19 Haziran 2010 Cumartesi

Genç Bir İşadamına

Artık bazı çevrelerce kült statüsüne erişmiş olan ve ilk yayınlandığı 1995 yılından bu yana güncelliğini kaybetmemeyi başaran Emre Yılmaz'ın "Genç Bir İşadamına" denemesini son zamanlarda iş hayatı üzerine daha çok kitap okuma arzusunun son nesnesi haline getirdim.

Hakkında değişik yerlerde yazılar okumuş ve göndermelere rastlamıştım ama zaman geçirmek için girdiğimiz D&R'da raflar arasında gezinirken görünce İlker'in de tavsiyesiyle almaya karar verdim.

Kesinlikle çok ilginç bir kitap. Yazarı henüz 35 yaşındayken tüm işlerini tasfiye edip iş hayatını bırakmış ve bu kitabı yazmış. Şu anda ne yapıyordur ne ediyordur bilmiyorum ama edebiyattan kazandığı parayla geçinmeye çalışmadığına eminim. Tanıtım yazısından anladığım kadarıyla zengin bir aileden geliyor ve büyük ihtimalle de direkt olarak hep üst düzey seviyelerde bulundu, çalıştı. O yüzden 35 yaşında işlerini tasfiye ediyor olması bizim gibi "sıradan" insanlar için çok bir anlam ifade etmeyecektir ancak yine de yazarın gözlemlerinin başarısı ve verdiği derslerin niteliği kesinlikle çok başarılıdır.

Kitabın özellikle ilk 60-70 sayfası çok ilgimi çekti, daha sonra o başlardaki vurucu etkisini kaybettiyse de benim için yine de bir solukta bitirdim ve çok da zevk aldım. Yazar, "genç işadamı"na hitap ederel yazdığı bu denemede, iş hayatında başarılı olmak ama çok başarılı olmak için neler yapması, neler yapmaması gerktiğini anlatıyor. Sonuçta bu yazarın kişisel görüşleri olsa da, yazarın kitap boyunca yaptığı ironik yaklaşım kitabın hem etkisini artırıyor hem de kitabı gerek varoluşsal açıdan okuyanlara gerekse gerçekten "ruhunu sat"maya karar verenlere hizmet etmiş oluyor.

Kitap altı çizilmesi gereken bir çok gözlem içeriyor, ki bunlardan bir tanesini bir süre önce bloga yazmıştım. Yazarın değişik konular üzerine yaptığı zeki gözlemler ve yaklaşımlar çok ilgi çekici, daha ilginç olanı ise kitabın yazılmasından bu yana 15 yıl geçmiş olmasına rağmen güncelliğini hala koruyor olması.

Okuyun derim.

not : Yazarın bir de "Şeytanın Fısıldadıkları" diye bir kitabı varmış, eğer bulabilirsem onu da okunacaklar listesine eklemeyi planlıyorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Berlin'e gidecek olursanız...

Geçtiğimiz sene Eylül ayında bizim çocuklardan Murat (aka Midget), Mert ve Erman ile yaptığımız ama benim önce yoğunluktan sonra da olayın sıcaklığını kaybetmesinden dolayı gerekli görmememden dolayı üzerine yazı yazamadığım Berlin Maratonu organizasyonumuzun (Murat'ın gezi hakkındakı yazısı için) üzerinden daha 1 yıl bile geçmemişken yolum tekrar bu sefer iş için Berlin'e düştü.

Berlin hakkında gezilecek görülecek yerler yazısı yazmayacağım (onun için yukarıda linkini verdiğim yazıya bakabilirsiniz) çünkü salı sabahı gidip cuma sabahı geri döndüğüm gerçekten kısa bir gezi oldu, 3 gün sabahtan akşama kadar dünyanın dörtbir yanından gelen A330 / A340 operatörlerinin katıldığı sempozyumda geçirdim, Çarşamba akşamını da Airbus'ın bir yemek organizasyonuna harcayınca geriye Salı ve Perşembe akşamları kaldı, o kısıtlı zamanda da Berlin'e ilk defa gelen iş (ve yol) arkadaşlarıma elverdikçe rehberlik yapmaya çalıştım ve Murat'ın yazısında bahsedilen yerleri bir daha gezdik. Kayda değer yeni bir şey görmedim anlayacağınız, farkettiğim faklılıklar şöyleydi : Hard Rock Cafe ara sokaktaki yerinden ana caddeye taşınmış, Checkpoint Charlie'deki Türk fastfood lokantası yerini McDonald's a bırakmış, bir de sokakları aynı anda 7-8 kişinin pedal çevirdiği bisikletimsi bir vasıta kaplamış. Bir masanın etrafında oturmuş insanlar aynı anda pedal çeviriyor ve aynı anda bira içiyorlar, çok komik görmeniz lazım; bira buradaki en öenmli parametre bence çünkü böyle bir şaklabanlığı ayık kafayla yapmaz zaten insan :)

Ama... ama yeni bir şey tattım.

Bu yazının asıl amacı o. Eğer yolunuz Berlin'e düşecek olursa mutlaka ama mutlaka Dolce Pizza'ya uğruyorsunuz ve adından da anlaşılacağı üzere pizza yiyorsunuz. Birkaç yerde varlar anladığım kadarıyla, websitesi de var. Biz bir arkadaşın tavsiyesiyle kaldığımız otele de nispeten yakın olduğu için gittik ve çok da memnun kaldık. Biraz bizim iyi yapılmış Karadeniz pidesinin (parantez üzerine parantez oluyor ama konu açılmışken, Çeşme'ye gidince de Sheraton'un sokağındaki Dostlar Pide'ye uğramalısınız) çıtır hamuruna benzeyen hamur üzerine değişik seçeneklerde fastfood modunda (tüm mağazaları öyle midir bilmiyorum ama bizimmkinde oturacak yer yoktu mesela) hızlı pişen dilimler satıyorlar. Arkadaşın tavsiyesi üzerine biz patlıcanlı, rokalı ve ton balıklı dilimler yedik. Hatta burayı ararken yol sorduğumuz bir Türk bile hemen patlıcanlı pizza deneyin mutlaka diye öneride bulundu. Rokalı güzeldi ama diğerleri olağanüstüydü. Bir de pizzanızın üzerine İtalyan zeytinyağı ve tahminim yine oraya özel bir pul biber dökün, pizzanın üzerine zeytinyağının yakışacağını hiç düşünmezdim.

"Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" konseptine ters bir yazı oldu ama amacımız hizmet, kusura bakmayın.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Bugünlerde ne dinliyorum serisi # 152

Yine eskilerden yenilerden karisik bir listem var, bugunlerdeki takinti sarkilarim :

The Killers - Happy Birthday Guadalupe : Son yillarda Arctic Monkeys ile beraber beni en cok heyecanlandiran grubun son favorilerimden.

Ed Harcourt - Born in the 70s : Bir de "She fell into my arms" diye bir sarkisi vardir Harcourt'un, onu da dinlemenizi tavsiye ederim.

Bruce Springsteen - Radio Nowhere : Sarkiyi dinlerken hala gecen seneki konser aklima geliyor, suratima bir gulumseme yayiliyor. 2011'de yine Avrupaya gelmesini umuyorum Patron'un.

Catatonia - Mulder and Scully : Tam olarak neden oldugunu bilemiyorum ama sanat eserlerinde pop kulture yapilan gondermeler her zaman cok ilgimi cekmistir.

Janis Joplin - Move Over : Bence Rock tarihinin en iyi kadin solisti.

Johnny Cash - Ghostriders in the sky : Bu sarki bana hep Blues Brothers 2000'i hatirlatir.

Dave Matthews - Funny the way it is : Ulkemizde cok da taninmayan Dave Matthews'tan cok basarili bir parca.

6 Haziran 2010 Pazar

Gecikmiş bir Bob Dylan konseri yazısı

Blogda daha önce de belirttiğim üzere 31 Mayıs akşamı beni nerede bulabileceğiniz belliydi. Az kalsın sekteye uğrayacaktı bu plan ama müdürlerimin izniyle iş gezisini 1 gün sonrasına çekerek geçtiğimiz Pazartesi akşamı Harbiye Açıkhava'daki yerimizi boş bırakmadık.

Öncelikle gerçekten de Açıkhava'ya gitmeyeli bayağı zaman olduğunu anladım. Yeni yollar, çevre düzenlemesi falan çok değişikti benim için. İlk göüşte biraz soğuk geldi açıkçası bu yeni yol ve çevre düzenlemesi ama biraz zamanla gerek biz alışırız gerekse ortam ısınır diye düşünüyorum.

Açıkhava'nın önünde güzel bir kalabalık vardı ve ilk defa bilet satandan çok bilet arayan bir insan topluluğu gördüm diyebilirim. Yaş ortalaması bu konsere uyan bir biçimde 40 civarı gibi geldi bana. Uzun bir bekleme kuyruğunun ardından Açıkhava'ya girdik, uzun zaman aradan sonra içerisinin görüntüsü iyi geldi açıkçası. Meriç'in doğmasının ardından hissettiğim (biraz olsun) yaşlanma duygusu ve yaşam stilimizdeki engellenemez (belki de Çiler'le biz beceremedik) değişim sonrası konser alanının görüntüsü geçmişten tanıdık bir sahne gibiydi, ne güzel günler geçirdik bu mekanda. En ucuz yerden bilet alıp sonra önlere gidip merdivenlerde oturduğumuz günler şimdi geride kaldı, artık (biraz da olsa) paramız var ve şimdi biz daha pahalı bloklarda oturup merdivenlere oturmuş gençlere gülümseyerek bakıyoruz.

Bu noktada Biletix'e bir parantez açmak istiyorum. Konser biletlerinin satışa çıktığı ilk dakikalarda biletlerimi almış birisi olarak ve bilet aldığım blok kategorisinde sonraki birkaç günde daha bilet satıldığını görerek aldığımız yerlerin nispeten iyi birer noktada olacağını ummuştum ama yerleşmek isterken bir de gördük ki, blokun en arkasında yer alıyoruz. Bu da bende ister istemez Biletix'in satışa blokun arkasından başlamış olabileceği fikrini uyandırdı ve sinirlendirdi. Bir ara kafamı toparlayıp zaman ayarlayabilirsem Biletix'e telefon ewdip sormayı planlıyorum.

Konser 9.05'te sadece 5 dakika gecikmeyle başladı ama hala ciddi bir seyirci topluluğu yerine oturmamıştı, bu durum ilk 10 dakika boyunca devam etti ve ancak 3. şarkı gibi insanlar yerine yerleşebildi. Bulunduğumuz konumun kötülüğünden dolayı bu durum en azından benim konsantrasyonumu çok etkiledi ama hemen kurtulup konsere odaklandım.

Hemen söyleyebilirim ki hayal kırıklığı konserle ilgili ilk görüşüm. Benim konserlerden ve sanatçılardan beklentim (hele bir de sık geldikleri bir ülke, şehir değilse) seyircilerine tanıdık gelen şarkılarını, bilindik yorumlarıyla söylemeleridir. Deneysel çabalara veya canlı performansa yönelik değişik girişimlere kesinlikle uzak değilim ama Bob Dylan'ı en son 23 yıl önce görmüş ve büyük ihtimalle bir daha da göremeyecek bir topluluğun en ünlü şarkıları bile neredeyse tanıyamaması sözkonusuysa bence seyirciye ayıp edilir. Haa, Bob Dylan bize ayıp mı etmiştir, o ayrı, bizim ne haddimize böyle birşey söylemek... Dylan'ın konser performansları hakkında hiç yazı okumadım ama anladığım kadarıyla bu onun canlı performans stili. Dylan seyirciyle hiç kontak kurmuyor, şiir okurmuş veya konuşurmuş gibi şarkılarını okuyor ve sadece 2 şarkılık bir bisle de konserini noktalıyor.

Konsere en sevdiğim soundtrack albümlerinden olan Forrest Gump'ta da yer alan Rainy Day Women No. 12 & 35 ile başladı ve bisi de Like A Rolling Stone ve All Along the Watchtower ile yaparak konseri noktaladı. Konserin en güzel anları Just Like A Woman, Spirit on the Water ve bisteki iki şarkıydı.

Konser vokal açısından beklediğimiz tarzdan biraz farklıydıysa da müzikal açıdan çok güzel bir deneyim oldu ve büyük resme bakmaksızın başarılı bir konserdi. Bu kadar önemli bir ismi, büyük ihtimalle son defa hem de favori konser mekanım Açıkhava'da görmüş olmak tatmin ediciydi diyebilirim sonuç olarak.