26 Temmuz 2009 Pazar

Patron'u dünya gözüyle de gördük bee...


Geçtiğimiz sene İlker'in önerisiyle Paris'e Tom Waits konseri amaçlı yaptığım ziyaret sonrası, artık sadece turistik amaçlı yurtdışı gezisi yapmak konseptini kafamdan çıkartmaya karar vermiştim. Hele bir de geçen yaz Bruce Springsteen'in Avrupa'da turnede olduğunu turnesinin son günlerindeyken duyunca çok hayıflanmış ve geleceğe yönelik planlarımın ilk aşaması olarak Patron'un (bilmeyenler için : Bruce Springsteen'in lakabı "The Boss" yani Patron'dur) resmi websitesine üye olmak suretiyle kendisi ve grubuyla ilgili her türlü gelişmeyi newsletter aracılığıyla öğrenmeye başladım.

Bu girişimin meyvesini sene başında aldım ve Patron'un 2009'da da (bu sefer yeni çıkardığı Working On a Dream albümünün promosyonu kapsamında) Avrupa'ya geleceğini öğrendim. Konuyu hemen Çiler'e ve bizim çocuklara açarak kendime suç ortakları aramaya başladım. Çocuklardan sadece Mert olumlu cevap verdi, Çiler de yarım ağızla olur deyince ben hemen 6 ay sonrası için planlar yapmaya başladım ve konser vereceği şehirleri inceleyerek olasılıkları belirledim. İlk plan ulaşımın ve konaklamanın ucuz olması nedeniyle Almanya'daki herhangi bir noktaydı ama bu geziyi Çiler için daha çekici hale getirmek ve onu kışkırtmak için Roma'da karar kıldık Mert'le.

Hemen konser biletlerini internetten (TicketOne) aldık ve uçak biletleri için de Miles&Smiles'ta biriken millerimizi kullanarak Temmuz ayı için rezervasyon yaptık. Bundan sonra sadece ayların geçmesini beklemek kaldı, o süreçte Meriç'in bize yardımcı olmaması nedeniyle annesinin içi bir türlü rahat etmeyince ne yazık ki seyahat kadromuzdan Çiler'i kaybettik ve geriye kaldık 2 kişi. O günlerde Çiler'in yerine Diler'in projeye katılması planları ortaya çıktıysa da sadece 3 mil eksikliği nedeniyle sahip olduğu milleri kullanarak biletini alamadı, hesap kesim sonrası eksik olan 3 mil tamamlandığında da bizim tarihler için boş yer kalmamıştı.

Neyse, sonuç olarak Patron'u izlemek amacıyla Roma'ya gidecek kadro Mert ile benden oluştu. 19 Temmuz'daki konser için 17 Temmuz Cuma sabahı gidiş, 20 Temmuz Pazartesi akşamı dönüş planlandı ve gidiş tarihi geldi çattı.

Roma'da geçirdiğimiz günleri ayrı bir yazıya bırakarak direkt konsere geçiyorum. Konserden yaklaşık 2 ay önce TicketOne'dan gelen bir emailde konser başlangıç saatinin saat 20.00'den 22.00'ye değiştirildiğini duyunca Mert'le biraz moralimiz bozuldu açıkçası (sebep, tam da aynı dönemde Dünya Su Oyunları Şampiyonası'nın Roma'da yer alması ve oyunların da konserin gerçekleştirileceği Olimpiyat Stadı'nın hemen yanındaki tesislerde gerçekleştiriliyor olmasıydı), konser gece 10'da başlarsa çok da uzun sürmeyebilirdi gibi bir hisse kapıldık açıkçası.

Ama yine de coşkumuzdan taviz vermedik tabii ki ve konser öncesi iyi bir restorana giderek spagettimizi ve bir şişe de kırmızı şarabımızı içerek iyice havaya girdik. Otelimize çok yakın olan Termini'den 910 numaralı Piazza Mancini otobüsüne bindik ve yaklaşık 25 dk gibi bir sürede Roma Olimpiyat Stadı'na vardık. Stad ilk bakışta çok görkemli gözükmüyordu ama tahmin edilebileceği üzere Türkiye'deki stadlardan çok farklı olarak rahatlıkla giriş noktalarında geçtik, TicketOne ofisinden biletlerimi aldık, Çiler gelmediği için elimizde kalan bileti satmak için şöyle bir etrafa baktık, ortamda bilet satan insan sayısının fazlalığını görünce bu uğraştan hemen vazgeçtik, koltuklarımızın yer aldığı kuzey tarafındaki tribüne yöneldik, stada rahatlıkla girdik, yerimizi rahatlıkla bulduk ve saat 8 itibariyle yerimize yerleşerek konseri beklemeye başladık.


Roma Olimpiyat Stadı'nin içten görünüşü dışarıdan görünüşüne göre daha güzeldi ama tüm olimpiyat stadlarında olduğu gibi saha ile tribünler arasında atletizm alanının olması stadın futbol için çok da uygun olmamasına neden olmuş. Sahne tam karşı tribünümüze yerleştirilmiş ve saha içi komple ayakta seyirciye ayrılmıştı. Tribünlerin yarısı seyirciye ayrılmıştı, sahneyi göremeyecek yarıya hiçbir seyirci alınmamıştı. Biz girdiğimizde saha içi neredeyse tamamen dolmuştu, gençler Patron'u mümkün olduğunca yakından görmek için saatler öncesinden gelmişti, daha pahalı olan (ama daha uzak) tribünler ise konser saatinde boşluk kalmayacak şekilde doldu. Resmi katılımcı sayısını bilemiyorum ama Mert'le yaptığımız kaba tahmine göre stad kapasitesinin yarısından biraz fazlası doluydu dedik ve İstanbul'a dönünce stadın yaklaşık 70 binlik kapasiteye sahip olduğunu öğrendik, yani kısaca konserde 35 bin civarı seyirci olduğunu tahmin ediyoruz.

Konser başlama saatinden yarım saat sonra yani 10 buçukta başladı. Biraz gecikmesi insanları biraz rahatsız ettiyse de ve arada bir protesto alkışları çıktıysa da ne zamanki stadın ışıkları kapatıldı ve seyirciler ünlü İtalyan besteci (ki kendisi bu bloga daha önce konu olmuştur, ahan da linki) Ennio Morricone'den melodileri eşliğinde ünlü E Street Band'in elemanlarının loş ışık altında sahneye çıkışlarını izlediler, birden bire herşey durdu ve yoğun bir heyecan ortalığı sardı. İşte o anın youtube linki... Ve sahneye Patron geldi, el selamı, Ciao Roma repliği ve 1,2,3,4 'ün ardından 3 saat aralıksız sürecek tüyler-ürpertici bir konser başladı, konseri en iyi özetleyecek sözleri konserin en sonunda yine Patron söyledi, "bayanlar baylar az önce, the heart stopping, pants dropping, earth shattering, hard rocking, booty shaking, earth quaking, love making, educating, liberating, Viagra taking, history making, motherfucking legendary E! Street! Band'i izlediniz." Türkçeye çevirmiyorum çünkü aynı anlamları yakalamak zor olur. İlk şarkı bir klasik olan Badlands idi, ana konserin bitiş şarkısı Born To Run oldu, bu şarkıda stadın ışıkları açılarak insanlar bir bis havasına sokuldu ve sonrasında konser hiç ara vermeden devam etti, konserin bitiş şarkısı ise yaklaşık 10 dakika sürecek bir Beatles klasiği Twist and Shout oldu.


Badlands'in ilk notlarından sonra Mert ile birbirimize şöyle bir baktık ve ikimizin de suratında geniş bir gülümseme yayıldı. Yukarıda belirttiğim tabiri tekrar kullanıyor olacağım ama daha iyi ifade edecek başka terimler bulmak zor : tüylerimiz diken diken oldu. Patron, klasiklerinin önemli bir kısmını söyledi, son albümlerinden başarılı parçaları çaldı, ama ne önemlisi bunları sanki ilk defa söylüyormuş gibi coşkuyla, heyecanla, saygıyla, hırsla çaldı. Bu kadar efsanevi olmasının nedenlerini sahnede rahatlıkla gördük, iyi şarkı yapmasının dışında işini seviyordu, 60 yaşına rağmen 3 saat ara vermeden sağa sola koşturarak boğazları patlarcasına, boyun damarları yerinden fırlarcasına şarkı söylemek, bu esnada 35 bin kişilik bir toplulukla etkileşim içinde olmak, sahnede arkasında yer alan E Street Band'in her bir elemanıyla şovun ayrılmaz bir parçası olarak beraber çalmak her babayiğidin harcı değildir.

Konserin benim için şaşırtıcı anlarından birisi Patron'un bir noktada seyircilerin tuttuğu pankartlardan bazılarını toplaması oldu, Mert ile bir an ne oluyor diye düşündük ve yoksa yoksa demeye kalmadan anladık ki istek şarkısı alıyordu Patron :)) Biz yabancısı olduğumuz için bizi şaşırttı ama İtalyan seyirciler bu ritüeli biliyor olmalıydılar ki önceden hazırladıkları pankartları aynı anda kaldırdılar diyebilirim, hatta Patron ona uzatılan A4 kağıdını almadı bile, gerçekten hazırlanıp gelmiş hayranlarının pankartlarını almayı tercih etti. 20 kadar pankartı alıp sahneye geri döndükten sonra şarkılardan birkaç tanesini pankartları önce grubuna sonra da seyircilere göstermek suretiyle söyledi (hatırladığım kadarıyla Pink Cadillac, I'm On Fire, Surprise Surprise bu seridendiler). Aklımda kaldığı kadarıyla konserin diğer şarkılarını yazacak olursam, Hungry Heart, Thunder Road, Outlaw Pete, Working On A Dream, Prove It All Night, Waitin On A Sunny Day, Seeds, Lonesome Day, No Surrender, 41 Shots (ya da diğer adıyla Amerikan Skin), Dancing In the Dark, My City of Ruins, You Can't Sit Down, American Land, Raise Your Hands... bu kadar çıktı valla, diğerlerini hatırlamıyorum.

Konserin bu kadar etkileyici olmasında seyircinin etkisi de çok büyüktü. İtalyan seyirciler çok coşkuluydu ve Bruce'un her şarkısına eşlik edebildiler, böyle olunca Patron da daha şevkle söyledi şarkılarını. 19 Temmuz sabahına kadar hep İstanbul'a gelse şeklinde kurduğum hayaller o ortamı gördükten sonra aman gelmesin yoksa rezil oluruz şekline dönüştü. Bir kere İstanbul'da stad doldurabileceğini sanmıyorum, Turkcell Kuruçeşme Arena tarzı bir yeri ancak doldurabilir (ondan bile şüphelerim var açıkçası, Türkiye'de Patron'dan daha popüler olan REM bile dolduramamıştı), ya da belki Rock'n Coke'a headliner olarak gelirse ciddi bir seyirci kitlesine hitap edebilir, aksi halde 6-7 bin kişiye konser verdirterek bir utanç yaşayabiliriz.

Yine sadede gelecek olursam, Çiler çok kızacak ama, Bruce Springsteen konseri şimdiye kadar gördüğüm (Mert'i de işin içine rahatlıkla katabilirim), gördüğümüz en etkileyici konserdi. Önümüzdeki yıllarda bu tarz aksiyonlara daha çok girmeye ve İstanbul'da görme şansı bulamadığımız şarkıcı, grupları Avrupa'da yakalamaya karar verdik. Hatta seneye tekrar gelecek olursa Patron'u bir daha ve bu sefer daha kalabalık (en azından Çiler'in dahil olacağı) bir grupla izlemek yine ajandamızda.

Hiç yorum yok: