25 Aralık 2009 Cuma

Nissan 350Z


Bilenler bilir arabalara cok da duskun bir insan degilimdir, guzel arabalari tabii ki severim ama beklentilerim cok da yuksek degildir. Klasik Ford Mustang her zaman 1 numarali favorim olacaktir ama zaman icerisinde degisik arabalari cekici buldugum olmustur normal olarak, son yillara bakacak olursam Mini Cooper ve Audi TT'yi ornek gosterebilirim.

Ilk olarak 2005'teki uzun Amerika ziyaretimde gordugum ve hayran kaldigim Nissan 350Z'yi bu kategoriye rahtlikla ekleyebilirim. 2005'ten sonra totalde herhalde 1 veya 2 tane gormuumdur Istanbul'da ama buraya tekrar geldigimde etrafta dolasan 350Z'leri gorunce tekrar hayran kaldim. Ikinc bir arabayi kaldiracak mali kapasitede olsam (aile arabasi degil sonuc olarak) herhalde Nissan 350Z ile Audi TT kapisirdi.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Noel sarkilari ve bir istisna

Noel zamani Amerika'da bulunmanin en kotu tarafi her tarafta durmaksiniz calan Christmas sarkilari herhalde. Gittiginiz her kapali mekanda ya klasik ya da yeni coverlanmis unlu Noel sarkilarini duyabilirsiniz. Bazilari insanin kulagina hos geliyorsa da, bir noktadan sonra artik dayanilmaz olmaya basliyor.

Bu sene bu furyaya Bob Dylan da katilmaya karar vermis ve Noel sarkilarindan olusan ozel bir album yapmis. Bob Dylan'in ondan genelde derin islr bekleyen bir hayran kitlesi olmustur eskiden beri, bu album onlari yine kizdiracaktir kesin ama Midget'in gectigimiz gunlerde Muse hakkinda yazdigi yazida ve yorumlarda da gectigi uzere, bazi isimlerin artik kendini kanitlama gibi ihtiyaclari yoktur ve tamamen kisisel (duygusal veya profesyonel) nedenlerle deneysel calismalara girme luksune sahiptirler. Albumun tamamini dinlemedim ama duyduklarimi dikkate alarak konusacak olursam diyebilirim ki, Dylan'dan alisik olmadigimiz bir stille karsi karsiyayiz; bir kere, kendi adima konusacak olursam sesini tanimak biraz zor, albumun farkina varmami saglayan sarkisi "Must Be Santa" cok basarili olmus ama ilk duydugunuzda sarkiyi her ne kadar polka melodileri icerse de daha cok son yillarda prim yapan cingene punk gruplarindan birisi soyluyor zannedebilirsiniz. Eger girebilirseniz youtube'dan sarkinin klibini de izleyin, cok guzel bir sarkiya cok eglenceli bir klip cekmisler.

Dini acidan bakmayip muzikal kaygilarla yaklasacak olursaniz Dylan'in bu denemesinden keyif alacaginizi dusunuyorum.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Meric bavulda


Meric babasini ozlemis, bir daha goreve gidecek olursa ben de bavulunda gidebilir miyim acaba calismasi yapiyor. Keyfi de yerinde hani...

19 Aralık 2009 Cumartesi

Calisiyorum


Arkadaslar buraya gezmeye gelmedim, bakin calisiyorum. Tolga, kanatin uzerindeyken ararsin diye bekledim ama aramadin...

17 Aralık 2009 Perşembe

Bugunlerde ne dinliyorum?

Sirius XM sayesinde bol bol Bruce Springsteen diyemiyorum cunku bu sefer kaldigimiz oteli ucagin bulundugu Goodyear Airport'a cok yakin bir yerden sectim, otel is arasi arabayla 4 dakika suruyor, bu surede de radyodan pek faydalanamiyorum tabii.

Kisa listem eski ve yenilerden karisik olustu bu sefer :

1. The Coral - Dreaming of You
2. Steely Dan - Reelin' in the Years
3. Wolfmother - New Moon Rising
4. Ida Maria - Oh My God
5. Kiss - Rock and Roll All Night

16 Aralık 2009 Çarşamba

Sirius XM - Uydudan radyo yayini

Amerika'dan kisa izlenimlere devam.

Hani sehirdisi (mesela Pendik falan) gezilere gittiginiz zaman radyolar cekmez olur ya, kendinizi ayri kaset, cdleri dinlerken bulursunuz, kisa mesafe gidiyorsunuz idare eder de saatlerce surecek bir yolculuksa ayni seyleri dinlemek sikar, radyonun getirdigi ccesitliligi, bir sonraki sarkinin ne oldugunu bilmemenin getirdigi surpriz duygusunu ozlersiniz ya, iste Amerikalilar o isin de ustesinden gelmisler.

Phoenix'e geldikten sonra Hertz'den kiraladigimiz aracta ilk basta farketmedigimiz bir ozellik daha varmis, bunu ancak 10 gun sonra Grand Canyon ve Las Vegas'i kapsayan uzun gezide farkina vardik. O haftasonuna kadar sehiricinde kullandigimiz araba radyosunda cok guzel kanallarin farkina coktan varmistim bile, sadece Elvis calan, sadece Sinatra calan ve benim icin en heyecan verici olani sadece "Patron" calan radyo kanallari vardi.

Haftasonu uzun yola ciktigimizda yanimiza yolda donleyecegimiz cdleri almistim bile, en azindan cekmemeye baslayana kadar sadece Patron'un caldigi E Street Band kanalini actim ve yola koyulduk. Ama kilometreler, saatler gecti ama radyo sinyalleri biraz olsun kaybolmadi. Iste o zaman dikkatimi cekti, tum bu kanallarin sonunda XM vardi, farkli bir yayin mecrasiyla karsi karsiyaydim.

Otele dondukten sonra internette kisa bir arastirmayla Sirius XM ile tanistim, uydu uzerinden yayin yapan, 130'dan fazla kanala sahip. reklam almayan, tematik kanallara odaklanan bir medyaydi bu. Ucretli olan bu kanallari ozel radyolarla veya internet uzrinden dinleyebiliyorsunuz ve bizim sansimiza Hertz'in tum araclari bu ozellikle donatilmisti. Tum Amerika'da dinlenebilecek radyo yayini fikri gercekten orjinal ve acikcasi giptayla bakiyorum.

Istanbul'da Beylikduzu veya Pendik'e bile gittiginizde Radyo Eksen'i dinleme sansi azalirken uydudan favori kanalini her yerde dinleyebilme luksunu bakalim biz ne zaman yasamaya baslayacagiz...

Not : Sirius XM kanallarini internetten de dinleme sansi var. Radyo Eksen olmasaydi kesinlikle dusunurdum.

14 Aralık 2009 Pazartesi

That 70s Show


Internetten dizi indiren bir kusagin elemanlari olarak bu diziyi coktan duymus, indirmis, izlemis olabilirsiniz ama ilk olarak 2005'teki Amerika maceramda televizyondaki bol tekrarlarindan tanima sansi oldugum "That 70s Show" adli sitcomu yine de duymamis olanlarin dikkatine sunmak isterim.

Adi ilk basta bir talkshow programini ya da skeclerden olusan garip Amerikan komedi programlarini cagristirsa da karsinizda saglam bir genclik sitcomu bulacaksiniz. Adinin That 70s Show olmasinin sebebi ise 90'larin sonunda yayinlamaya baslamis olmasina ragmen 70'lerde gecen bir hikayeye sahip olmasi. Bence Turkiye'de (tabii ki CNBC-E'yi kastediyorum) yayinlanmamis olmasinin sebebi fazlasiyla Amerikan kulturu gondermesi icermesi ve izleyicilerin dizinin cok da icine giremeyecegi riskini almak istememleridir.

Ancak eger biraz sabirli olup birkac bolumu tamamlar ve karakterlerin biraz oturmasini beklerseniz emin olun cok ciddi bir eglencelikle karsi karsiya oldugunuzu soyleyebilirim.

Wisconsin, Point Place adli bir kasabada bir grup gencin ve o genclerden birisinin annebabasinin merkezinde oldugu bir hikaye var. Ergenlikten yetiskinlige gecis surecine girmis, 70'lerin sosyal, siyasal, muzikal ve "keyifverici" gelisimlerinden yakindan etkilenen birbirinden cok farkli karakterlere sahip ama cok iyi arkadas 4 erkek ve 2 kizdan olusan grupta ozellikle bizdeki Inek Saban karakterine benzetebileceginiz (ama daha yakisikli ve capkin hali) Kelso'yu ve yayinlandigi 8 sezon boyunca hangi ulkeden geldigi ve hatta gercek adi bile belli olmayan Orta Amerika asilli oldugunu tahmin ettigimiz Fez takma adli karakterleri cok seveceksiniz. Dizinin tutkunu oldugunuzda "Burrrnnn" ve "I said Good day" replikleri dilinizden dusmeyecek.

2006'da sonlanmasina ragmen websitesi halen aktif halde suran bu dizi hakkinda daha fazla bilgiyi websitesinden ve internetten bulabilirsiniz.

"I said, Good Day!"

11 Aralık 2009 Cuma

Orlando Magic'in kaybetmesini istemek

Bir suredir aklimda olan bir konuyu hazir televizyonda Orlando Magic - Phoenix Suns macini izlerken yazayim dedim.

Sadece ben mi boyle hissediyorum ama ne zaman Megic'in maci olsa icten ice kaybetmelerini istedigimi farkettim. Sureci cok yakindan takip ettigimi soyleyemeyecegim ve bildigim kadariyla da Orlando'dan bekledigi gibi iyi bir teklif alamayacagini anlayan Hidayet baska takimla anlasma yolunu aradi ve bence cok da iyi bir paraya karsilik Toronto'yla anlasti ama yine de onunla anlasmak yerine Vince Carter'i ve birkac yan oyuncuyu da bunyesine katmayi tercih eden Orlando sanki ona ihanet etmis gibi hissediyorum iste. Herhalde kanimiza islemis Turk duygusalligi ve millyetciligi bu olsa gerek.

Aslinda Orlando Magic NBA'de 90'li yillardan beri sempatiyle takip ettigim ender takimlardan birisidir, Anfernee Hardaway ve Shaq'in onderliginde genc ve agresif o takimin finale kadar cikisini (Nick Anderson'un arka arkaya kacirdigi dramatik serbest atislari) unutmak mumkun mu? Ustune ustluk her ne kadar son birkac sezondur rakamlari fena olmasa da kariyer olarak dususte olan ve artik zaman dolduruyormus gibi hissettiren, yine de yetenek acisindan hala NBA'in en heyecanverici oyuncularindan birisi olan Vince Carter da kadroya katilmisken, Matt Barnes gibi bir savasci, Brad Anderson gibi surpriz bir oyuncu, Hidayet'in yoklugunda performansi artan Reddick ve de yine kariyerinin sonlarindaki Jason Williams ile Magic gecen sene surpriz olarak adlandirilan finalin bu sene en buyuk adaylarindan haline gelmiken insan bu takimin buralara gelmesinde onemli paya sahip Hidayet'in yine burada kalmis olmasini umuyor iste.

Napalim yollari acik olsun (pek samimi olmadi galiba bu dilek)...

8 Aralık 2009 Salı

Murat ve Mert, mujdemi isterim...

Murat basta olmak uzere Murat ve Mert ikilisine guzel bir haberim var. Guzel "Hani abi"miz Mark Strong'un yeni bir filmi yakinda sinemalara geliyor, hem bu sefer film daha keyifli ve eglenceli gozukuyor. Guy Ritchie'nin yonettigi basrollerinde Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes), Jude Law (Dr. Watson) ve Mark Strong'un (Lord Blackwood) oynadigi "Sherlock Holmes".

Guzel bir film bekliyorum, fragmanlari ilgi cekici. Amerika'da aysonu gibi vizyona girecek, Turkiye'de de cok gecikmez herhalde, hep beraber gidelim hatta.

6 Aralık 2009 Pazar

Amerika'dan kisa kisa #1

Buraya geleli 3 hafta oldu bile ama bir turlu oturup yazamadim, daha da uzatip uygun modu beklemektense kisa notlar yazmaya calisacagim.

Amerika'ya gelmenin en cekici yanlarindan bir tanesi acikcasi alisveris. Normalde alisverisi seven bir insan degilim ama bu tarzda uzun gorevlere gittigim zaman vakit gecirmenin yollari alisveris mekanlarini gezmek oluyor. Amerika bu konuda Avrupa'daki sokak kulturune sahip olmayabilir ama fonksiyonel olarak bakarsak daha fazla cesit secenegine ve daha dusuk fiyatlara sahip. Alisveris konusunda belki sonra geri gelirim ama kisisel acidan en zevk aldigim alisveris kitap alisverisi oluyor... gidecegim yer belli olunca ilk baktigim seylerden birisi en yakindaki Barnes&Noble ve Borders magazalarini aramak oluyor.

B&N ve Borders asagi yukari ayni formata sahipler ve su ana kadar gerek Turkiye'de gerekse Avrupa'da gordugum tum kitapcilardan farklilar. Esasta tabii ki hepsi ayni, bir mekanin icerisinde kitaplar, dvdler, cdler, ansiklopediler vs. var ama sunum herseyi degisiriyor iste. Bir kere, buradaki kitapcilar mekan olarak cok genis bir alan uzerine kuruluyorlar ve iceriye girdiginiz zaman kendinizi binlerce kitabin oldugu ama ferah, raflar arasinda genis alanlarin oldugu bir ortamda bulyorsunuz. Ve inanin bana bir kitapsever olarak o raflarin arasinda dolasmak cok zevkli. Amrikalilarin pazarlama konusundaki yetenekleri kitaplar konusunda da gecerli... bir kitap nasil pazarlanir diye dusunebilirsiniz ama gelip gormeniz lazim; kitap isimlerinin seciminden kapaklara, hardcover veya paperback surumlerden su anda aklima gelmeyen bircok orjinal fikirle kitapseverlerin ilgisini cekmeyi basariyorlar (en ilgimi cekenlerden bir tanesi bloguma adini da veren kitap olan Hitchhiker's Guide to the Galaxy'nin yeni bir edisyonu oldu, bende farkli bir edisyonu oldugu halde almamak icin kendimi zor tuttum). Bu kitapcilara gitmek benim icin cok zor oluyor cunku her gidisimde mutlaka 1-2 kitap aliyorum ve donus zamani geldiginde bavula konmayi bekleyen bircok kitap oluyor, ki bu hem tasimak acisindan sorun yaratiyor hem de sira o kitaplari okumaya gelinceye kadar bircogu Turkeceye cevrilmis oluyor. Turkcesi varken de Ingilizcesini okumak artik cekici gelmiyor ama ingilizcelerini okumaya zorluyorum kendimi yine de (ya da o kitaplara o kadar para harcadiktan sonra, Ciler Turkcesini almama izin vermiyor dersem daha uygun olur). Bu sefer (simdilik) kendimi zorladim ve sadece Chuck Palahniuk'un son 2 kitabini aldim (o da, biraz koleksiyonculuk ruhundan kaynaklaniyor, diger kitaplarinin Ingilizcelerini daha onceki ziyaretlerimde almistim, bunlar eksik kalsin istemedim; kayitlara gecmesi acisindan hepsinin Turkceleri de var ve Ingilizcelerini okuduktan 1-2 yil sonra Turkcelerini de okuyorum).

Gordugum ilginc sunumlardan bir tanesi de gectigimiz haftalarda uzerine yazi yazdigim Jack Kerouac'in Yolda'si oldu. Yazimi okuduysaniz (okumadiysaniz ahan da linki) yazarin kitabi nasil yazdigi konusundaki anekdotu hatirlarsiniz, daktilosunun basina oturup daha onceden rulo haline getirdigi ve bu sayede sayfa degistirmek icin zaman kaybetmek zorunda kalmaksizin aklina gelen kelimeleri oldugu gibi kagida doktugu... iste bu gordugum edisyonda editorler yazarin orjinal sunumunu korumuslar ve satirbasi, paragraf falan gibi sonradan yapilan hicbir duzeltmeyi yapmaksizin kagitta yazilanlari kitap haline getirmisler. Kabul ediyorum onlarca yaprak yaziyi paragraf olmaksizin okumak kolay olmuyordur herhalde ama bu anekdotu bildikten ve yazarin o kitabi yazdigi modu dusundukten sonra kabul edersiniz ki cok yaratici bir eitorluk ornegiyle karsi karsiyayiz. Kitap bu haliyle satmaz diye dusunmemisler ve piyasaya surmusler, bu sadece yaraticilik degil ayni zamanda cesaret ve gercek kitapseverlere karsi duyulan guven bence (sanirim yarin gidip o kitabi alacagim :))

Kisa dedim ama yazmaya baslayinca yine uzadikca uzadi, notlarim devam edecek onumuzdeki gunlerde.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Bazıları hala bilginin güç olduğunu sanıyor...*


Mutluluğun Mimarisi'ni bitirdikten sonra kitaplıkta okunmayı bekleyen kitaplara şöyle bir baktığımda uzun süredir beklettiğim "Ninni"yi gördüm ve yazarı Chuck Palahniuk'un Türkçeye çevrilen son kitabını önümüzdeki günlerde satın alıp okumadan önce bu kitabı tekrar ama bu sefer anadilimde okumaya karar verdim.

Birkaç yıl önce Amerika'dan alıp ingilizcesinden okuduğum "Lullaby"ın daha sonra Türkçe çevirisini de kütüphaneme eklemiştim. Kitaba başlamamla büyüsüne tekrar kapılmam bir oldu diyebilirim, dili, tarzı, içeriği, duruşu ile sayfalar birbirini kovaladı ve normalde sadece metroda okuma alışkanlığımı nadiren bozarak evde de okuma fırsatı yarattığım enden kitaplardan birisi oldu. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere "eğer yazma kabiliyetim olsayı Palahniuk gibi yazabilmek isterdim".

Ninni'nin konusu kısaca sebepsiz yere ölen bebek olaylarını araştıran bir gazetecinin, bu ölümlerin bir ninniden kaynaklandığını öğrenmesi ve bu ölüm büyüsünün yer aldığı tüm kitapları yok etmek için yola çıkmasını anlatıyor. Ama bu romanın sadece katmanlarından bir tanesi ve bununla beraber başka katmanlar daha var. Cinli, perili evler kovalayıp, daha sonra bunları portföyüne katıp insanlara satarak, sonra geri alıp tekrar satarak iş yapan bir emlakçı; bu emlakçının büyüye inanan ve bu yönde araştırmalar yapan sekreteri ve sekrertrin ekolojik terörist, anarşist olarak adlandırabileceğimiz sevgilisi bu romanın diğer anti-kahramanları.

Kitapta bol bol alt-okuma var diyebiliriz, eline gerçekten ciddi bir güç geçen insanoğlunun bunu kaldırıp kaldıramayacağı, modern kültürün bizi dönüştürdüğü tek tip, düşünmeyen, sorgulamayan birey modeli, başkasının yaşama hakkını elimizde tutuyor olsak bunu nasıl kullanacağımız gibi... Burada önemli bir anekdot ise şu : Palahniuk'u bu kitabı yazmaya götüren etkenlerden birisi, babasının ve görüştüğü bayan arkadaşının, kadının eski kocası tarafından (kadın kocasını şiddet uyguladığı gerekçesiyle tutuklattırmış ve hapse attırmış, adam hapse girerken çıktığında intikam alacağı konusunda kadını tehdit etmiş) vahşi bir şekilde öldürülmüş olması ve mahkeme sürecinde ölüm cezasının tartışılmış olması. Chuck bu süreçte herhangi bir yorum yapmamış ama bu kitabı yazarak bir açıdan içini boşaltmış.

Ninni (tekrar) çok zevk alarak okuduğum bir kitap oldu ve açıkçası hemen yarın gidip Chuck'ın son kitabını ("Tekinsiz") alıp başlamak için sabırsızlanıyorum.

* Başlıktaki cümle, Palahniuk'un yazı stilinin bir parçası olan bazı söz dizilerinin kitap boyunca değişik yerlerde, zamanlarda tekrarlanmasının bu kitaptaki örneklerinden bir tanesi. Kitabı okurken bu ve benzeri birkaç söz dizisini birçok kez okuyacaksınız.

Bir Alain de Botton daha : Mutluluğun Mimarisi



Blogu takip edenlerin daha önce de birkaç kez konu ettiğimi bilecekleri Alain de Botton'a ait bir kitabı daha bitirmiş bulunuyorum : "Mutluluğun Mimarisi".

Orjinal adı "The Architecture of Happiness" olan kitap mutluluğun nasıl inşa edileceğini değil, mimarinin insan hayatı üzerindeki etkileri, toplumsal, sosyal, ekonomik vb. etkenlerle nasıl değiştiğini anlatan güzel bir inceleme olmuş. Olayı sadece mimari boyutta tutmayıp, endüstriyel tasarıma da uzanmış ve geçmişten bu yana gelen akımları ana hatlarıyla incelemiş. Bu aşamada kitabın en önemli artılarından birisi, yazarın diğer kitabından da görmeye alışkın olduğumuz ama bu kitap da kullanımı daha çok önem kazanan fotoğraf kullanımı olmuş. Kitabın değişik noktalarında refere ettiği yapıların, nesnelerin, illüstrasyonların resimlerinin de kitaba monte edilmesi okunması daha eğlenceli bir kitap haline getiriyor Mutluluğun Mimarisi'ni.



Modern yaşamın günümüz insanları üzerindeki etkisini, baskısını anlamaya yönelik özel bir çaba gösteren ve bu yönde çalışmalar sürdüren de Botton bu kitabıyla da oturduğumuz evin, mahallenin, şehrin ruh halimize etkilerini bize göstermeye uğraşıyor ve bence her zamanki gibi başarılı oluyor.

Çok zevk alarak okudum, size de tavsiye ederim.

13 Eylül 2009 Pazar

Jack Kerouac'ın Yolda'sı


Edebiyat tarihinin en ünlü ve en cool akımlarından olan Beat Kuşağı'nın belki de en ünlü eseri olan Jack Kerouac'ın "Yolda"sını ilk Beat tecrübem olarak okudum. Edebiyatla tamamen sıradan bir okuyucu olarak bulunduğum ilişkiyi gözönüne alarak kitap hakkında edebi eleştiriler veya akımın gerek kitap üzerindeki etkileri veya modern edebiyata katkıları konusunda söyleyebileceğim fazla birşey (hatta hiç birşey) yok.

Merak edenler internetten detaylı bakabilir ama 1950'lerde New York'ta bir grup Amerikan yazarının oluşturduğu ve Beat Kuşağı olarak adlandırılan grup (en önemli isimlerini Allen Ginsberg, William Burroughs ve Jack Kerouac oluşturuyor) 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika'sında oluşan aşırı ahlakçı ve refah hayat değerlerine uyuşturucu, seks ve mistik öğeler tabanında karşı duruşun simgesi haline dönüştüler ve kendilerini takip eden dönemde gerek edebi, gerek sosyal (60'lı yıllardaki hippi akımının temelidirler) gerekse müzik alanında (Bob Dylan, Beatles, Jim Morrison gibi) birçok akımı, ismi derinden etkilediler.

Dediğim gibi bu akımın belki de en ünlü eseri 1951'de yazılmasına rağmen ancak 1957'de yayınlanan "On the Road" adlı eser. Benim kitap hakkındaki naçizane görüşlerim ise şöyle : samimi, akıcı, coşkulu, kışkırtıcı, gülümsetici... Kitabı okurken hissettiğiniz yazarın sanki hikayeyi (aslında otobiyografik bir roman) dümdüz ve çok sıradan yazdığı hissi, kitabın sonuna konan önsözle (ya da sonsöz mü demeliyim) doğrulanıyor. Anlatılana göre Kerouac kitabı yazarken (bir iddiaya göre uyuşturucu, kendi iddiasına göre kahvenin etkisi altında) daktilosuna yerleştirdiği şimdilerin faks kağıdı benzeri uzun sayfalarla (kağıt değişimi gibi aralarla uğraşmamak için)hiç ara vermeksizin kafasından geçen herşeyi ilk haliyle, olduğu gibi sayfalara aktarmış. Bu da kitaba gerçekten de orjinallik ve yukarıda ifade ettiğim samimiyeti katmış.

Kitabın konusu önce Amerika'yı doğudan batıya, batıdan doğuya 2 defa sonra da kuzeyden güneye Meksika'ya doğru gerçekleştirilen yolculukları anlatıyor. Otobiyografik bu romandaki kişilerin isimleri değiştirilmiş ana "sonsöz"de kimin kim olduğunu öğrenebilirsiniz. Kitabı okuduktan sonra normalde arkadaş olmaktan çekineceğiniz, ürkeceğiniz ve bir o kadar da coşkusunu kıskanacağınız Dean Moriarty karakterinin etkisinden uzun süre kurtulamayabilirsiniz.

Kitabın modern edebiyatta sahip olduğu üne istinaden kendinizi kasmayıp, çok derin anlamlar aramak gibi bir kaygıya kapılmadan okumayı başarırsanız iyi bir deneyim yaşayabilirsiniz diye düşünüyorum. Kendi adıma çok sevdim, tavsiye ederim.

Not : Yazının sonunda bir de resim ekleyeyim diye nete bakarken Wikipedia'da çok güzel bir sayfaya sahip olduğunu gördüm, oraya da göz atmanızı tavsiye ederim.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Soysuzlar Çetesi


Tarantino'nun 2000'li yılların başından beri proje rafında duran ama çeşitli sebeplerle bir türlü hayata geçemeyen ikinci-dünya-savaşı fonunda spagetti-western tadındaki filmi Soysuzlar Çetesi, ya da orjinal adıyla Inglourious Basterds (dikkat edin Inglorious Bastards değil) sonunda dünyayla aynı anda Türkiye'de de geçtiğimiz hafta vizyona girdi ve biz de Meriç sonrası pek görünmeyen bir biçimde daha ilk haftasonunda filmi gördük Çilerle.

En baştan söyleyeyim, Tarantino'nun en iyi filmi değil hatta şu ana kadarki 5 filmini hesaba katarsak bu filmi ben Rezervuar Köpekleri, Pulp Fiction, Kill Bill'lerin yer aldığı üst düzey filmlerin grubuna değil de onlardan bir parmak daha aşağıda duran Jackie Brown ve Death Proof'un yanına eklerim. Ama film her Tarantino filminden alacağımızdan emin olduğumuz eğlenceyi, sinefil olmanın getirdiği detayları yakalayabilmek şansının keyfini, hiç bir anlamı olmayan ama yaratıcı uzun diyalogları sunuyor.

Medyadan zaten filmin konusunu öğrenmişsinizdir ama kısaca İkinci Dünya Savaşı'nda Fransa'da bir yanda bir grup Amerikan askerinin Nazileri vahşice öldürmek üzere oluşturduğu ekibin diğer yandan da paralel olarak ailesi Naziler tarafından katledilen bir Yahudi kızın intikam hikayesini anlatıyor. Bilenler bilir, Tarantino filmlerinde önemli olan hikayenin kendisi değil hikayenin anlatılış şeklidir. Bu filmde de o "şekil"den bol bol görebilirsiniz.

Film biraz durağan sayılır ve bence Basterds'ların üzerine biraz daha yoğunlaşabilirdi ama kesinlikle görülmesi gereken bir film. Ben ilk fırsatta netten düzgün bir kopyasını indirip tekrar izlemeyi dört gözle bekliyorum. İlk seferinde göremediğim detayları daha iyi görmeyi umuyorum.

Film ile ilgili en hoşuma giden taraf ise spagetti-western filmlerine olan benzerlikleri ve yarattığı alternatif son oldu. (Benim de hayranı olduğum) Sergio Leone'nin çok büyük bir hayranı olan Tarantino, O'nun ünlü ettiği spagetti-westernlerin yakın plan göz çekimleri, Ennio Morricone müzikleri gibi alamet-i farikaların yanısıra Once Upon A Time in America ve Once Upon A Time in the West gibi film isimlerini de filmine gömmüş. Bir ara filmin adı yapmak istediği Once Upon A Time in the Nazi-Occupied France adını sonradan sadece filminin birinci bölümünün adı yapmış (not : Tarantino'nun kankası Robert Rodriguez'in de Once Upon A Time in Mexico diye bir filmi olduğunu hatırlatayım).

Filmdeki oyunculuklar hakkında söylenecek çok birşey yok çünkü Tarantino filmlerinde casting her zaman iyi olmuştur, bu film de bir istisna değil. Pitt her zaman olduğu gibi başarılı ama bu filmin yıldızı Nazi subayı Hans Landa rolündeki Avusturyalı oyuncu Christoph Waltz'a dikkat (ki kendisi bu sene Cannes Film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı, adı şimdi de Oscar için geçiyor). Tarantino Waltz için eğer onu bulmamış olsaydım filmi yapmaktan vaz bile geçebilirdim demiş.

Tarantinoseverler için keşfedilecek yeni bir macera, ama herkesin hoşuna gitmeyebilir, Hakan sana söylüyorum, sen izleme, izlersen de filmi ben çekmişim gibi bana giydirme...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Tarantino'nun En İyi 20 Filmi

Geçtiğimiz hafta gösterime giren son filmi Soysuzlar Çetesi (orj. Inglourious Basterds) ile tekrar gündemde olan favori yönetmenim Quentin Tarantino film yönetmeye başladığı 1992'den sonra piyasaya sürülmüş filmler arasından kendi favori 20 tanesini listelemiş. En favorisini başta göreceksiniz, geri kalanı harf sırasına göre dizilmiş durumda. Aralarından şahsen benim de bilmediklerim var, QT'den daha iyi referans olmaz herhalde, izlenecekler listeme ekliyorum hemen.

Battle Royale
Anything Else
Audition
Blade
Boogie Nights
Dazed & Confused
Dogville
Fight Club
Fridays
The Host
The Insider
Joint Security Area
Lost In Translation
The Matrix
Memories of Murder
Police Story 3
Shaun of the Dead
Speed
Team America
Unbreakable

Bu arada "Soysuzlar Çetesi"ni izledim, ilk fırsatta film hakkındaki görüşlerimi yazacağım.

11 Ağustos 2009 Salı

Dinleyin...

Bir yenilerden : Eksen’de son gunlerde siklikla duyabileceginiz Pearl Jam’'n son single’i "The Fixer". Yakin zamanda dinledigim en iyi rock parcalarindan birisi olmus, dinlemeye doyamadim.

Bir de nispeten eskilerden : Antony and the Johnsons’dan "Shake that Devil". Bu parcayi cogunuzun daha once dinledigini zannetmiyorum. Yanilmiyorsam 2007’de Caz Festival’inin Genc Ozanlar programi kapsaminda Istanbul’da konser veren ama kacirdigim Antony Hegarty’nin liderligini yaptigi bu grubun en etkileyici sarkilarindan birisi, cok farkli ve deneysel, kesinlikle dinleyin.

26 Temmuz 2009 Pazar

Patron'u dünya gözüyle de gördük bee...


Geçtiğimiz sene İlker'in önerisiyle Paris'e Tom Waits konseri amaçlı yaptığım ziyaret sonrası, artık sadece turistik amaçlı yurtdışı gezisi yapmak konseptini kafamdan çıkartmaya karar vermiştim. Hele bir de geçen yaz Bruce Springsteen'in Avrupa'da turnede olduğunu turnesinin son günlerindeyken duyunca çok hayıflanmış ve geleceğe yönelik planlarımın ilk aşaması olarak Patron'un (bilmeyenler için : Bruce Springsteen'in lakabı "The Boss" yani Patron'dur) resmi websitesine üye olmak suretiyle kendisi ve grubuyla ilgili her türlü gelişmeyi newsletter aracılığıyla öğrenmeye başladım.

Bu girişimin meyvesini sene başında aldım ve Patron'un 2009'da da (bu sefer yeni çıkardığı Working On a Dream albümünün promosyonu kapsamında) Avrupa'ya geleceğini öğrendim. Konuyu hemen Çiler'e ve bizim çocuklara açarak kendime suç ortakları aramaya başladım. Çocuklardan sadece Mert olumlu cevap verdi, Çiler de yarım ağızla olur deyince ben hemen 6 ay sonrası için planlar yapmaya başladım ve konser vereceği şehirleri inceleyerek olasılıkları belirledim. İlk plan ulaşımın ve konaklamanın ucuz olması nedeniyle Almanya'daki herhangi bir noktaydı ama bu geziyi Çiler için daha çekici hale getirmek ve onu kışkırtmak için Roma'da karar kıldık Mert'le.

Hemen konser biletlerini internetten (TicketOne) aldık ve uçak biletleri için de Miles&Smiles'ta biriken millerimizi kullanarak Temmuz ayı için rezervasyon yaptık. Bundan sonra sadece ayların geçmesini beklemek kaldı, o süreçte Meriç'in bize yardımcı olmaması nedeniyle annesinin içi bir türlü rahat etmeyince ne yazık ki seyahat kadromuzdan Çiler'i kaybettik ve geriye kaldık 2 kişi. O günlerde Çiler'in yerine Diler'in projeye katılması planları ortaya çıktıysa da sadece 3 mil eksikliği nedeniyle sahip olduğu milleri kullanarak biletini alamadı, hesap kesim sonrası eksik olan 3 mil tamamlandığında da bizim tarihler için boş yer kalmamıştı.

Neyse, sonuç olarak Patron'u izlemek amacıyla Roma'ya gidecek kadro Mert ile benden oluştu. 19 Temmuz'daki konser için 17 Temmuz Cuma sabahı gidiş, 20 Temmuz Pazartesi akşamı dönüş planlandı ve gidiş tarihi geldi çattı.

Roma'da geçirdiğimiz günleri ayrı bir yazıya bırakarak direkt konsere geçiyorum. Konserden yaklaşık 2 ay önce TicketOne'dan gelen bir emailde konser başlangıç saatinin saat 20.00'den 22.00'ye değiştirildiğini duyunca Mert'le biraz moralimiz bozuldu açıkçası (sebep, tam da aynı dönemde Dünya Su Oyunları Şampiyonası'nın Roma'da yer alması ve oyunların da konserin gerçekleştirileceği Olimpiyat Stadı'nın hemen yanındaki tesislerde gerçekleştiriliyor olmasıydı), konser gece 10'da başlarsa çok da uzun sürmeyebilirdi gibi bir hisse kapıldık açıkçası.

Ama yine de coşkumuzdan taviz vermedik tabii ki ve konser öncesi iyi bir restorana giderek spagettimizi ve bir şişe de kırmızı şarabımızı içerek iyice havaya girdik. Otelimize çok yakın olan Termini'den 910 numaralı Piazza Mancini otobüsüne bindik ve yaklaşık 25 dk gibi bir sürede Roma Olimpiyat Stadı'na vardık. Stad ilk bakışta çok görkemli gözükmüyordu ama tahmin edilebileceği üzere Türkiye'deki stadlardan çok farklı olarak rahatlıkla giriş noktalarında geçtik, TicketOne ofisinden biletlerimi aldık, Çiler gelmediği için elimizde kalan bileti satmak için şöyle bir etrafa baktık, ortamda bilet satan insan sayısının fazlalığını görünce bu uğraştan hemen vazgeçtik, koltuklarımızın yer aldığı kuzey tarafındaki tribüne yöneldik, stada rahatlıkla girdik, yerimizi rahatlıkla bulduk ve saat 8 itibariyle yerimize yerleşerek konseri beklemeye başladık.


Roma Olimpiyat Stadı'nin içten görünüşü dışarıdan görünüşüne göre daha güzeldi ama tüm olimpiyat stadlarında olduğu gibi saha ile tribünler arasında atletizm alanının olması stadın futbol için çok da uygun olmamasına neden olmuş. Sahne tam karşı tribünümüze yerleştirilmiş ve saha içi komple ayakta seyirciye ayrılmıştı. Tribünlerin yarısı seyirciye ayrılmıştı, sahneyi göremeyecek yarıya hiçbir seyirci alınmamıştı. Biz girdiğimizde saha içi neredeyse tamamen dolmuştu, gençler Patron'u mümkün olduğunca yakından görmek için saatler öncesinden gelmişti, daha pahalı olan (ama daha uzak) tribünler ise konser saatinde boşluk kalmayacak şekilde doldu. Resmi katılımcı sayısını bilemiyorum ama Mert'le yaptığımız kaba tahmine göre stad kapasitesinin yarısından biraz fazlası doluydu dedik ve İstanbul'a dönünce stadın yaklaşık 70 binlik kapasiteye sahip olduğunu öğrendik, yani kısaca konserde 35 bin civarı seyirci olduğunu tahmin ediyoruz.

Konser başlama saatinden yarım saat sonra yani 10 buçukta başladı. Biraz gecikmesi insanları biraz rahatsız ettiyse de ve arada bir protesto alkışları çıktıysa da ne zamanki stadın ışıkları kapatıldı ve seyirciler ünlü İtalyan besteci (ki kendisi bu bloga daha önce konu olmuştur, ahan da linki) Ennio Morricone'den melodileri eşliğinde ünlü E Street Band'in elemanlarının loş ışık altında sahneye çıkışlarını izlediler, birden bire herşey durdu ve yoğun bir heyecan ortalığı sardı. İşte o anın youtube linki... Ve sahneye Patron geldi, el selamı, Ciao Roma repliği ve 1,2,3,4 'ün ardından 3 saat aralıksız sürecek tüyler-ürpertici bir konser başladı, konseri en iyi özetleyecek sözleri konserin en sonunda yine Patron söyledi, "bayanlar baylar az önce, the heart stopping, pants dropping, earth shattering, hard rocking, booty shaking, earth quaking, love making, educating, liberating, Viagra taking, history making, motherfucking legendary E! Street! Band'i izlediniz." Türkçeye çevirmiyorum çünkü aynı anlamları yakalamak zor olur. İlk şarkı bir klasik olan Badlands idi, ana konserin bitiş şarkısı Born To Run oldu, bu şarkıda stadın ışıkları açılarak insanlar bir bis havasına sokuldu ve sonrasında konser hiç ara vermeden devam etti, konserin bitiş şarkısı ise yaklaşık 10 dakika sürecek bir Beatles klasiği Twist and Shout oldu.


Badlands'in ilk notlarından sonra Mert ile birbirimize şöyle bir baktık ve ikimizin de suratında geniş bir gülümseme yayıldı. Yukarıda belirttiğim tabiri tekrar kullanıyor olacağım ama daha iyi ifade edecek başka terimler bulmak zor : tüylerimiz diken diken oldu. Patron, klasiklerinin önemli bir kısmını söyledi, son albümlerinden başarılı parçaları çaldı, ama ne önemlisi bunları sanki ilk defa söylüyormuş gibi coşkuyla, heyecanla, saygıyla, hırsla çaldı. Bu kadar efsanevi olmasının nedenlerini sahnede rahatlıkla gördük, iyi şarkı yapmasının dışında işini seviyordu, 60 yaşına rağmen 3 saat ara vermeden sağa sola koşturarak boğazları patlarcasına, boyun damarları yerinden fırlarcasına şarkı söylemek, bu esnada 35 bin kişilik bir toplulukla etkileşim içinde olmak, sahnede arkasında yer alan E Street Band'in her bir elemanıyla şovun ayrılmaz bir parçası olarak beraber çalmak her babayiğidin harcı değildir.

Konserin benim için şaşırtıcı anlarından birisi Patron'un bir noktada seyircilerin tuttuğu pankartlardan bazılarını toplaması oldu, Mert ile bir an ne oluyor diye düşündük ve yoksa yoksa demeye kalmadan anladık ki istek şarkısı alıyordu Patron :)) Biz yabancısı olduğumuz için bizi şaşırttı ama İtalyan seyirciler bu ritüeli biliyor olmalıydılar ki önceden hazırladıkları pankartları aynı anda kaldırdılar diyebilirim, hatta Patron ona uzatılan A4 kağıdını almadı bile, gerçekten hazırlanıp gelmiş hayranlarının pankartlarını almayı tercih etti. 20 kadar pankartı alıp sahneye geri döndükten sonra şarkılardan birkaç tanesini pankartları önce grubuna sonra da seyircilere göstermek suretiyle söyledi (hatırladığım kadarıyla Pink Cadillac, I'm On Fire, Surprise Surprise bu seridendiler). Aklımda kaldığı kadarıyla konserin diğer şarkılarını yazacak olursam, Hungry Heart, Thunder Road, Outlaw Pete, Working On A Dream, Prove It All Night, Waitin On A Sunny Day, Seeds, Lonesome Day, No Surrender, 41 Shots (ya da diğer adıyla Amerikan Skin), Dancing In the Dark, My City of Ruins, You Can't Sit Down, American Land, Raise Your Hands... bu kadar çıktı valla, diğerlerini hatırlamıyorum.

Konserin bu kadar etkileyici olmasında seyircinin etkisi de çok büyüktü. İtalyan seyirciler çok coşkuluydu ve Bruce'un her şarkısına eşlik edebildiler, böyle olunca Patron da daha şevkle söyledi şarkılarını. 19 Temmuz sabahına kadar hep İstanbul'a gelse şeklinde kurduğum hayaller o ortamı gördükten sonra aman gelmesin yoksa rezil oluruz şekline dönüştü. Bir kere İstanbul'da stad doldurabileceğini sanmıyorum, Turkcell Kuruçeşme Arena tarzı bir yeri ancak doldurabilir (ondan bile şüphelerim var açıkçası, Türkiye'de Patron'dan daha popüler olan REM bile dolduramamıştı), ya da belki Rock'n Coke'a headliner olarak gelirse ciddi bir seyirci kitlesine hitap edebilir, aksi halde 6-7 bin kişiye konser verdirterek bir utanç yaşayabiliriz.

Yine sadede gelecek olursam, Çiler çok kızacak ama, Bruce Springsteen konseri şimdiye kadar gördüğüm (Mert'i de işin içine rahatlıkla katabilirim), gördüğümüz en etkileyici konserdi. Önümüzdeki yıllarda bu tarz aksiyonlara daha çok girmeye ve İstanbul'da görme şansı bulamadığımız şarkıcı, grupları Avrupa'da yakalamaya karar verdik. Hatta seneye tekrar gelecek olursa Patron'u bir daha ve bu sefer daha kalabalık (en azından Çiler'in dahil olacağı) bir grupla izlemek yine ajandamızda.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Siz Kimi Kandırıyorsunuz?

Son yılların en başarılı, dikkat çekici gazeteci yazarlarından birisi olan Soner Yalçın'dan ilk olarak "Siz Kimi Kandırıyorsunuz?"u okudum. Asıl popülaritesini sağlayan Efendi serisini de kütüphaneme eklemiştim ama onları okumadan önce kafamda daha hafif bir kitap imajı veren bu kitabı gerçekten de çok hızla ve zevk alarak okudum.

Kitabın satış noktası olan bize anlatılmayan veya yanlış anlatılan, daha çok yakın tarihimize (ve hatta günümüze) ait ilginç gerçekleri ortaya koyan Yalçın, okuyucunu gerçekten de şaşırtıyor ve olaylara değişik pencerelerden bakmasını sağlıyor. Kendi adıma konuşacak olursam, iyi bir kitap okuyucusu olmama rağmen bir türlü yakın tarihimize yönelik araştırma kitaplarını çekici bulup okumamıştım. Daha önceki yazılarımdan birisinde de bahsetmiştim sanırım, bazı kitapları, yazarları, konuları okumak için zorlamanın anlamı yoktur, biraz zamana bırakıp uygun zamanı kollamak gerekir. Ben de uzun zamandır aklımda da olsa bir türlü yakın tarihimizin derinliklerini anlatan kitaplara bir türlü elimi atamadım. Bu kitap iyi bir başlangıç oldu diyebilirim, bu kitabın çekiciliği sayesinde sonraki kitaplara daha rahat geçebileceğim.

Kitapta çok değişik başlıklar var, AKP iktidarının önde gelen isimlerinin eşlerinin örtünme hikayelerinden, 1977 Kazancı Yokuşu katliamına; İngiliz Kraliçesi I. Elizabeth'in muhtemel eşi olabilecek Osmanlı padişahlarından, Kurtuluş Savaşı için İstanbul'dan Anadolu'ya geçiş hikayelerine kadar birçok nispeten arkaplanda kalmış olayın göz önünde olmayan yanları ortaya konmuş.

Kısaca, mutlaka okunması gereken, hatta yazın plajlarda bile okunabilecek bir kitap "Siz Kimi Kandırıyorsunuz?". Tavsiye ederim...

9 Temmuz 2009 Perşembe

San Francisco İzlenimleri

Yaklaşık 4 yıl önce gördüğüm San Francisco hakkında hep bir yazı yazmak istemiştim, geçen hafta kullandığım yıllık izin esnasında kendime ayırabilecek (yani Meriç uyurken veya annesine sarılmış başkasına gitmiyorken) zaman bulduğumda aklımda kaldığı kadarıyla aşağıdaki satırları sıraladım.


San Francisco... Bu şehre olan merakımın ilk ne zaman ve neden başladığını hatırlamıyorum, şimdi geriye bakınca sanki hep bu şehre karşı bir şeyler hissetmişim gibi. Mantık yürütme yoluna gidersek Micheal Douglas ve geçtiğimiz günlerde 97 yaşında hayatını kaybeden Karl Malden'li "San Francisco Sokakları" çocukluğumun hayal meyal hatırladığım ilk tv dizilerinden. Daha sonra ortaokul yıllarında HBB televizyon kanalında birkaç sezon yayınlanan Amerikan futbolu ve o zamanların en popüler takımı San Francisco 49ers (ve tabii ki meraklıları için efsane quarterback Steve Young). Daha sonra yine çeşitli vesilelerle (normal olarak tv veya sinema ekranlarından) SF ile birçok kez yolum kesişti. Her ne kadar şehri fon olarak kullanmasa da Burt Lancaster'lı "Alcatraz Kuşçusu" (ne de olsa Alcatraz demek SF demek), Alfred Hitchcock'un "Vertigo"su ve daha birçok action veya romantik film. San Francisco diğer Amerikan şehirlerine göre hep daha elit bir havaya sahip gelmiştir bana, tamam New York var ama orası bir metropolitan, oranın havası elit olmasından değil büyük ve etkileyici olmasından. Seattle da elit bir yerdi ama orası da çok soğuk bir yerdi, San Francisco'nun kendine has sıcaklığı orada yoktu ve bir de nispeten küçük bir şehirdi. Ama San Francisco hem insani ürkütmeyecek kalabalığı hem inişli çıkışlı yollarının getirdiği orjinalliği, hem aşağıda açıklayacağım gibi değişik görüşlere hoşgörülü olması, hem Silikon Vadisi gibi yüksek teknolojiyi yakınlardında barındırdığı için şehrin kendisinin de biz oradayken tamamen wireless internet erişimine sahip olması gibi ileri teknolojik gelişmeleri takip ederken hem de futbol (tabii ki Amerikan futbolundan bahsediyorum), basketbol (Golden State Warriors tam San Francisco'nun takımı olmasa da bayağı yakın bir takım) gibi sportif girişimleri de gönülden desteklemeleri, hem belirli bir gelir düzeyi üzerindeki ortalama insan poülasyonuna sahipken bir yandan da rekor sayıda evsiz barındırması gibi kontrast gerçeklerle şekillenmiş bir şehir.

Bu nedenle iş nedeniyle ABD'ye gideceğimi öğrendiğimde hemen birkaç ay geçireceğim yer olan Tucson, Arizona'nın haritadaki yerine bakıp SF'ye uzaklığına baktığımı hatırlıyorum. Arabayla gidilemeyecek kadar uzak olduğunu görünce azıcık üzülmüş ama hevesimi kaybetmemiştim. Tucson'a gittikten sonra SF'ya seyahat seçeneklerini incelemiş ve bir seyahat websitesinden uçak+otel paketi alarak gerçekten de uygun bir fiyata erişim ve konaklama sorununu halletmiştim. O sıralarda Tucson'da benimle birlikte olan iş arkadaşım Burak da benimle beraber gelecekti, böylece seyahat arkadaşım da olmuş oldu. Gerçi bilenler için SF'ya iki yalnız erkek olarak gitmenin bazı yorumlara yol açabileceğini biliyorduk :); bilmeyenler için ise kısa bir not : SF ABD'de eşcinsellerin başkenti olarak anılır. Amerikan filmlerinde (özellikle komedi türünde olanlarda) bu duruma bir çok gönderme ile karşılaşabilirsiniz.

Seyahatimiz Cuma sabahı başlayıp Pazar akşamı bitecek şekilde uzun bir haftasonunu kapsıyordu. Cuma sabah erkenden SF'ye indikten sonra şehrin merkezine inen metro hattıyla hiç aktarma yapmaksızın otelimizin bulunduğu Market Street'e geldik ve otelimizin (Ramada Hotel) hemen metro çıkışında olduğunu, ayrıca streetcarların ve otobüslerin önünden geçtiğini ve de hareketli bir cadde de bulunduğunu görünce daha ilk dakikadan seyahatin geri kalanınında da her şeyin rast gideceğini hissettik. Çok erken check-in yapmamıza rağmen erken boşaltılan iki oda olduğunu (evet, iki oda, lütfen uzatmayın) ve bizi o odalara yerleştirebileceklerini söylediklerinde gezinin rast-gitme-serisinin bir sonraki halkası eklenmiş oldu. Daha sonra bu halkaya otelin hemen üst sokağında bulduğumuz bir Türk lokantası da eklenecekti, ki o sıralarda Türkiye'den ayrı geçirdiğim 3. ayın içerisinde olduğumdan ne kadar önemli bir olay olduğunu tahmin edersiniz.

Otele yerleştikten sonra hemen gerek seyahat öncesi internetten gerekse broşürlerden oluşturduğumuz mutlaka-görülmesi-gereken-yerler-listesini elimize aldık ve sırasıyla gezmeye başladık. Rast-serisinin çok önemli bir halkası olan Aralık ayı ortasındaki güneşli haftasonu boyunca SF'nin alamet-i farikaları streetcarlar uzun mesafeler için en önemli ulaşım araçlarımızdı ama biz daha çok yürümeyi tercih ettik. Birçok büyük turistik şehirde olan 3-günlük pass bilet SF'da da vardı normal olarak ve bu kart ile streetcarları, tramvayları, otobüsleri kullanabiliyordunuz. 3 gün boyuca sabah erken saatlerden akşam saatlerine kadar aralıksız gezdik, ancak geceleri gerek yorgunluktan (bahaneee) gerekse iyi araştırma yapıp gidilebilecek yerleri iyi çalışmamaktan değerlendiremedik.



Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra detayları hatırlayamamakla birlikte şehrin yine alamet-i farikalarından birisi olan Golden Gate köprüsünü ve hemen alt tarafında turistler için ayırılmış alanları beğendiğimi hatırlıyorum. Yukarıda bahsini ettiğim Vertigo filmindeki ünlü parktan denize atlama sahnesinin çekildiği park, sahil boyunca jogging yapan insanların daha ileriye gitme şanslarının olmadığı için parka yerleştirilmiş bir el vurma yeri ile o insanlara bir hedef koyma ince düşüncesi, Golden Gate köprüsünün hikayesinin kısaca özetlendiği ve köprüyü taşıyan kablolardan bir tanesinin kesitini de içeren küçük bir tanıtım meydanı ve sonrasında bizim köprülerimizden farklı olarak köprü üzerinde yürüyüş imkanı aklıma gelen detaylar.


Bir diğer güzellik de Fishermen's Wharf diye adlandırılan ve şehrin en turistik bölgelerinden birisi olan sahil bölgesiydi. Bu bölgede bol bol yemek mekanı, turistik eşyalar satan dükkan ve marinada dinlenen deniz ayıları görebilirsiniz. Genel turistik havasının getirdiği hoş atmosferinin yanı sıra buranın benim için en ayırt edici özelliği hemen merkezde yer alan, adını şu anda hatırlayamadığım büyük fırındı. Değişik değişik ekmekler ve hamur işleri pişiren bu mekan sadece fırın olarak değil pişirdiklerini sunan bir kafe / restoran özellği taşıyordu aynı zamanda ve sundukları en ünlü yemek ise Clam Chowder. Bizim Trabzon ekmeklerine benzeyen ama ebat olarak biraz daha küçüğü olan ekmeğin tepesinin tencere kapağı gibi kesilip içinin hamurunun boşaltılarak oluşturulan alana biraz yoğun bir çorba diyebileceğimiz Clam Chowder'ın doldurulması ile sunulan bu çorba şimdiye kadar tattığım en güzel yemeklerden birisi diyebilirim. Yolunuz oralara düşerse mutlaka deneyin.

SF bildiğim kadarıyla ABD'nin en çok evsizini barındıran şehir, ama bu konuyla alakalı ilginç bir bilgi o evsizlerin önemli bir kısmının zorunluluktan değil seçerek evsiz oldukları yönünde ama bu ne kadar doğru tabii kestiremiyorum. Ama gerçekten de hiç o kadar evsiz görmemiştim, her köşe başında birkaç evsizle karşılaşmamak işten bile değil ama mesela bazı yerler var ki (Market Street üzerindeki bir McDonald's gibi) aynı anda onlarca evsizi bir arada görebilirsiniz.


SF hakkındaki son anekdotum ise Aralık ayında bile sahillerin kalabalık olması ve gençlerin kumun tadını sonuna kadar çıkartması. Burak ile yaptığımız uzun yürüyüşlerden birisinde artık yorgunluktan ve açlıktan bir marketten aldığımız sandviçleri sahil kenarında oturmuş yerken bir grup (tahminen üniversiteli) gencin değişik bir oyun oynadığını gördük. Kumlar üzerinde sanal olarak belirlenmiş yaklaşık birbuçuk basketbol sahası uzunluğunda bir alanda iki takım halinde ve frizbiyle oynanan bu oyunda (daha sonra adının Ultimate Frisbee olduğunu öğrenecektim) aynı takımdaki oyuncular frizbiyi birbirlerine ulaştırmak suretiyle karşı gol çizgisini geçmeye çalışırken diğer takımın oyuncuları frizbinin bir sonraki oyuncuya erişimini engellemeye çalışıyorlardı. Buradaki önemli nokta şu : frizbiye sahip olan oyuncu artık hareket edemiyor ve frizbiyi eline aldığı noktada çakılı halde açıkta frizbiyi ulaştırabileceği bir arkadaşını kollamaya başlıyor, bu noktada rakip oyuncu frizbiyi rahatlıkla atmasını engellemek için uğraşırken yine de çok yakın bir müdahelede bulunamıyordu. Oldukça hareketli, zevkli, basit ve bence en önemlisi erkek-kız karışık oynanan bu oyun kesinlikle ilgimi çekmişti. Daha sonra bunun biraz modifiye edilmiş halini (yani frizbi yerine tek elle tutulabilecek büyüklükte bir top) Saros sahillerinde bizim çocuklarda oynamıştık ve bayağı da zevk almıştık. İnternetten ultimate frisbee yazarsanız oyunla ilgili bir çok siteye ulaşabilirsiniz.

Uzun yıllardır hayalim olan Amerika'nın Batı sahilini yukarıdan aşağıya kiralık bir arabayla (Mustang olması tercih sebebi) gezme planının başlangıç noktası olacak San Francisco'yu ziyaret için (bitiş noktası ya San Diego olur ya da gazımızı alırsak Meksika'nın kuzey şehirlerinden birisine kadar da gidebiliriz belki) herhalde Meriç'in bu geziyi kaldırabileceği 4-5 yaşlarına kadar (en erken) beklememiz gerekeceğinden büyük bir sürpriz olmazsa ancak birkaç yıl sonra görebileceğim, sabırsızlıkla bekliyorum.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Kişisel filmler

Sinemanın klasikleri arasında geçmeyen (belki ilk ikisi o kategoriye yakındır ama çok geniş bie kesime hitap etmezler aslında) ama kişisel en iyilerim arasında yer alan (defalarca izlesem bile - ki herbirini onlarca kez izlemiş olabilirim - sıkılmayacağım) filmlerden bazıları, hala izlemedikleriniz varsa tavsiye ederim :

- Reservoir Dogs
- Blade Runner
- LA Story
- Sting
- Butch Cassidy and Sundance Kid
- Out of Sight
- Thomas Crown Affair (Steve McQueen'in başrolünde oynadığı orjinali de güzeldir ama ben Pierce Brosnan'lı versiyonunu daha çok beğeniyorum, müziklerine özel dikkat, hele efsanevi Nina Simone'in söylediği Sinnerman'ın arka fonda çaldığı müzedeki son soygun sahnesi; tekrar izlemek isteyenler için işte youtube linki)
- Jerry Maguire
- 50 First Dates

Bunlar hızla aklıma gelenler, tabii ki buraya yazmadığım birçok film vardır.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir Paul Auster daha : Leviathan

Geçen sene ilk kez okumaya cesaret ettiğim Paul Auster'ın benim için 3. kitabı Leviathan oldu. Önceden de söylemiştim sanırım ama Auster beni şaşırtıyor, bende daha karışık, anlaması zor, derin manalara peşinde koşan bir yazar izlenimi uyandırmıştı ama şu ana kadar okuduğum romanları bu tip özelliklerle nitelendirilemeyecek rahat, keyifli ve okunması kolay kitaplar. Okuyucuyu yormuyor, edebi diliyle etkiliyor, olay yapıları ile kitabı hızla bitirme isteği uyandırıyor. Auster'in bende neden böyle önyargılar oluşturduğunu merak etmeye başladım ve sırf bu nedenle New York üçlemesine ilk fırsatta başlamaya karar verdim. Ama bir yazarın iki kitabını asla arka arkaya okumama kuralımı gözönüne alırsak (yıllar önce bir dönem Ahmet Altan'a bir dönem de Amin Maalouf'a sardırmıştım ve arka arkaya kitaplarını okumuştum, sonrasında tüm hikayeler birbirine karışmıştı, o zamandan sonra artık aynı yazardan kitapları araya başka kitaplar koymadan okumamak konusunda kendime kural koydum) üçlemeyi herhalde seneye ancak bitiririm. Ama yine de bu 3 kitabın ardından erken de olsa bir değerlendirme yapmam gerekirse, Auster iyi bir yazar olmasına rağmen bu kadar ünü yapmış olması ilginç. İyi bir PR firması ve menajerlerle çalışıyormuş izlenimi verdi bana, modern Amerikan edebiyatında ondan daha iyilerini gördüm (bkz. Chuck Palahniuk, Tom Robbins vb.)

Leviathan'a gelirsek, iki yazarın arkadaşlığının fonunda bu yazarlardan birisinin başından geçen ilginç olayların anlatıldığı bir hikaye ile karşı karşıyayız. Arkadaşının kendi yaptığı bir bomba ile bir yol kenarında öldüğünü öğrenmesinin ardından anlatıcımız, onu başarılı bir yazar adayından yol kenarında isimsiz bir terör şüphelisine götüren olaylar dizini takip etmeye ve anlamaya çalışır. Hikayenin kurgusu ve dili yukarıda da bahsettiğim gibi kitabın okunurluğunu artırıyor; aynı zamanda içeriğinde işlediği, belirli bir entelektüel seviyedeki insanların genellikle hissettiği hayatında bir şeylerin eksik olduğu yönündeki duygu ve bunun getirdiği tatminsizlik hissi kitaba başka bir açı da kazandırıyor.

Leviathan okunmasını önereceğim kitaplardan birisi olarak kütüphanemdeki yerini aldı. Tavsiye ederim...

5 Temmuz 2009 Pazar

Gecikmiş bir Placebo yazısı

Bir haftalık internet erişimsiz tatil sonrasında 24 Haziran'da gittiğimiz Placebo konserinin izlenimlerini ancak bloga yansıtma şansı buluyorum.

Daha önceki girişlerimden birisnde de belirttiğim gibi bu sene İstanbul ortalamanın üzerinde bir sayıda ve nitelikte konsere evsahipliği yapıyor. Bunlardan heyecan verici olanlarından birisi de Placebo idi, her ne kadar bilet almak konusunda her zaman yaşadığım heyecanı bu konsere yaşatıp haftalar öncesinde bilet almak olayına girmedimse de Midget kardeşimin devamlı tacizleriyle bu konsere eninde sonunda gideceğimi tahmin ediyordum. Gitmek konusunda tutukluğumun nedeni ise normal olarak Çiler'in Meriç konulu tereddütleriydi, onun gitmeyeceği bir konsere hadi ben gidiyorum demek pek de kolay olmuyor tahmin edersiniz. Neyse ki son günler yaklaştıkça Midget ikna etmesi tarafın ben değil Çiler olduğunu görerek taciz girişimlerini doğru kanala yöneltti ve iyi bir satışçı olarak sonunda Çiler'i ikna etti de, sayesinde biz de güzel bir konser izledik. Teşekkürler kardeşim...

Konserin sponsorlarından birisi olan Radyo Eksen'in konser öncesindeki iki haftada yaptığı özel yayınlarla iyice gaza geldğimiden ve yine Placebo'nun son albümünün (Battle for the Sun) onların alışık olduğumuz ve sevdiğimiz soundlarına daha yakın olmasının getirdiği bir sevinçle gittik konsere. Halbuki Placebo'nun İstanbul'daki ilk konserine de gitmiştik Çiler'le ve açıkçası belki de izlediğimiz en kötü konserlerden birisi idi. Placebo'nun ciddi çıkışlarını yaptığı 90'ların hemen sonunu takiben 2000 Aralık'taki konser için nedense Hilton Exhibition Center ayarlanmıştı, kapalı mekan, kötü ses sistemi, etrafı doluşturan teenager sayısının fazlalığı (hatırlıyorum, Brian Molko bile konser esnasında seyirci kitlesini oluşturan çoluk çocuğu görünce dumur olmuştu ve laf da sokmştu, sanırım "siz Britney Spears'ı tercih ederdiniz" gibisinden birşeyler söylemişti) derken sonuç olarak kötü bir tecrübe yaşamıştık. Yine de bu kadar yıl geçince Placebo'nun İstanbul'a yaptığı bu dördüncü ziyareti evden az çıktığımız son 2 yılın ardından iyi bir fırsat olarak değerlendirmeye karar verdik ve güzel bir Haziran akşamında Turkcell Kuruçeşme Arena'ya doğru yola çıktık. Konser esas olarak 23 Haziran salı akşamı için planlanmıştı ama saat 9'da başlayacak konserin ertesi güne iptal edildiği ancak saat 6 gibi duyurulunca büyük ihtimalle büyük bir çoğunluk gibi biz de kötü haberi yolda aldık ve konser mekanına kadar gitmemiş olsak da yolun önemli bir kısmını aldığımızdan coşkumuzdan taviz vermeden Ortaköy'de bir yemekle ilk geceyi nispeten güzelbir yemek ve arkadaş muhabbeti ile tamamladık. Salı akşamki kadromuz, ben, Çiler, Midget, Mert ve Zeynep (!) idi. Ne yazık ki gümrükte yaşanan sorun nedeniyle Türkiye'ye girişi geciken ses sistemi nedeniyle ertesi güne ertelenen konsere Mert ve Zeynep (!) gelemeyince ikinci Placebo seferine 3 kişi devam etmek durumunda kaldık.

24 Haziran Çarşamba akşamı 8.40 gibi mekan önünde buluştuk ve kolaylıkla içeri girdik. İçeride biralarımızı alıp sahneye doğru yaklaşınca saatin neredeyse 9 olmasına rağmen ortalığın neredeyse boş olduğunu görünce hem şaşırdık hem de bu görüntü nedeniyle grubun konsere geç başlayacağını tahmin edince biraz kıllandık. Allahtan sonraki yarım saatte mekanın doluluk oranı arttı da Placebo 9.20 gibi sahneye çıktı. Konserin ortalarına doğru bir ara etrafa bakınca mekanın arkalara kadar dolduğunu gördük ki, herhalde REM'in kalabalığı kadar vardı diyebilirim. Midget ile hemen konserin ikinci yarısı kapıları açtılar herhalde şeklindeki 10 yıl öncesine gönderme yapan futbol geyiğimizi yaptık.

Sıra geldi konsere...

Bir kere sahne çok başarılı idi. Grup elemanları sahneyi iyi doldurmuşlardı, sahnenin arkasına yerleştirilmiş görüntü panellerinde akan görüntüler etkileyiciği bayağı arttırıyordu, iyi kumanda edilen renkli ışık sistemi de şarkıların değişimleriyle iyi koordinasyon göstererek her seferinde farklı bir ortamda şarkı dinlediğimiz izlenimini uyandırıyordu.

Konserin setlisti şu şekildeydi : kitty litter, ashtray heart, battle for the sun, for what it's worth, sleeping with ghosts, speak in tongues, follow the cops back home, every you every me, julien, special needs, the never-ending why, black-eyed, happy you're gone, meds, come undone, special k, song to say goodbye... ilk bis : infra-red, the bitter end... ikinci bis : taste in men.

Placebo'nun ilk iki şarkısı şahsen konsere başlangıç için çok iyi seçimler değildi ama sonrasında hemen Battle for the Sun ile devam edip gerisinde de güzel sıralamalarla konserin geri kalanında hiç sıkmadılar. Bence en büyük artıları, "kardeşim biz yeni albüm yaptık ve bu da onun tanıtım turnesi" demek suretiyle son albüme yüklenip kendilerini yıllar içinde ünlü edip kitlelere sevdiren şarkılarını ihmal etmeyip neredeyse bütün eski hitlerini de çalmalarıydı. Ben sadece bir kaç tane cover yapsalardı iyi olurdu diye düşündüm o kadar (Covers albümünde de yer alan Pixies'in unutulmaz "Where is my mind" ne de güzel giderdi halbuki) . Şarkılarda yaşadığım tek hayal kırıklığı Every Me, Every You 'yu nispeten yumuşak bir modda çalmalarıydı, geri kalan tüm şarkılarda performansları üst düzeydeydi. Yeni davulcuları da (Steve Forrest) gruba iyi uyum sağlamış ve grubun ritmini artıran bir etken olmuş gibi görünüyordu.

Eskinin bebek yüzlü Brian Molko'su mekanın her iki tarafına kurulmuş büyük ekranlara yansıyan görüntülerinde artık eskisi kadar çocuksu olmadığını gösteriyordu ve yaşlılık ibarelerini görünce bizi şaşırtıyordu, bizden sadece 4 yaş büyük olduğunu düşününce biz de demek ki kimbilir nasıl yaşlandık da farkında değiliz :)) Bir de göz kalemsiz görmeye alışık olmadığımız için farkı ve yaşlı görünmüş olabilir tabii.

Yaklaşık 1 saat 40 dakika süren iki bisli bu konser bize Boğaz kenarında güzel bir akşam daha yaşattı. Bu bahaneyle Turkcell Kuruçeşme Arena'nın yapımında, organizasyonunda görev alan herkese teşekkürler, her seferinde böyle bir mekanın varlığının İstanbul için ne kadar önemli olduğunu hissediyoruz.

19 Haziran 2009 Cuma

Basketbol Ligi'nin Fenerbahçe açısından değerlendirmesi

Türkiye Basketbol Ligi'ni üstüste 3. kez şampiyon olarak bitirme şansını kaçırmanın hemen ardından sinirden ve çaresizlik duygusunun getirdiği moral bozukluğundan dolayı birkaç gün aranın ardından bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Öncelikle kabul edelim ki gerek sezon başladığında gerekse sezonun ilerleyen haftalarında şampiyonluğa o kadar da inanmıyorduk. Başlangıç olarak Bogdan Tanjevic hala başımızdaydı, tamam geçen sezon onun yönetiminde şampiyon olmuş gibi görünebilirdik ama herkes biliyor ki Fener yönetimi ile Federasyon arasındaki bir iyi niyet girişiminden başka birşey değildi başımıza geçmesi, hem de ne pahasına Aydın Örs gibi bir ustayı, Türk basketbol tarihinin en önemli hocasını ve iyi bir Fenerbahçeliyi kırma pahasına. Açıkçası Tanjevic'in iyi zamanlarını merak ediyorum, şu andaki yönetimini gördükçe ya diyorum artık belli bir yaştan sonra çok da umursamıyor ve zaman geçiriyor ya da basketbol o kadar çok değişti ki yönetimi hala eskisi gibi ama yetmiyor işte. Her iki şekilde de şu ana kadar başımızda kalması için veya hemen şimdi kovulmaması için hiçbir açıklama yok. BOGDAN TANJEVIC FENERBAHÇE'DEN DERHAL GİTMELİDİR.

Şampiyonluğa inanmamamızın ikinci sebebi Kral'ın NBA'yi denemeye karar vermesiydi. Kinsey ve White'ın gitmesine de üzülmüştük ama yerleri doldurulamayacak oyuncular değildi ama Solomon'un gitmesi çok önemli bir güç kaybıydı. Takım bazında düşünecek olursak açıkçası ben akıllı bir transferle onun yokluğunu bile Euroleague açısından olmasa da Beko Basketbol Ligi açısından doldurabilirdik. Ne de olsa her biri kendi ölçülerinde yıldız olan veya olma potansiyeli taşıyan oyunculardan oluşuyorduk ve iyi bir saha içi beyniyle iyi noktalara gelmek işten bile değildi. Efes'in sene başında oluşturduğu kadroya bakınca onları geçmek değil ama onlarla bir final bile bizi tatmin edebilirdi. Ama ne oldu, gittiler Devin Smith ve Marques Green bir ikili aldılar. Ne derlerse desinler, Fenerbahçe Ülker gibi üst düzey bir takıma böyle transferler yapmak yakışmıyor. Sırf transfer yapmış olmak için transfer yapmak Fenerbahçe Ülker'in yapacağı bir şey olmamalıdır. İddia ediyorum son 10 yılın en kötü yabancılarını bu sene oynatmışızdır. Bu ikilinin yanı sıra geçen senenin kanserleri Preldzic ve Vidmar da eklenince alın size 4 etkisiz adam. Bu oyuncuların en verimlisinin Preldzic olduğuna dikkat edecek olursak ne kadar acıklı bir sezonu geçirdiğimizin daha iyi farkına varabiliriz. Fenerbahçe elalemin gençlerinin yetiştirme yurdu değildir. Preldzic'e ve Vidmar'a harcanan para ve sahada ayrılan süreyi Türk gençlerine ayırsaydık içimiz gam yemezdi. Burada Giricek hakkında pek yorum yapamıyorum çünkü kendisini pek göremedik, ne desek boş.

Sezonun bitmesine yakın Solomon'un gelmesi ve yine aynı döneme denk düşen takımın form tutması ile birden bire şampiyonluğa inanmaya başladık. Playofflarda artan bir grafikle finale kadar geldik ve sene başından beri büyük bir sürpriz olmasaydı gerçekleşecek seri başladı. Seri başlamadan önceki öngörüm 4-2 gibi bir skorla şampiyonluğa ulaşacağımız şeklindeydi, bunun üstüne bir de ilk 2 maçı vasat denebilecek bir oyunla Ayhan Şahenk'te kazanınca takımın olduğu gibi bizim de bir taraflarımız kalktı ve seriyi süpüreceğimize garanti gözüyle bakmaya başladık. Açıkçası neredeyse de başarıyorduk, 3. maçın son 5 dakikasında maç değil seri döndü. Yukarıda bahsini ettiğim faktörlere bir de Solomon'un laubaliliği eklenince maçı pisi pisine kaybettik. Efes gibi bir takıma final serisinde maç kaybetmek büyük bir olay olmasa gerek normalde ama o 5 dakikada gerçekleşen şey Efes'in inancının ve daha da önemlisi kendine güveninin geri gelmesiydi. İddia ediyorum, o maçın 35. dakikasında onlar bile süpürüleceklerini düşünmeye başlamışlardı ama ardarda yapılan hataları iyi bir takım olarak affetmediler ve önce maçı sonrasındaysa seriyi çevirdiler.

Aslında olan birşey yoktu, Solomon'un gelişinin yaşattığı coşkuyla yukarıda listeledğim olumsuzlukları bir an için unutmuştuk ama onlar halen orada duruyordu. Efes ise geçtiğimiz senelerden daha iyi bir takımdı ve sadece Solomon'un onları yenmesine izin vermezlerdi. Ha Solomon biraz olsun iyi oynasa yenebilirmiydik yenerdik ama Solomon o performansı gösteremedi, göstermedi. Kimin için gösterecek geçen sezon o varsa ben yokum dediği Tanjevic icin mi? Kısacası Solomon dışında hala kötü yabancılara ve bir o kadar kötü bir hocaya sahiptik ve tüm bunlar bize bu sene şampiyonluğa mal oldu. Derhal müdahele edilmezse önümüzdeki seneler de tehdit altında. Efes artık bizden korkmayacak çünkü. 3-0 bile olsa "Ooo, biz Fener'i üst üste 4 kez yendik daha önce yine yenebiliriz" diye düşünecekler.

Bir takımın hücum seti olmaz mı, pota altındaki oyuncularını kullanmayı düşünmez mi, 3 sayılık atış yüzdesi bu kadar yüksek dış oyunculara çizilmiş özel oyunlar olmaz mı, sene başından beri serbest atış atamayan oyunculara özel idman yaptırılmaz mı, Ömer Aşık'taki gözle görünür düşüşe bir denmez mi vs. vs. vs. Bu takım başlarında hocasız çıksa zaten bu kadar oynar, zaten finale gelirdi. Bu takım ligi 8. bile bitirse finale çıkardı, sene başından beri Efes ile final oynayacağımız bu kadar açıkken böylesine göz göre göre şampiyonluğu vermek hem de Abdi İpekçi'de vermek açıkçası bana çok koydu. Herkes biliyor ki Fener 3'lük soktuğu zaman maçı kazanır, mümkün olduğunca dışarıdan zor atışlara zorla, takım kendisine olan güveniyle ve onun getirdiği tembellikle dışarıdan zorlasın içeri girmeyi düşünmesin, pota altına görmesin, hücumda yardımlaşmasın... Böyle düşününce 6. maç tüm seriyi özetleyen ve finaliyle yaşattığı ironiyle de yüzümde acı bir tebessüm bırakan bir maç oldu. Biz abuk subuk oynayıp, zorlama şutlar ararken, Efes iyi çizilmiş oyunlarla formda Amerikalılarına boş şutlar yaratı; biz pota altı oyuncularımızın kaçana dış şutların ribaundlarını almalarını umup pota altı sayısı hedeflerken, Efes yaptığı basit ikili oyunlarla kazma Kaya'yı sayı kralı yaptı... daha ne örnekler versem. Buna rağmen yine bireysel parlamalarla kazanılan ardarda 3 sayılık atışlar (maçın başında Mirsad'ın serisi, 3. çeyrekte Mrsic'in ve son çeyrekte ne yalan söyleyelim bir an olsun bizi umutlandıran Preldzic'in serisi) ile maçı kazanma potasına girdiğimizde ise basit top kayıpları ve en son hücumda ardarda 4-5 3'lük denemesinin girmemesi ironik bir final oldu bizim için.

Şu ana kadar hep bizden bahsettim çünkü ne olursa olsun şampiyonluğu kaybetmemiz hep kendi hatalarımızdandı. Efes Pilsen yönetiminin yaptığı yakışıksız yaklaşımlar, Efesli bazı oyuncuların terbiyesizce hareketler ve Ergin Ataman'ın olmamışlığı hakkında parmaklarımı yormak istemiyorum. Sadece Efes Pilsen gibi güzide bir kulübe, bize basketbolu daha da çok sevdirmiş olan kulübe yakışmadı bu hareketler.

Tüm serideki hakem hataları ise kafalarımızda büyük sorular oluşturdu ve her ne kadar Efes'in yaptığı aksi açıklamalara rağmen acaba Efes Federasyon'a ligi bırakırım tehdidini savurdu mu diye düşündürdü (hele o 5. maçın sonlarında yaşanan faciaya ne demeli bilmiyorum, kimse kural demesin, kural yorumlamayı bilmiyordur onlar). Ama gerek Efes gerekse hakemler bizi kendi kendimize yaptığımız kötülükler kadar çok etkilemedi. Şimdi önümüzdeki seneye bakmalıyız ve biraz daha akıllı hareket etmeliyiz.

7 Haziran 2009 Pazar

Bu aralar ne dinliyorum? #2

Bu aralar ne dinliyorum serisinin ikincisine hoş geldiniz. Uzun bir aradan sonra son dönemde yine belli şarkılara çok dadandığımı görünce serinin ikinci halkasının zamanının gediğini anladım.

- Queens of the Stone Age'den 2 şarkı : Another Love Song ve No One Knows
- Julian Casablancas : Little Girl
- David Bowie : Starman
- The Killers : Ruby don't take your love to town
- Fleet Foxes : White Winter Hymnal
- Jarvis Cocker : Angela
- Leonard Cohen : I'm your man (bu yaz Açıkhava'da konseri var, meraklıları kaçırmasın, ben geçen sene Atina'da gördüğüm için ve Çiler'in de Meriç bahanesi olduğundan gitmiyoruz)
- William Shatner : Common People

Paris'te ve Londra'da Beş Parasız

En sevdiğim ilk 5 roman arasında yer alan "1984" ("Büyük Birader sizi izliyor", hey gidi hey kim derdi ki bu repliğin abuk subuk reality şovlara meze olacak) ve bir o kadar başarılı "Hayvan Çiftliği"nin (o unutulmaz "bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir" önermesine sahip kitap) yazarı George Orwell'in pek tanınmayan bir eseri olan "Paris'te ve Londra'da Beş Parasız"dı geçtiğimiz ay benimle Davutpaşa - Havaalanı metro hattında yolculuk eden kitap.

Asıl adı Eric Blair olan Orwell'in 20'li yaşlarında önce Paris'te sonrasında da Londra'da geçirdiği yoksulluk dönemini anlatan otobiyografik bir kitap bu. Yoksulluk yazarın yaşadığı tecrübeler için çok hafif bir tanımlama olur. Kitap boyunca çektiği sefaleti gördükçe sonrasında onu dünyanın en ünlü yazarlarından birisi yapacak olan 1984 ve Hayvan Çiftliği'ndeki politik görüş ve sosyal duruşun nereden geldiğini daha iyi anlıyor. Sırf bu yüzden bile Orwell hayranlarının okumasını önerebilirim. Kitabın sadece kendisine odaklanacak olursak 1920'li yılların sonunda Avrupa'nın en önemli iki şehrinde geçirdiği beş parasız günler konusunda çok keskin gözlemlere sahip kitap çok rahat okunuyor ve dönem filmlerinde gördüğümüz hikayeleri bizim için daha gerçek kılıyor.

Benim için kitabın en önemli özelliği Orwell'i bana daha yakından tanıtması (ki bunda çok iyi yazılmış bir önsöze sahip olmasının etkisi büyük) ve bunu bir biyografi veya otobiyografi yoluyla değil de otobiyografik bir roman denebilecek bir yolla olması.

Kısacası Orwell hayranı iseniz tavsiye ederim.

Not 1 : Kitapta okuduğum bir atasözü çok ilgimi çekti, şovenistçe kaçmasını istemem ama sonuçta bir Orwell'in dillendirdiği atasözü : "Yunanlıya güveneceğine Yahudiye, Yahudiye güveneceğine yılana güven; ama Ermeniye hiç güvenme!" Bu gözlemi yapan Ata'lar İngilizler mi yoksa hayatının Paris'te geçen dönemini anlattığı bölümde geçtiği için Fransızlar mı bilemiyorum, yazar onu açıkça belirtmemiş.

Not 2 : Kitabın orijinal adı "Down and Out in Paris and London".

1 Haziran 2009 Pazartesi

Meriç'ten kısa kısa


Meriç hakkında uzun zamandır yazmıyordum. Bloga verdiğim 1 aylık arayı da onunla doldurmak iyi bir fikir olabilir dedim. Ufak tefek notlar :

- 15 ayı bitirdik. Zaman çabuk geçiyor.

- Artık bebeklikten çıkıp çocuk haline geldi diyebiliriz. İletişim ve etkileşim üst düzeyde, laftan anlıyor ve dinliyor (dinlemek isterse), bizim yediğimiz her şeyi (ideal olarak) yiyebiliyor, kendi zevkleri ve tercihleri var.

- Reklamları çok seviyor, sanırım hızlı değişen ve rengarenk görüntüler, tempolu jinglelar tüm çocukların ilgisini çekiyor. Şu ana kadar geçen zamanda bazı reklamları diğerlerine göre daha çok beğeniyordu, bugünlerdeki favorileri ise Magnum reklamı ve Doritos'un (sanırım Doritos'tu, markayı hatırlayamadım şimdi) acılı cips reklamı, hani şu "yangın var yangın var ben yanıyorum" şarkısı eşliğinde acı biberlerin kanto yaptığı reklam :) Tabi bu arada korktuğu hatta biz başladığını farketmezsek ağlamaya başladığı iki de reklam var, birisi Avea'nın guguk kuşlu reklamı diğeri de Burger King'in "arkanda kuş var" reklamı.. Hayır normalde kuşlardan korkmuyor ama bu reklamlarda ağlıyor, ağlarken de çok tatlı :)

- Konuşmak konusunda da aceleci. Devamlı birşeyler anlatıyor, özellikle kızgın olduğunda çok konuşkan. Bazı kelimeleri söylemek konusunda diğerlerine göre daha istekli. Favorileri araba, baba, burda ve altı. Evet 6. Ve öylesine söylemiyor, gerçekten de rakam olarak altıyı biliyor, daha doğrusu tüm rakamlar onun için 6. 2'yi de görse 153'ü de görse 6 kelimesi ağzından dökülüveriyor. Geçen hafta aylık rutin kontrolü için gittiğimiz doktoru konuşmaya başladı mı diye sorunca şu şu kelimeleri söylüyor, ha bir de 6 diyor dediğimizde bize şöyle bir baktı ve "neden?" dedi...

- Bu aralar köpek dişlerini çıkartıyor ve acayip huzursuz. Şimdiye kadar çıkarttığı dişler de pek sorun yaşamadık diyebilirim (ki bunların arasında bir tane de azı dişi var) ama köpek dişleri canımızı okuyor. Çocuğu olan, olacak arkadaşlara dikkat.

- Boy ve kilo olarak hala alt limitlere yakın : 75 cm ve 8600 gr.

- En üstteki resmi dişinden dolayı huysuzluğunun doruğunda olduğu dakikalardan birisinde çekildi. Ağzına bir de pipo koysak tam Temel Reis olacak.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Konser haberleri

2009 yılı konserler açısından hareketli geçecek gözüküyor. Daha 4. ayı geride bırakırken İstanbul'da koser verecekleri açıklanan isimler arasında Deep Purple, Santana, Depeche Mode, Placebo, Fatboy Slim'in yanı sıra, geçen sene verdiği aradan sonra hiç de fena bir line-up oluşturmayan Rock'n Coke festivali dahilinde de Kaiser Chiefs, Linkin Park, Jane's Addiction, Juliette Lewis, Nine Inch Nails ve Prodigy gibi her biri kendi janrlarında ün yapmış ama ne yazık ki hiçbirisi headliner olarak nitelendirilemeyecek isimler var.

Ne yazık ki, Deep Purple ve Rock'n Coke'un gerçekleşeceği günlerde ben başka bir fenomenin konseri için Roma'da olmayı planlıyorum (Mert ile çocukluk hayalimizi gerçekleştireceğiz), Bruce Springsteen yani Patron Avrupa'ya üstüste bu kadar gelmişken artık kaçırmak çok ayıp olacaktı. Yukarıda saydığım isimler arasında kaçırmayıp gideceğim iki organizasyonu bu şekilde kaçırınca diğer isimlere daha bir alıcı gözle baktım ama beni çok da heyecanlandıran bir isim göremedim. Depeche Mode'u çok sevmem, Placebo'yu en iyi zamanlarında görmüştüm, Santana'yı ise ne kadar beğensem de gelse de gitse dediğim bir kişi değildi.

Bugün Radyo Eksen'i dinlerken Leonard Cohen'in 5-6 Ağustos tarihlerinde Açıkhava Tiyatrosu'nda konser vereceğini ve ayrıca Foo Fighters'ın da turne kapsamında İstanbul'a uğrayabileceğini duydum. Bu iki isim birdenbire günümü şenlendirdi diyebilirim, aynı zamanda daha önümüdeki günlerde bir çok yeni ismin hala açıklanabileceği konusunda umutlarımı da artırdı, bence birkaç flaş ismi görebiliriz bu yıl içerisinde İstanbul'da. Neden bir Radiohead olmasın örneğin :)

21 Nisan 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button


David Fincher'ın merakla beklediğim ama bir türlü fırsat yaratamadığım filmini izleyemedim ama filmin dayandığı F. Scott Fitzgerald'ın kısa hikayesini okuma şansım oldu.

Filmi izlemediğim için ikisi arasındaki farklılıkları bilemeyeceğim ama filmin fragmanlarından gördüğüm kadarıyla sadece ana fikri almışlar, geri kalanında bir benzerlik olduğunu sanmıyorum. Ana fikri herkes biliyordur zaten, yaşlı bir adam olarak doğup geriye doğru yaşlanan (!) yani yıllar geçtikçe gençleşen bir adamın öyküsü bu. Çok ilginç bir hikaye gibi görünmesi ve fantastik bir hava içermesine karşın aslında temelde çok acıklı bir hikaye söz konusu. Hiçbir zaman kendi yaşını yaşayamayan ve çevresiyle uyum sağlayamayan bir adamla karşı karşıyayız. Kendi ailesi tarafından tam anlamıyla kabul edilmiyor, okullara kabul edilmiyor, kendisi yıllar geçtikçe gençleşip dinçleştikçe aşık olduğu kadın yaşlanıp monotonlaşmaya ve fiziksel açıdan da itici gelmeye başlıyor, yaşamının sonlarına doğru oğlu tarafından kolej, lise ve anaokuluna yazdırılıyor ve son olarak da torunuyla yaşıt gibi zaman geçirip altı bezlenerek hikayesini sonlandırıyor.

Yaklaşık 50 sayfalık bu hikaye normal olarak çok akıcı ve hızla okunuyor. Fitzgerald gibi usta bir yazarın hakim olduğu ingilizce aslından okumak da çok zevkliydi. Açıkçası yıllardır unuttuğum bir tada tekrar kavuşmuş oldum, lise yıllarında genellikle dersle alakalı olsa da birçok örneiğini okuduğumuz kısa hikayelerden oluşan kitaplara uzun bir ara vermiştim. Geçen yıllarda çok da net hatırlamamakla beraber sanırım sadece Edgar Allen Poe'nun hikayelerini okudum ve Benjamin Button onlardan sonra ilk oldu. Kısa hikayelere biraz önem vermeye karar verdim, yeni hedefim iyi örnekler aramak olacak. Önerilere açığım.

Şimdi sıradaki kitap, George Orwell'den "Paris'te ve Londra'da Beş Parasız", herhalde bir aya kadar onunla ilgili yeni bir yazıyla karşınızda olurum.

Not : Her yerde F. Scott Fitzgerald diye geçer ama bu yazıyı yazarken merak ettim, F Francis'in kısaltmasıymış. Blog yazmanın faydalarından birisi araştırmacı kişiliği ön plana çıkarmak oluyor, yıllardır dert etmediğim bir bilgi birdenbire çok çekici geldi.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı

Başlık ne kadar da merak uyandırıcı değil mi? Hele bir de Alain de Botton gibi günümüz edebiyatının bence en farklı isimlerinden birisinin kitabının adı olunca. Hele bir de "geçmişte kölelere reva görülen çalışma, günümüzde yaşamımızın en önemli parçasını oluşturuyor" gibi bir önermeyi temel alan bir konsepti ön plana çıkartıyorsa.

Blogumda daha önce konu ettiğim bu yazarın şu ana kadar okuduğum tüm kitapları bana beklentilerimi aşan okuma seansları sağladı. Belki de tam o nedenle okuduğum bu son kitabı nispeten hayal kırıklığı oldu diyebilirim. Modern zaman endişeleri, baskıları, umutları ve hayal kırıklıkları konusunda hislerimizi yazıya dökmekte usta olan bu neo-filozofun çalışma hayatı konusundaki düşüncelerini okumak fikri çok çekici gelmişti. Kitap yazarın değişik meslek gruplarını incelediği bölümlerden oluşuyor, bunlar : kargo gemisi gözleme, lojistik, bisküvi yapımı, kariyer danışmanlığı, roket bilimi, ressamlık, muhasebecilik, enerji aktarım mühendisliği, girişimcilik, havacılık. Yazar bu meslek gruplarını incelerken arka planda kalmış detaylara, göz ardı edilen insani faktörlere dikkat çekmeye çalışıyor ama felsefi konulara yeterince girmiyor ya da benim görüşüm işin kolayına kaçarak biraz laf kalabalığı ve süslü cümleler kurma yoluna giderek kaçak güreşiyor.

Bu değerlendirmelerim diğer kitaplarında tanıdığım ve sevdiğim de Botton'a kıyasla yapılmış yorumlardır, o nedenle çok da olumsuz görünmek istemem. Her bir de Botton kitabı ayrı bir tecrübedir ve diğer kitaplarını okuduysanız bunu da okuyabilirsiniz, sadece ilk tercihlerinizden birisi olmasın.

6 Nisan 2009 Pazartesi

39 Basamak

Londra ziyareti sonrasında yazdığım 14 Mart tarihli 39 Steps başlıklı yazımın sonunda da duyurduğum üzere 2 Nisan'da Kenter Tiyatrosu'nda 39 Basamak adlı oyunu izlemeye gittim.

Daha doğrusu gittik... kültürel etkinliklere verdiğimiz uzun araya bir son verdik ve bizim çocuklarla beraber toplu bir organizasyona imza attık. Gerçi bu tip girişimler, sanki gittiğimiz konserdeki şarkıları ben söylemişim, izlediğimiz filmi ben yönetmişim ya da sahneye konan oyunu ben yazmışım gibi genellikle benim şiddetle kınandığım etkinliklere dönüşüyorsa da, adı konmamış bi şekilde benim üzerime vazife kalmış bu tip girişimlerden mazoşist bir biçimde vazgeçemiyorum.

Londra'da izlediğim ve hayran kaldığım oyunu burada izlemek istememin iki sebebinden birincisi iki ülke tiyatrosunu karşılaştırmak, ikincisi ise bizimkilerin de olası bir başarılı oyunu izletmekti. Beklentilerim kesinlikle yüksek değildi ve vasat bir gösteri bile bir ölçüye kadar tatmin edecekti beni ama yine de Kenter Tiyatrosu'nda tüm oyun boyunca sadece 1-2 defa gülümseyebildim ve ister istemez aklıma devamlı West End'de izlediğim o müthiş versiyon geldi.

Mizansen yüzde 90 aynıydı, yönetmenlik açısından bir orjinallik yoktu (gerekte yoktu, böylesine başarılı bir mizanseni bozmaya gerek yoktu, kopyalamak da kesinlike ayıp karşılanmazdı). Türk tiyatrosunun oyuncu ve yönetmen olarak önemli isimlerinden birisi olan Mehmet Birkiye yine de kendinden birşeyler katmak istemiş ama ben şahsen bunları gereksiz buldum ve hatta oyunun bütünlüğünü etkileyen müdaheleler olarak değerlendirdim. Bu müdahelelerden en önemlisi 4 kişiyle oynanan oyunun Londra versiyonunda tüm oyun bu şekilde geçtikten sonra finalde çok kritik bir anda kahramanımız Richard Hannay kötü adam Profesör Jordan tarafından öldürülecekken birden perdenin arkasından çıkan silahlı bir el tarafından öldürülür, o esnada hepside sahnede olan 4 oyuncu ne olduğunu anlayamaz ve birbirlerine "ee, hepimiz buradayız, o zaman bu el de kimin" dercesine bakar ve oyunu devam ettirirler, "el" sadece bir kez görünür. Türk versiyonda ise "el" oyun süresince bir çok kez göründü ve oyunculara bir şeyler uzatmak için adeta bir aksesuar elemanı gibi çalıştı. Bu tabii ki yönetmenin bir tercihidir dedim ve acaba finaldeki o vurucu sahneyi nasıl yapacak diye düşünmeye başladım oyun sırasında; ne de olsa artık o el oyunun bir parçası haline gelmişti ve çıkıp kötü adamı vurmasının çok da bir etkleyiciliğ kalmamıştı. İşte o zaman benim için oyunun en kötü ve üzücü sahnesi ortaya çıktı ve Profesör Jordan silahını uzatmış Hannay'i vuracakken birden havadan bir silah sesi duyuldu ve Jordan öldü. Ortada ne bir el vardı ne de başka bir şey. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken, gerçekler kafama şimşek gibi dank etti ve aynı anda sahnede o keşke duymasaydım diyeceğim replik geldi "ee, biz bu oyunda 4 kişi değil miydik, ateş eden de kimdi"... Seyircinin hele ki özel bir tiyatro tarafından bu denli salak yerine konması gerçekten sinir bozucuydu. Güzel bir sahne bu kadar kötü harcanabilirdi. Yönetmenlik açısından çok da bir kolay değildi aslında, tamamen aynı olarak bile kopyalamış olsa bu sefer de karşınıza dil ile alakalı nüanslar çıkacaktı. Orjinalinde Londra'dan İskoçya varoşlarına uzanan hikayede aksan farklılıkları nedenyle oyuna katılan güzel espriler vardı, Türkçe sahnelemede bu tazr nüansları vermek zor olması normaldi ama oyuncular bunu yine değişik aksanlar yaparak ve hızlı konuşmaya çalışarak aşmaya çalıştılar, ki oyunda takdirle karşıladığım ender çabalardan bir tanesi olarak göze çarptı.

Oyunculuk yönünden bakacak olursak da pek iç açıcı bir tecrübe olmadı. Oyunda yer alan 4 kişi de ("el"i saymıyorum) vasat bir performans ortaya koydu. Özellikle oyunun çarpıcılığının nedeni olan 2 yan (!) karakteri sahneleyen Okan Yalabık ve Bülent Şakrak iyi niyetlerine rağmen kendilerini aşan bir girişime dahil olmuşlardı ve ne yazık ki bundan alınları ak çıktığını söylemek zor. Oyunda rol alan oyunculardan tek bir karakteri (Hannay) canlandıran tek oyuncu olan Hakan Gerçek ve tek kadın karakteri Demet Evgar da arkadaşları gibi vasat bir oyun sergilediler. Hakan Gerçek'in bir İngiliz centilmenini canlandıracak karizmaya sahip olmaması ve fiziksel olarak da ufak tefek kalması, Demet Evgar'ın oyunun ikinci yarısı boyunca canlandırdığı Pamela karakterine biraz fazla histerik hava katması rahatsız ediciydi. Oyunculuktaki vasat performansı somut olarak ortaya koymam gerekirse, neredeyse tamamen aynı mizansene sahip iki oyundan bir tanesi diğerine göre yaklaşık 20 dakika daha uzun sürüyorsa (toplam oyun 2 saat) oyunun ve oyunculuğun nispeten durgunluğu daha iyi anlaşılabilir (ama o kadar para verdik, çabuk bitmesin diyenler de çıkabilir tabii aradan :)).

Tabii tüm bunları yazarken oyunun orjinalini görmüş olmanın etkisi altındayım, eğer Londra'da 39 Steps'i görmemiş olsaydım, bu tecrübe sonrası neler hissederdim emin olamıyorum. O gözle bakmak için kardeş blogda Midget kardeşimin yazısına bakabilirsiniz.

28 Mart 2009 Cumartesi

Who Watches the "Watchmen"?


Okumayı her zaman çok sevmiş bir kişi oldum ama geçmişe bakacak olursam düzenli bir kitap okuyucusu olmam lisenin sonlarına doğru başlar ve üniversite yıllarında son gazla devam eder. Bu noktada ona çıkan en önemli kriter okula giderken geçirmek zorunda kaldığım uzun zaman dilimidir. Neredeyse her gün otobüste ve minibüste geçirdiğim yaklaşık 3 saatlik uzun süreyi değerlendirmek için kitap okumak en çekici ve mantıklı çözümdü. Zamanla alışkanlığa dönüşen bu eylemin tek kötü tarafı şimdi bile evde kitap okumak için bir istek duymamam ve kitap okumayı genelde yolda geçirdiğim süreye bırakmam.

Kitap okumaya bu kadar yoğunlaşmadan önce de okurdum, ne bulursam okurdum şeklindeydi gerçi. İlkokul döneminde haftasonları eve gazete alınırdı, onları okurdum ya da yazları babamın yanına dükkana gittiğimde gün içerisinde satır satır gazetenin her yerini okurdum (ilk okuduğum gazete artık olmayan Günaydındı). Ortaokula başladığımda ise artık kendi harçlığımla gazete almaya başlamıştım, okuldan dönüşte artık öğleden sonra bile olmuşsa da servisten indiğim yerdeki gazete bayiinden gazetemi alır ve eve gider gitmez okurdum. Gazete dışında çocuk dergileri de vardı, Milliyet Çocuk ve Can Çocuk dergileri bunlardan en önemlileriydi. Şimdi artık öyle bir noktadayım ki, ilkokul çağıma geri dönmüş gibiyim, haftaiçi iş yüzünden gazete okuyamıyorum, akşamları eve geldikten sonra gazete okumanın bir anlamı kalmamış gibi geliyor (gelse de, Meriç yüzünden zaman yok artık), haftasonlarının en güzel yanlarından birisi evde kahvaltı ve sonrasında gazete okumak oluyor. Dikkat ettiyseniz internetten gazete okumayı bu kategoriye sokmuyorum, çünkü kesinlikle aynı şey değil. Tabii ki fırsat buldukça bazı gazetelerin anasayfalarına göz atıyorum ama bu girişim normal olarak anasayfaya sıkışmış "şok, şok, şok" şekline sunulmuş haberlerle kısıtlı kalıyor. Veya herhangi bir haberin birkaç kelimeden oluşan giriş kısmından o haberin geri kalanının ne getireceğini tahmin edip linki tıklamak ve ilgini çekebilecek bir habere ulaşmayı ummaktan öteye geçmiyor. Ama gazetenin sayfalarını çevirmek, kişisel ilgini çeken haberlerin yanısıra gelişigüzel haberlerle karşılaşmak, bir sayfadan diğerine geçmek için yaprak çevirirken az önce gözden kaçırdığın bir haberi son anda görmek ve yaprağı geriye çevirirken hissettiğin o sanki çook önemli bir bilgiye ulaşmak üzereymişsin duygusunu yaşamak ve daha bir çoğu.

Yine asıl yazmak istediğim konuya erişemeden uzun bir giriş yazısı yapmış oldum. Bu yazının konusu okuduğum en son kitap : Watchmen. Time dergisi tarafından tüm zamanların en iyi 100 romanından birisi olarak gösterilen bu roman aslında bir "çizgi roman". Türkiye'de pek alışık olmadığımız çizgi roman kültürünün en başarılı örneklerinden birisi olan bu 1986 tarihli çizgi roman benim de ilk okuduğum çizgi roman olma özelliğini taşıyor. Burada dikkat edilmesi gereken ve yukarıda uzun bir girizgah yapma nedenim olan konu şu, çizgi roman deyince bizim aklımıza Teksas ve Tom Miks tarzı örneklerin gelmesi. Yukarıda çocukken okuduklarım arasında geçirmeyip buraya sakladığım materyallere gelirsem, çocukluğumun en çok zevk aldığım okuma seanslarını Tom Miks, Süpermen, Örümcek Adam, Zagor, Çelik Blek gibi kahramanlar renklendirirdi. Bir de, bu yabancıların yanında şu anda aklıma gelen tek Türk kahraman vardı, Yüzbaşı Volkan. Çok net hatırlamasam da havacılık merakımın belki de çıkış noktalarından birisini oluşturuyor olabilir. Mümkün olduğumca harçlıklarımla alır, kuzenlerimin arşivlerine dadanır ve bulabildiğim tüm çizgi romanları okumaya çalışırdım.

Ama Watchmen'i yukarıda saydığım çizgi romanlarla aynı kategoriye sokmak doğru olmaz. Bir kere Watchmen gerçekten de bir "roman" ama çizgiyle anlatılıyor. Alan Moore tarafından yazılmış (Moore'un bir diğer ünlü eseri de "V for Vendetta") ve Dave Gibbons tarafından resmedilmiş bu roman, zamanında 12 fasikül halinde yayınlanmış ve bitmiş. Yeni yeni maceralar çıkartıp bir seri halinde devam ettirilmemiş, ilk farkları bu. En önemli fark ise sahip olduğu derinlik ve anlattığı hikayenin rahatlıkla tüketilen bir konu olmaması. Karşımızda iyi çalışılmış bir altyapı, insani yanları detaylandırılabilmiş maskeli kahramanlar, soğuk savaş döneminin sonlarına denk gelen bir süreçteki dünyanın politik yapısı var. Kitabın konusunu kısaca anlatmak gerekirse, arka planda 1930'lu yıllarda birkaç kişinin sokaktaki şiddete dur demek için maskeli kahraman haline dönüşmesi (ama hiçbiri süper güçlere sahip değil) ve toplum ile bu kahramanlar arasındaki 50 yıllık bir sürecin anlatıldığı, ön planda da 1985 yılı sonlarında Amerika - Rusya arasında bir gerginlik ve artan nükleer savaş tehlikesi ile artık yasadışı (ve yaşlanmış) olan maskeli kahramanların birer birer saldırıya maruz kaldığı ve nedenlerini araştırdıkları bir hikaye sözkonusu. Edebi anlamda çok başarılı ve hatta ağır bir kitapla karşı karşıyayız, hele bir de (Türkçesi yok ne yazık ki) ingilizcesinin ağırlığı kitaba daha çok odaklanmanızı gerektiriyor ki, bu da hikayeye daha iyi girmenize neden oluyor.

Ben kitabı Londra'dayken almıştım ama eminim Türkiye'de de vardır, sadece aramak gerekir (Beyoğlu'nda ve Kadıköy'de yurtdışından kitap getiren kitabevleri veya çizgi roman konusunda uzmanlaşmış kitapçılar var) ya da benimle temasa geçin, seve seve paylaşırım. Şimdi iki hedef var : 1. Watchmen'in beyaz perdeye aktarılmış halini seyretmek 2. Beyaz perdede halihazırda görüp beğendiğim V for Vendetta'nın çizgi romanını bulup onu da okumak.

Not 1 : Watchmen adı M.S. 1inci yüzyılda yaşamış Romalı bir şair olan Juvenal'in latince "Quis custodiet ipsos custodes?" satırlarının ingilizce çevirilerinden birisi olan (birden fazla şekilde çevrilebiliyor anlam olarak) "Who watches the watchmen?"den geliyor. Sırf bu cümle bile tarih boyunca çok fazla romana, tartışmaya, filme konu olmuştur. Bizi korumayı görev edinmiş kişileri kim koruyacak ya da daha doğru bir tabirle bizi bizim için gözetlediklerini söyleyen kurumların hadlerini aşmadıklarını kim gözlemleyecek...

Not 2 : Watchmen'i bana ilk yıllar önce İlker Y. önermişti ama bir türlü fırsat bulamamıştım. Ona da bu önerisi için teşekkürler.

26 Mart 2009 Perşembe

Rahat bırakın şu Beatles'ı !!!

Türkiye'de görmeye alışık olduğumuz gereksiz demagojiler sayesinde medya manşetlerine taşınma olayı İngiliz medyasında özellikle de spor medyasında da çok rastlanan bir durumdur. Bir de, İngiliz medyasında görmeye alışık olduğumuz bir diğer demagoji örneği de genellikle müzik piyasasında kullanılan Beatles benzetmesidir. Her başarılı şarkıcının ya da grubun kırdığı herhangi bir plak satış rekoru, konserine çektiği izleyici sayısı vb. parametreler hemen Beatles ile karşılaştırma bahanesi olarak kullanılırlar.

Bu Beatles ile sidik yarıştırma çabasında futbol da karıştı geçtiğimiz günlerde. Liverpool'un ispanyol defans oyuncusu Arbeloa medyaya verdiği bir röportajda "Eğer bu sene Premier Lig ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandıkları takdirde Beatles'dan bile daha ünlü olacaklarını" yumurtlamış. Tamam işin içinde biraz şaka faktörü vardır, tamam medyada sürmanşet olmak için böyle "çekici" mesajlar olmak gerekir ama yine de bazı dokunulmaz alanlar vardır, onlara bulaşmamak gerekir diye düşümnüyorum. Beatles da bunların en önde gelenlerinden birisidir, dağılmış olmalarından neredeyse 30 yıl sonrasında bile isimlerinin hala bu kadar ön planda olması nasıl bir fenomen olduklarının göstergesidir.

Ben yapmaya üşendim, o zaman Midget kardeşimizden en iyi 5 Beatles şarkısı listesi isteyelim.

15 Mart 2009 Pazar

Londra İzlenimleri


1 günlük kısa bir iş ziyaretini uzun bir haftasonuna çevirmek suretiyle yıllardır görmek istediğim Londra'yı ziyaret etme şansı buldum geçtğimiz hafta. İşin bir güzel tarafı da yalnız başına dolaşmak zorunda kalmamak oldu ve İlker'in de Paris'ten katılımıyla iyi bir gezi arkadaşına kavuşmuş oldum.

Londra'nın Stansted havaalanına yaptığım yolculuk sonrası hemen terminalin alt katından kalkan Stansted Express adlı tren ile 45 dakikada Londra merkeze vardım ve oradan da metro aktarması ile otelin olduğu London Bridge'e ulaştım. İlker ile buluşmak, otele yerleşmek derken akşamı bulduk ve o saatten sonra ne yapalım diye düşününce uzun zamandır görüşmemiş olmanın getirdiği muhabbet ihtiyacını da rahatlıkla gidermek için şehrin en hareketli kısımları olarak adlandırılan Piccadilly - Trafalgar - Soho taraflarına elimizdeki haritanın yardımıyla yürüyerek gitmeye karar verdik. Hava, Londra'yı görmüş herkesin gitmeden önce uyardığı gibi gerçekten de soğuktu ve biz de ellerimiz, kulaklarımız donarak ve ertesi gün eldivenlerimizi, berelerimizi yanımıza almamayı unutmamak için yemin ederek uzun bir yürüyüşle Trafalgar, Soho, Piccadilly taraflarını keşe çıktık. Şehirle ilgili ilk görüşlerim puslu bir havanın getirdiği kasvetli bir atmosfer ve bununla taban tabana zıt hareketli, coşkulu bir yaşam tarzı oldu. Yaş ortalaması 30'un altında olarak gözlemlediğim önemli bir gençlik grubu tüm bu hareketli mahalleleri doldurmuş, sağa sola bir yere yetişmek için koşturuyordu. İlk önce cumartesi akşamı olmasına yorduğumuz bu hareketlilik ertesi iki akşamdan sonra fikrimizi değiştirmemize ve şaşkınlıkla pazartesi akşamı ile cumartesi akşamı arasında önemli bir fark olmadığını görmemizi sağladı. İlker de ben de Londra'nın gece hayatının şimdiye kadar gördüğümüz tüm şehirlerden daha fazla olduğu konusunda hemfikir olduk. Ha diyeceksiniz, kardeşim siz ne yaptınız, hiç bir şey !!! Tüm gezi için konuşacak olursam gündüz yorgunlukları nedeniyle geceleri erken diyebiliceğimiz saatlerde noktaladık ve gücümüzü daha çok gezmek için sakladık. Hedefimiz, Londra'ya yapılacak bir sonraki geziyi gece hayatına odaklanacak şekilde planlamak.


Şehirdeki ikinci günümüzü biraz daha entelektüel geçirmeye karar verdik ve günümüzü Tate Modern ile British Museum'u gezmeye ayırdık. Kişisel ukalalık yapacak olursam sanırım bu iki müzeyi de gördükten sonra bazı kaynaklara göre dünyanın en çok ziyaret edilen ilk 5 müzesini görmüş oldum; 1. Louvre (Paris) 2. Centre Pompidou (Paris) 3. Tate Modern 4. British Museum 5. Metropolitan (New York). Bunların dışında çok önemli isme sahip olan İstanbul'umuzun Topkapı Müzesi ve Kahire'deki Kahire Müzesini de görmüş olduğumu da söylersem geriye sadece İtalya'daki müzeleri görmek kaldı diyebilirim. Özellikle Roma ve Floransa'yı görmek için sabırsızlanıyorum. Tate Modern, adından da anlaşılabileceği üzere modern sanat müzesi olarak dizayn edilmiş bir müze. Tate grubunun bir kaç adet daha müzesi var, Londra'da ve İngiltere'de. İkinci Dünya Savaşı sonrasında enerji santrali olarak inşa edilmiş büyük bir tesis daha sonra güzel bir dönüşüm geçirerek müzeye dönüştürülmüş. Müzeyi ziyaret etmek ücretsiz, isteyenler etrafa konmuş kavanozlara istedikleri kadar miktar atarak müzeye bağış yapabiliyor. Sadece özel sergilere girmek için ücret söz konusu. Müzede modern sanatın başarılı örnekleri var ama çoğunlukla resim sanatı ön plana alınmış. Kişisel görüşüm Paris'in modern sanat müzesi olan Centre Pompidou'nun daha başarılı olduğu yönünde.

British Museum ise tam tahmin ettiğim gibiydi, zaten bir önyargıyla gittiğim için müzeyi gezerken hem hayranlıkla etrafı seyrettim hem de İngilizlere bol bol giydirdim. Dünyanın dört bir yanından toplanmış (!) eserleri çok güzel bir şekilde sergiliyorlar, o açıdan çok takdir edilecek bir mekan ama aynı zamanda tüm bu eserlerin çoğunun nasıl oraya götürüldüğünü bilince insan sinirlenmeden duramıyor. Mısır, Yunan ve Anadolu tarihinin en güzel örneklerini bu müzede görebilirsiniz. Bu müzeye de giriş ücretsiz ve müzenin hemen çıkışında ulaştığınız Oxford Street Londra'nın en hareketli alışveriş caddelerinden bir tanesi.

Oxford caddesini baştan sonra kadar yürürseniz ünlü Hyde Park'a ulaşıyorsunuz hem de tam Speaker's Corner denen ve Pazar sabahları birşeyleri protesto etmek isteyen insanların ortaya çıkıp rahatlıkla seslerini yükseltebildikleri köşeye. Ne yazık ki biz zamanlama hatası yaptık ve güzel bir tecrübeden mahrum kaldık. Londra'da geçirdiğim 3 günde beni en çok şaşırtan şeylerden bir tanesi gece, gündüz farketmeksizin şehrin her yerinde, her hava durumunda koşan insan sayısının fazlalığıydı. Onlarca onlarca insan bir o yana bir bu yana buz gibi havada şort / tşörtlerle koşuyordu.

Trafiğin ters yönde akmasının yaya olarak şehri gezerken bile bu kadar kafamı karıştıracağını düşünmemiştim, her karşıdan karşıya geçme girişiminde her ihtimale karşı her iki yönü de kontrol etmekten boynum ağrıdı diyebilirim. Londra belediyesi Allah'tan herhalde turistleri de düşünerek tüm yaya geçitlerine üstteki fotoğrafta da göreceğiniz üzere "Sola bakın", "Sağa bakın" şeklinde uyarılarak boyayarak olası turist kazalarının önüne geçmeye çalışmış, çok hoş bir düşünce, iyi bir belediyecilik örneği.

Yine daha önce Londra'yı görmüş herkesin söylediği gibi şehir gerçekten de çok pahalı. Kimse İstanbul'a pahalı demesin, New York'a gittiğimde oradaki fiyatlar çok da rahatsız etmemişti ama Londra'da gözüm faltaşı gibi açıldı fiyatları gördükçe. Tek yön metro fiyatı 4 pound (şu aralar 1 pound yaklaış 2.5 tl), günlük abonman 5,5 pound civarı. Ortalama bir restoranda yemek yemek adambaşı 20 pounda patlıyor minimum. Londra'nın çok da özel bir mutfağa sahip olmamasını da fırsat bilerek (aslında Hint ve Uzakdoğu mutfağının başarılı örnekleri vardı ama ben bu mutfakları sevmediğim için bunlara gitmedik) 1-2 öğünümüzü Pizza Hut, McDonald's gibi yerlerde geçiştirdiğimizi saklamayacağım. Dünyanın neresine giderseniz gidin kapısında içeri girdiğinizde neyle karşılaşacağınızı, yiyeceklerin ne olduğunu bildiğiniz bu tarz ünlü fast food zincirleri bence turistler ve iş nedeniyle sık sık seyahat eden insanlar için çok önemli mekanlardır.

Londra da, Paris kadar olmasa bile çok sayıda turist çeken bir şehir ve görebildiğim kadarıyla bu sayının önemli bir yüzdesini Fransızlar oluşturuyor, bunda herhalde Paris - Londra arasının trenle 2,5 saat olmasının önemli bir payı var. Bir de turistlerde gözlemlediğim bir şey ise yaş ortalamasıydı. Londra'ya giden turistlerin yaş ortalaması İstanbul'a veya Paris'e gelen turistlere nazaran daha düşük geldi bana. Bu da gece hayatının daha renkli olmasının nedenlerinden birisi olabilir belki.

Son olarak, İngiliz tiyatro dünyasının hareketliliği Londra'ya da başarılı bir şekilde yansımış. Londra'nın Broadway'i diyebileceğimiz West End'de onlarca müzikal, tiyatro seçeneğine ulaşabilirsiniz. Operadaki Hayalet, Aslan Kral, Mamma Mia gibi büyük prodüksiyonları, Onikinci Gece, Hırçın Kız gibi Shakespeare klasiklerini ve bir önceki yazıma konu olan 39 Basamak gibi modern oyunları görebilirsiniz. Son gecede yaşadığımız 39 Basamak benim Londra'daki en vurucu anlarım dersem yalan olmaz.

Sabiha Gökçen'den Easyjet ve Pegasus şirketlerinden ucuza alınabilecek Londra biletleriyle artık eskisi kadar uzak bir şehir değil Londra. Hedefim, Meriç'in izin vermesi durumunda yıl sonu gelmeden Çiler'le 1-2 geceliğine kaçmak ve bir müzikal ve bir tiyatro oyunu görmek.