

Ama yine de coşkumuzdan taviz vermedik tabii ki ve konser öncesi iyi bir restorana giderek spagettimizi ve bir şişe de kırmızı şarabımızı içerek iyice havaya girdik. Otelimize çok yakın olan Termini'den 910 numaralı Piazza Mancini otobüsüne bindik ve yaklaşık 25 dk gibi bir sürede Roma Olimpiyat Stadı'na vardık. Stad ilk bakışta çok görkemli gözükmüyordu ama tahmin edilebileceği üzere Türkiye'deki stadlardan çok farklı olarak rahatlıkla giriş noktalarında geçtik, TicketOne ofisinden biletlerimi aldık, Çiler gelmediği için elimizde kalan bileti satmak için şöyle bir etrafa baktık, ortamda bilet satan insan sayısının fazlalığını görünce bu uğraştan hemen vazgeçtik, koltuklarımızın yer aldığı kuzey tarafındaki tribüne yöneldik, stada rahatlıkla girdik, yerimizi rahatlıkla bulduk ve saat 8 itibariyle yerimize yerleşerek konseri beklemeye başladık.


Roma Olimpiyat Stadı'nin içten görünüşü dışarıdan görünüşüne göre daha güzeldi ama tüm olimpiyat stadlarında olduğu gibi saha ile tribünler arasında atletizm alanının olması stadın futbol için çok da uygun olmamasına neden olmuş. Sahne tam karşı tribünümüze yerleştirilmiş ve saha içi komple ayakta seyirciye ayrılmıştı. Tribünlerin yarısı seyirciye ayrılmıştı, sahneyi göremeyecek yarıya hiçbir seyirci alınmamıştı. Biz girdiğimizde saha içi neredeyse tamamen dolmuştu, gençler Patron'u mümkün olduğunca yakından görmek için saatler öncesinden gelmişti, daha pahalı olan (ama daha uzak) tribünler ise konser saatinde boşluk kalmayacak şekilde doldu. Resmi katılımcı sayısını bilemiyorum ama Mert'le yaptığımız kaba tahmine göre stad kapasitesinin yarısından biraz fazlası doluydu dedik ve İstanbul'a dönünce stadın yaklaşık 70 binlik kapasiteye sahip olduğunu öğrendik, yani kısaca konserde 35 bin civarı seyirci olduğunu tahmin ediyoruz.

Konser başlama saatinden yarım saat sonra yani 10 buçukta başladı. Biraz gecikmesi insanları biraz rahatsız ettiyse de ve arada bir protesto alkışları çıktıysa da ne zamanki stadın ışıkları kapatıldı ve seyirciler ünlü İtalyan besteci (ki kendisi bu bloga daha önce konu olmuştur, ahan da linki) Ennio Morricone'den melodileri eşliğinde ünlü E Street Band'in elemanlarının loş ışık altında sahneye çıkışlarını izlediler, birden bire herşey durdu ve yoğun bir heyecan ortalığı sardı. İşte o anın youtube linki... Ve sahneye Patron geldi, el selamı, Ciao Roma repliği ve 1,2,3,4 'ün ardından 3 saat aralıksız sürecek tüyler-ürpertici bir konser başladı, konseri en iyi özetleyecek sözleri konserin en sonunda yine Patron söyledi, "bayanlar baylar az önce, the heart stopping, pants dropping, earth shattering, hard rocking, booty shaking, earth quaking, love making, educating, liberating, Viagra taking, history making, motherfucking legendary E! Street! Band'i izlediniz." Türkçeye çevirmiyorum çünkü aynı anlamları yakalamak zor olur. İlk şarkı bir klasik olan Badlands idi, ana konserin bitiş şarkısı Born To Run oldu, bu şarkıda stadın ışıkları açılarak insanlar bir bis havasına sokuldu ve sonrasında konser hiç ara vermeden devam etti, konserin bitiş şarkısı ise yaklaşık 10 dakika sürecek bir Beatles klasiği Twist and Shout oldu.


Badlands'in ilk notlarından sonra Mert ile birbirimize şöyle bir baktık ve ikimizin de suratında geniş bir gülümseme yayıldı. Yukarıda belirttiğim tabiri tekrar kullanıyor olacağım ama daha iyi ifade edecek başka terimler bulmak zor : tüylerimiz diken diken oldu. Patron, klasiklerinin önemli bir kısmını söyledi, son albümlerinden başarılı parçaları çaldı, ama ne önemlisi bunları sanki ilk defa söylüyormuş gibi coşkuyla, heyecanla, saygıyla, hırsla çaldı. Bu kadar efsanevi olmasının nedenlerini sahnede rahatlıkla gördük, iyi şarkı yapmasının dışında işini seviyordu, 60 yaşına rağmen 3 saat ara vermeden sağa sola koşturarak boğazları patlarcasına, boyun damarları yerinden fırlarcasına şarkı söylemek, bu esnada 35 bin kişilik bir toplulukla etkileşim içinde olmak, sahnede arkasında yer alan E Street Band'in her bir elemanıyla şovun ayrılmaz bir parçası olarak beraber çalmak her babayiğidin harcı değildir.

Konserin benim için şaşırtıcı anlarından birisi Patron'un bir noktada seyircilerin tuttuğu pankartlardan bazılarını toplaması oldu, Mert ile bir an ne oluyor diye düşündük ve yoksa yoksa demeye kalmadan anladık ki istek şarkısı alıyordu Patron :)) Biz yabancısı olduğumuz için bizi şaşırttı ama İtalyan seyirciler bu ritüeli biliyor olmalıydılar ki önceden hazırladıkları pankartları aynı anda kaldırdılar diyebilirim, hatta Patron ona uzatılan A4 kağıdını almadı bile, gerçekten hazırlanıp gelmiş hayranlarının pankartlarını almayı tercih etti. 20 kadar pankartı alıp sahneye geri döndükten sonra şarkılardan birkaç tanesini pankartları önce grubuna sonra da seyircilere göstermek suretiyle söyledi (hatırladığım kadarıyla Pink Cadillac, I'm On Fire, Surprise Surprise bu seridendiler). Aklımda kaldığı kadarıyla konserin diğer şarkılarını yazacak olursam, Hungry Heart, Thunder Road, Outlaw Pete, Working On A Dream, Prove It All Night, Waitin On A Sunny Day, Seeds, Lonesome Day, No Surrender, 41 Shots (ya da diğer adıyla Amerikan Skin), Dancing In the Dark, My City of Ruins, You Can't Sit Down, American Land, Raise Your Hands... bu kadar çıktı valla, diğerlerini hatırlamıyorum.

Konserin bu kadar etkileyici olmasında seyircinin etkisi de çok büyüktü. İtalyan seyirciler çok coşkuluydu ve Bruce'un her şarkısına eşlik edebildiler, böyle olunca Patron da daha şevkle söyledi şarkılarını. 19 Temmuz sabahına kadar hep İstanbul'a gelse şeklinde kurduğum hayaller o ortamı gördükten sonra aman gelmesin yoksa rezil oluruz şekline dönüştü. Bir kere İstanbul'da stad doldurabileceğini sanmıyorum, Turkcell Kuruçeşme Arena tarzı bir yeri ancak doldurabilir (ondan bile şüphelerim var açıkçası, Türkiye'de Patron'dan daha popüler olan REM bile dolduramamıştı), ya da belki Rock'n Coke'a headliner olarak gelirse ciddi bir seyirci kitlesine hitap edebilir, aksi halde 6-7 bin kişiye konser verdirterek bir utanç yaşayabiliriz.

Yine sadede gelecek olursam, Çiler çok kızacak ama, Bruce Springsteen konseri şimdiye kadar gördüğüm (Mert'i de işin içine rahatlıkla katabilirim), gördüğümüz en etkileyici konserdi. Önümüzdeki yıllarda bu tarz aksiyonlara daha çok girmeye ve İstanbul'da görme şansı bulamadığımız şarkıcı, grupları Avrupa'da yakalamaya karar verdik. Hatta seneye tekrar gelecek olursa Patron'u bir daha ve bu sefer daha kalabalık (en azından Çiler'in dahil olacağı) bir grupla izlemek yine ajandamızda.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Siz Kimi Kandırıyorsunuz?

Son yılların en başarılı, dikkat çekici gazeteci yazarlarından birisi olan Soner Yalçın'dan ilk olarak "Siz Kimi Kandırıyorsunuz?"u okudum. Asıl popülaritesini sağlayan Efendi serisini de kütüphaneme eklemiştim ama onları okumadan önce kafamda daha hafif bir kitap imajı veren bu kitabı gerçekten de çok hızla ve zevk alarak okudum.

Kitabın satış noktası olan bize anlatılmayan veya yanlış anlatılan, daha çok yakın tarihimize (ve hatta günümüze) ait ilginç gerçekleri ortaya koyan Yalçın, okuyucunu gerçekten de şaşırtıyor ve olaylara değişik pencerelerden bakmasını sağlıyor. Kendi adıma konuşacak olursam, iyi bir kitap okuyucusu olmama rağmen bir türlü yakın tarihimize yönelik araştırma kitaplarını çekici bulup okumamıştım. Daha önceki yazılarımdan birisinde de bahsetmiştim sanırım, bazı kitapları, yazarları, konuları okumak için zorlamanın anlamı yoktur, biraz zamana bırakıp uygun zamanı kollamak gerekir. Ben de uzun zamandır aklımda da olsa bir türlü yakın tarihimizin derinliklerini anlatan kitaplara bir türlü elimi atamadım. Bu kitap iyi bir başlangıç oldu diyebilirim, bu kitabın çekiciliği sayesinde sonraki kitaplara daha rahat geçebileceğim.

Kitapta çok değişik başlıklar var, AKP iktidarının önde gelen isimlerinin eşlerinin örtünme hikayelerinden, 1977 Kazancı Yokuşu katliamına; İngiliz Kraliçesi I. Elizabeth'in muhtemel eşi olabilecek Osmanlı padişahlarından, Kurtuluş Savaşı için İstanbul'dan Anadolu'ya geçiş hikayelerine kadar birçok nispeten arkaplanda kalmış olayın göz önünde olmayan yanları ortaya konmuş.

Kısaca, mutlaka okunması gereken, hatta yazın plajlarda bile okunabilecek bir kitap "Siz Kimi Kandırıyorsunuz?". Tavsiye ederim...

9 Temmuz 2009 Perşembe

San Francisco İzlenimleri

Yaklaşık 4 yıl önce gördüğüm San Francisco hakkında hep bir yazı yazmak istemiştim, geçen hafta kullandığım yıllık izin esnasında kendime ayırabilecek (yani Meriç uyurken veya annesine sarılmış başkasına gitmiyorken) zaman bulduğumda aklımda kaldığı kadarıyla aşağıdaki satırları sıraladım.


San Francisco... Bu şehre olan merakımın ilk ne zaman ve neden başladığını hatırlamıyorum, şimdi geriye bakınca sanki hep bu şehre karşı bir şeyler hissetmişim gibi. Mantık yürütme yoluna gidersek Micheal Douglas ve geçtiğimiz günlerde 97 yaşında hayatını kaybeden Karl Malden'li "San Francisco Sokakları" çocukluğumun hayal meyal hatırladığım ilk tv dizilerinden. Daha sonra ortaokul yıllarında HBB televizyon kanalında birkaç sezon yayınlanan Amerikan futbolu ve o zamanların en popüler takımı San Francisco 49ers (ve tabii ki meraklıları için efsane quarterback Steve Young). Daha sonra yine çeşitli vesilelerle (normal olarak tv veya sinema ekranlarından) SF ile birçok kez yolum kesişti. Her ne kadar şehri fon olarak kullanmasa da Burt Lancaster'lı "Alcatraz Kuşçusu" (ne de olsa Alcatraz demek SF demek), Alfred Hitchcock'un "Vertigo"su ve daha birçok action veya romantik film. San Francisco diğer Amerikan şehirlerine göre hep daha elit bir havaya sahip gelmiştir bana, tamam New York var ama orası bir metropolitan, oranın havası elit olmasından değil büyük ve etkileyici olmasından. Seattle da elit bir yerdi ama orası da çok soğuk bir yerdi, San Francisco'nun kendine has sıcaklığı orada yoktu ve bir de nispeten küçük bir şehirdi. Ama San Francisco hem insani ürkütmeyecek kalabalığı hem inişli çıkışlı yollarının getirdiği orjinalliği, hem aşağıda açıklayacağım gibi değişik görüşlere hoşgörülü olması, hem Silikon Vadisi gibi yüksek teknolojiyi yakınlardında barındırdığı için şehrin kendisinin de biz oradayken tamamen wireless internet erişimine sahip olması gibi ileri teknolojik gelişmeleri takip ederken hem de futbol (tabii ki Amerikan futbolundan bahsediyorum), basketbol (Golden State Warriors tam San Francisco'nun takımı olmasa da bayağı yakın bir takım) gibi sportif girişimleri de gönülden desteklemeleri, hem belirli bir gelir düzeyi üzerindeki ortalama insan poülasyonuna sahipken bir yandan da rekor sayıda evsiz barındırması gibi kontrast gerçeklerle şekillenmiş bir şehir.

Bu nedenle iş nedeniyle ABD'ye gideceğimi öğrendiğimde hemen birkaç ay geçireceğim yer olan Tucson, Arizona'nın haritadaki yerine bakıp SF'ye uzaklığına baktığımı hatırlıyorum. Arabayla gidilemeyecek kadar uzak olduğunu görünce azıcık üzülmüş ama hevesimi kaybetmemiştim. Tucson'a gittikten sonra SF'ya seyahat seçeneklerini incelemiş ve bir seyahat websitesinden uçak+otel paketi alarak gerçekten de uygun bir fiyata erişim ve konaklama sorununu halletmiştim. O sıralarda Tucson'da benimle birlikte olan iş arkadaşım Burak da benimle beraber gelecekti, böylece seyahat arkadaşım da olmuş oldu. Gerçi bilenler için SF'ya iki yalnız erkek olarak gitmenin bazı yorumlara yol açabileceğini biliyorduk :); bilmeyenler için ise kısa bir not : SF ABD'de eşcinsellerin başkenti olarak anılır. Amerikan filmlerinde (özellikle komedi türünde olanlarda) bu duruma bir çok gönderme ile karşılaşabilirsiniz.

Seyahatimiz Cuma sabahı başlayıp Pazar akşamı bitecek şekilde uzun bir haftasonunu kapsıyordu. Cuma sabah erkenden SF'ye indikten sonra şehrin merkezine inen metro hattıyla hiç aktarma yapmaksızın otelimizin bulunduğu Market Street'e geldik ve otelimizin (Ramada Hotel) hemen metro çıkışında olduğunu, ayrıca streetcarların ve otobüslerin önünden geçtiğini ve de hareketli bir cadde de bulunduğunu görünce daha ilk dakikadan seyahatin geri kalanınında da her şeyin rast gideceğini hissettik. Çok erken check-in yapmamıza rağmen erken boşaltılan iki oda olduğunu (evet, iki oda, lütfen uzatmayın) ve bizi o odalara yerleştirebileceklerini söylediklerinde gezinin rast-gitme-serisinin bir sonraki halkası eklenmiş oldu. Daha sonra bu halkaya otelin hemen üst sokağında bulduğumuz bir Türk lokantası da eklenecekti, ki o sıralarda Türkiye'den ayrı geçirdiğim 3. ayın içerisinde olduğumdan ne kadar önemli bir olay olduğunu tahmin edersiniz.

Otele yerleştikten sonra hemen gerek seyahat öncesi internetten gerekse broşürlerden oluşturduğumuz mutlaka-görülmesi-gereken-yerler-listesini elimize aldık ve sırasıyla gezmeye başladık. Rast-serisinin çok önemli bir halkası olan Aralık ayı ortasındaki güneşli haftasonu boyunca SF'nin alamet-i farikaları streetcarlar uzun mesafeler için en önemli ulaşım araçlarımızdı ama biz daha çok yürümeyi tercih ettik. Birçok büyük turistik şehirde olan 3-günlük pass bilet SF'da da vardı normal olarak ve bu kart ile streetcarları, tramvayları, otobüsleri kullanabiliyordunuz. 3 gün boyuca sabah erken saatlerden akşam saatlerine kadar aralıksız gezdik, ancak geceleri gerek yorgunluktan (bahaneee) gerekse iyi araştırma yapıp gidilebilecek yerleri iyi çalışmamaktan değerlendiremedik.



Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra detayları hatırlayamamakla birlikte şehrin yine alamet-i farikalarından birisi olan Golden Gate köprüsünü ve hemen alt tarafında turistler için ayırılmış alanları beğendiğimi hatırlıyorum. Yukarıda bahsini ettiğim Vertigo filmindeki ünlü parktan denize atlama sahnesinin çekildiği park, sahil boyunca jogging yapan insanların daha ileriye gitme şanslarının olmadığı için parka yerleştirilmiş bir el vurma yeri ile o insanlara bir hedef koyma ince düşüncesi, Golden Gate köprüsünün hikayesinin kısaca özetlendiği ve köprüyü taşıyan kablolardan bir tanesinin kesitini de içeren küçük bir tanıtım meydanı ve sonrasında bizim köprülerimizden farklı olarak köprü üzerinde yürüyüş imkanı aklıma gelen detaylar.


Bir diğer güzellik de Fishermen's Wharf diye adlandırılan ve şehrin en turistik bölgelerinden birisi olan sahil bölgesiydi. Bu bölgede bol bol yemek mekanı, turistik eşyalar satan dükkan ve marinada dinlenen deniz ayıları görebilirsiniz. Genel turistik havasının getirdiği hoş atmosferinin yanı sıra buranın benim için en ayırt edici özelliği hemen merkezde yer alan, adını şu anda hatırlayamadığım büyük fırındı. Değişik değişik ekmekler ve hamur işleri pişiren bu mekan sadece fırın olarak değil pişirdiklerini sunan bir kafe / restoran özellği taşıyordu aynı zamanda ve sundukları en ünlü yemek ise Clam Chowder. Bizim Trabzon ekmeklerine benzeyen ama ebat olarak biraz daha küçüğü olan ekmeğin tepesinin tencere kapağı gibi kesilip içinin hamurunun boşaltılarak oluşturulan alana biraz yoğun bir çorba diyebileceğimiz Clam Chowder'ın doldurulması ile sunulan bu çorba şimdiye kadar tattığım en güzel yemeklerden birisi diyebilirim. Yolunuz oralara düşerse mutlaka deneyin.

SF bildiğim kadarıyla ABD'nin en çok evsizini barındıran şehir, ama bu konuyla alakalı ilginç bir bilgi o evsizlerin önemli bir kısmının zorunluluktan değil seçerek evsiz oldukları yönünde ama bu ne kadar doğru tabii kestiremiyorum. Ama gerçekten de hiç o kadar evsiz görmemiştim, her köşe başında birkaç evsizle karşılaşmamak işten bile değil ama mesela bazı yerler var ki (Market Street üzerindeki bir McDonald's gibi) aynı anda onlarca evsizi bir arada görebilirsiniz.


SF hakkındaki son anekdotum ise Aralık ayında bile sahillerin kalabalık olması ve gençlerin kumun tadını sonuna kadar çıkartması. Burak ile yaptığımız uzun yürüyüşlerden birisinde artık yorgunluktan ve açlıktan bir marketten aldığımız sandviçleri sahil kenarında oturmuş yerken bir grup (tahminen üniversiteli) gencin değişik bir oyun oynadığını gördük. Kumlar üzerinde sanal olarak belirlenmiş yaklaşık birbuçuk basketbol sahası uzunluğunda bir alanda iki takım halinde ve frizbiyle oynanan bu oyunda (daha sonra adının Ultimate Frisbee olduğunu öğrenecektim) aynı takımdaki oyuncular frizbiyi birbirlerine ulaştırmak suretiyle karşı gol çizgisini geçmeye çalışırken diğer takımın oyuncuları frizbinin bir sonraki oyuncuya erişimini engellemeye çalışıyorlardı. Buradaki önemli nokta şu : frizbiye sahip olan oyuncu artık hareket edemiyor ve frizbiyi eline aldığı noktada çakılı halde açıkta frizbiyi ulaştırabileceği bir arkadaşını kollamaya başlıyor, bu noktada rakip oyuncu frizbiyi rahatlıkla atmasını engellemek için uğraşırken yine de çok yakın bir müdahelede bulunamıyordu. Oldukça hareketli, zevkli, basit ve bence en önemlisi erkek-kız karışık oynanan bu oyun kesinlikle ilgimi çekmişti. Daha sonra bunun biraz modifiye edilmiş halini (yani frizbi yerine tek elle tutulabilecek büyüklükte bir top) Saros sahillerinde bizim çocuklarda oynamıştık ve bayağı da zevk almıştık. İnternetten ultimate frisbee yazarsanız oyunla ilgili bir çok siteye ulaşabilirsiniz.

Uzun yıllardır hayalim olan Amerika'nın Batı sahilini yukarıdan aşağıya kiralık bir arabayla (Mustang olması tercih sebebi) gezme planının başlangıç noktası olacak San Francisco'yu ziyaret için (bitiş noktası ya San Diego olur ya da gazımızı alırsak Meksika'nın kuzey şehirlerinden birisine kadar da gidebiliriz belki) herhalde Meriç'in bu geziyi kaldırabileceği 4-5 yaşlarına kadar (en erken) beklememiz gerekeceğinden büyük bir sürpriz olmazsa ancak birkaç yıl sonra görebileceğim, sabırsızlıkla bekliyorum.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Kişisel filmler

Sinemanın klasikleri arasında geçmeyen (belki ilk ikisi o kategoriye yakındır ama çok geniş bie kesime hitap etmezler aslında) ama kişisel en iyilerim arasında yer alan (defalarca izlesem bile - ki herbirini onlarca kez izlemiş olabilirim - sıkılmayacağım) filmlerden bazıları, hala izlemedikleriniz varsa tavsiye ederim :

- Reservoir Dogs
- Blade Runner
- LA Story
- Sting
- Butch Cassidy and Sundance Kid
- Out of Sight
- Thomas Crown Affair (Steve McQueen'in başrolünde oynadığı orjinali de güzeldir ama ben Pierce Brosnan'lı versiyonunu daha çok beğeniyorum, müziklerine özel dikkat, hele efsanevi Nina Simone'in söylediği Sinnerman'ın arka fonda çaldığı müzedeki son soygun sahnesi; tekrar izlemek isteyenler için işte youtube linki)
- Jerry Maguire
- 50 First Dates

Bunlar hızla aklıma gelenler, tabii ki buraya yazmadığım birçok film vardır.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir Paul Auster daha : Leviathan

Geçen sene ilk kez okumaya cesaret ettiğim Paul Auster'ın benim için 3. kitabı Leviathan oldu. Önceden de söylemiştim sanırım ama Auster beni şaşırtıyor, bende daha karışık, anlaması zor, derin manalara peşinde koşan bir yazar izlenimi uyandırmıştı ama şu ana kadar okuduğum romanları bu tip özelliklerle nitelendirilemeyecek rahat, keyifli ve okunması kolay kitaplar. Okuyucuyu yormuyor, edebi diliyle etkiliyor, olay yapıları ile kitabı hızla bitirme isteği uyandırıyor. Auster'in bende neden böyle önyargılar oluşturduğunu merak etmeye başladım ve sırf bu nedenle New York üçlemesine ilk fırsatta başlamaya karar verdim. Ama bir yazarın iki kitabını asla arka arkaya okumama kuralımı gözönüne alırsak (yıllar önce bir dönem Ahmet Altan'a bir dönem de Amin Maalouf'a sardırmıştım ve arka arkaya kitaplarını okumuştum, sonrasında tüm hikayeler birbirine karışmıştı, o zamandan sonra artık aynı yazardan kitapları araya başka kitaplar koymadan okumamak konusunda kendime kural koydum) üçlemeyi herhalde seneye ancak bitiririm. Ama yine de bu 3 kitabın ardından erken de olsa bir değerlendirme yapmam gerekirse, Auster iyi bir yazar olmasına rağmen bu kadar ünü yapmış olması ilginç. İyi bir PR firması ve menajerlerle çalışıyormuş izlenimi verdi bana, modern Amerikan edebiyatında ondan daha iyilerini gördüm (bkz. Chuck Palahniuk, Tom Robbins vb.)

Leviathan'a gelirsek, iki yazarın arkadaşlığının fonunda bu yazarlardan birisinin başından geçen ilginç olayların anlatıldığı bir hikaye ile karşı karşıyayız. Arkadaşının kendi yaptığı bir bomba ile bir yol kenarında öldüğünü öğrenmesinin ardından anlatıcımız, onu başarılı bir yazar adayından yol kenarında isimsiz bir terör şüphelisine götüren olaylar dizini takip etmeye ve anlamaya çalışır. Hikayenin kurgusu ve dili yukarıda da bahsettiğim gibi kitabın okunurluğunu artırıyor; aynı zamanda içeriğinde işlediği, belirli bir entelektüel seviyedeki insanların genellikle hissettiği hayatında bir şeylerin eksik olduğu yönündeki duygu ve bunun getirdiği tatminsizlik hissi kitaba başka bir açı da kazandırıyor.

Leviathan okunmasını önereceğim kitaplardan birisi olarak kütüphanemdeki yerini aldı. Tavsiye ederim...

5 Temmuz 2009 Pazar

Gecikmiş bir Placebo yazısı

Bir haftalık internet erişimsiz tatil sonrasında 24 Haziran'da gittiğimiz Placebo konserinin izlenimlerini ancak bloga yansıtma şansı buluyorum.

Daha önceki girişlerimden birisnde de belirttiğim gibi bu sene İstanbul ortalamanın üzerinde bir sayıda ve nitelikte konsere evsahipliği yapıyor. Bunlardan heyecan verici olanlarından birisi de Placebo idi, her ne kadar bilet almak konusunda her zaman yaşadığım heyecanı bu konsere yaşatıp haftalar öncesinde bilet almak olayına girmedimse de Midget kardeşimin devamlı tacizleriyle bu konsere eninde sonunda gideceğimi tahmin ediyordum. Gitmek konusunda tutukluğumun nedeni ise normal olarak Çiler'in Meriç konulu tereddütleriydi, onun gitmeyeceği bir konsere hadi ben gidiyorum demek pek de kolay olmuyor tahmin edersiniz. Neyse ki son günler yaklaştıkça Midget ikna etmesi tarafın ben değil Çiler olduğunu görerek taciz girişimlerini doğru kanala yöneltti ve iyi bir satışçı olarak sonunda Çiler'i ikna etti de, sayesinde biz de güzel bir konser izledik. Teşekkürler kardeşim...

Konserin sponsorlarından birisi olan Radyo Eksen'in konser öncesindeki iki haftada yaptığı özel yayınlarla iyice gaza geldğimiden ve yine Placebo'nun son albümünün (Battle for the Sun) onların alışık olduğumuz ve sevdiğimiz soundlarına daha yakın olmasının getirdiği bir sevinçle gittik konsere. Halbuki Placebo'nun İstanbul'daki ilk konserine de gitmiştik Çiler'le ve açıkçası belki de izlediğimiz en kötü konserlerden birisi idi. Placebo'nun ciddi çıkışlarını yaptığı 90'ların hemen sonunu takiben 2000 Aralık'taki konser için nedense Hilton Exhibition Center ayarlanmıştı, kapalı mekan, kötü ses sistemi, etrafı doluşturan teenager sayısının fazlalığı (hatırlıyorum, Brian Molko bile konser esnasında seyirci kitlesini oluşturan çoluk çocuğu görünce dumur olmuştu ve laf da sokmştu, sanırım "siz Britney Spears'ı tercih ederdiniz" gibisinden birşeyler söylemişti) derken sonuç olarak kötü bir tecrübe yaşamıştık. Yine de bu kadar yıl geçince Placebo'nun İstanbul'a yaptığı bu dördüncü ziyareti evden az çıktığımız son 2 yılın ardından iyi bir fırsat olarak değerlendirmeye karar verdik ve güzel bir Haziran akşamında Turkcell Kuruçeşme Arena'ya doğru yola çıktık. Konser esas olarak 23 Haziran salı akşamı için planlanmıştı ama saat 9'da başlayacak konserin ertesi güne iptal edildiği ancak saat 6 gibi duyurulunca büyük ihtimalle büyük bir çoğunluk gibi biz de kötü haberi yolda aldık ve konser mekanına kadar gitmemiş olsak da yolun önemli bir kısmını aldığımızdan coşkumuzdan taviz vermeden Ortaköy'de bir yemekle ilk geceyi nispeten güzelbir yemek ve arkadaş muhabbeti ile tamamladık. Salı akşamki kadromuz, ben, Çiler, Midget, Mert ve Zeynep (!) idi. Ne yazık ki gümrükte yaşanan sorun nedeniyle Türkiye'ye girişi geciken ses sistemi nedeniyle ertesi güne ertelenen konsere Mert ve Zeynep (!) gelemeyince ikinci Placebo seferine 3 kişi devam etmek durumunda kaldık.

24 Haziran Çarşamba akşamı 8.40 gibi mekan önünde buluştuk ve kolaylıkla içeri girdik. İçeride biralarımızı alıp sahneye doğru yaklaşınca saatin neredeyse 9 olmasına rağmen ortalığın neredeyse boş olduğunu görünce hem şaşırdık hem de bu görüntü nedeniyle grubun konsere geç başlayacağını tahmin edince biraz kıllandık. Allahtan sonraki yarım saatte mekanın doluluk oranı arttı da Placebo 9.20 gibi sahneye çıktı. Konserin ortalarına doğru bir ara etrafa bakınca mekanın arkalara kadar dolduğunu gördük ki, herhalde REM'in kalabalığı kadar vardı diyebilirim. Midget ile hemen konserin ikinci yarısı kapıları açtılar herhalde şeklindeki 10 yıl öncesine gönderme yapan futbol geyiğimizi yaptık.

Sıra geldi konsere...

Bir kere sahne çok başarılı idi. Grup elemanları sahneyi iyi doldurmuşlardı, sahnenin arkasına yerleştirilmiş görüntü panellerinde akan görüntüler etkileyiciği bayağı arttırıyordu, iyi kumanda edilen renkli ışık sistemi de şarkıların değişimleriyle iyi koordinasyon göstererek her seferinde farklı bir ortamda şarkı dinlediğimiz izlenimini uyandırıyordu.

Konserin setlisti şu şekildeydi : kitty litter, ashtray heart, battle for the sun, for what it's worth, sleeping with ghosts, speak in tongues, follow the cops back home, every you every me, julien, special needs, the never-ending why, black-eyed, happy you're gone, meds, come undone, special k, song to say goodbye... ilk bis : infra-red, the bitter end... ikinci bis : taste in men.

Placebo'nun ilk iki şarkısı şahsen konsere başlangıç için çok iyi seçimler değildi ama sonrasında hemen Battle for the Sun ile devam edip gerisinde de güzel sıralamalarla konserin geri kalanında hiç sıkmadılar. Bence en büyük artıları, "kardeşim biz yeni albüm yaptık ve bu da onun tanıtım turnesi" demek suretiyle son albüme yüklenip kendilerini yıllar içinde ünlü edip kitlelere sevdiren şarkılarını ihmal etmeyip neredeyse bütün eski hitlerini de çalmalarıydı. Ben sadece bir kaç tane cover yapsalardı iyi olurdu diye düşündüm o kadar (Covers albümünde de yer alan Pixies'in unutulmaz "Where is my mind" ne de güzel giderdi halbuki) . Şarkılarda yaşadığım tek hayal kırıklığı Every Me, Every You 'yu nispeten yumuşak bir modda çalmalarıydı, geri kalan tüm şarkılarda performansları üst düzeydeydi. Yeni davulcuları da (Steve Forrest) gruba iyi uyum sağlamış ve grubun ritmini artıran bir etken olmuş gibi görünüyordu.

Eskinin bebek yüzlü Brian Molko'su mekanın her iki tarafına kurulmuş büyük ekranlara yansıyan görüntülerinde artık eskisi kadar çocuksu olmadığını gösteriyordu ve yaşlılık ibarelerini görünce bizi şaşırtıyordu, bizden sadece 4 yaş büyük olduğunu düşününce biz de demek ki kimbilir nasıl yaşlandık da farkında değiliz :)) Bir de göz kalemsiz görmeye alışık olmadığımız için farkı ve yaşlı görünmüş olabilir tabii.

Yaklaşık 1 saat 40 dakika süren iki bisli bu konser bize Boğaz kenarında güzel bir akşam daha yaşattı. Bu bahaneyle Turkcell Kuruçeşme Arena'nın yapımında, organizasyonunda görev alan herkese teşekkürler, her seferinde böyle bir mekanın varlığının İstanbul için ne kadar önemli olduğunu hissediyoruz.