15 Mart 2009 Pazar

Londra İzlenimleri


1 günlük kısa bir iş ziyaretini uzun bir haftasonuna çevirmek suretiyle yıllardır görmek istediğim Londra'yı ziyaret etme şansı buldum geçtğimiz hafta. İşin bir güzel tarafı da yalnız başına dolaşmak zorunda kalmamak oldu ve İlker'in de Paris'ten katılımıyla iyi bir gezi arkadaşına kavuşmuş oldum.

Londra'nın Stansted havaalanına yaptığım yolculuk sonrası hemen terminalin alt katından kalkan Stansted Express adlı tren ile 45 dakikada Londra merkeze vardım ve oradan da metro aktarması ile otelin olduğu London Bridge'e ulaştım. İlker ile buluşmak, otele yerleşmek derken akşamı bulduk ve o saatten sonra ne yapalım diye düşününce uzun zamandır görüşmemiş olmanın getirdiği muhabbet ihtiyacını da rahatlıkla gidermek için şehrin en hareketli kısımları olarak adlandırılan Piccadilly - Trafalgar - Soho taraflarına elimizdeki haritanın yardımıyla yürüyerek gitmeye karar verdik. Hava, Londra'yı görmüş herkesin gitmeden önce uyardığı gibi gerçekten de soğuktu ve biz de ellerimiz, kulaklarımız donarak ve ertesi gün eldivenlerimizi, berelerimizi yanımıza almamayı unutmamak için yemin ederek uzun bir yürüyüşle Trafalgar, Soho, Piccadilly taraflarını keşe çıktık. Şehirle ilgili ilk görüşlerim puslu bir havanın getirdiği kasvetli bir atmosfer ve bununla taban tabana zıt hareketli, coşkulu bir yaşam tarzı oldu. Yaş ortalaması 30'un altında olarak gözlemlediğim önemli bir gençlik grubu tüm bu hareketli mahalleleri doldurmuş, sağa sola bir yere yetişmek için koşturuyordu. İlk önce cumartesi akşamı olmasına yorduğumuz bu hareketlilik ertesi iki akşamdan sonra fikrimizi değiştirmemize ve şaşkınlıkla pazartesi akşamı ile cumartesi akşamı arasında önemli bir fark olmadığını görmemizi sağladı. İlker de ben de Londra'nın gece hayatının şimdiye kadar gördüğümüz tüm şehirlerden daha fazla olduğu konusunda hemfikir olduk. Ha diyeceksiniz, kardeşim siz ne yaptınız, hiç bir şey !!! Tüm gezi için konuşacak olursam gündüz yorgunlukları nedeniyle geceleri erken diyebiliceğimiz saatlerde noktaladık ve gücümüzü daha çok gezmek için sakladık. Hedefimiz, Londra'ya yapılacak bir sonraki geziyi gece hayatına odaklanacak şekilde planlamak.


Şehirdeki ikinci günümüzü biraz daha entelektüel geçirmeye karar verdik ve günümüzü Tate Modern ile British Museum'u gezmeye ayırdık. Kişisel ukalalık yapacak olursam sanırım bu iki müzeyi de gördükten sonra bazı kaynaklara göre dünyanın en çok ziyaret edilen ilk 5 müzesini görmüş oldum; 1. Louvre (Paris) 2. Centre Pompidou (Paris) 3. Tate Modern 4. British Museum 5. Metropolitan (New York). Bunların dışında çok önemli isme sahip olan İstanbul'umuzun Topkapı Müzesi ve Kahire'deki Kahire Müzesini de görmüş olduğumu da söylersem geriye sadece İtalya'daki müzeleri görmek kaldı diyebilirim. Özellikle Roma ve Floransa'yı görmek için sabırsızlanıyorum. Tate Modern, adından da anlaşılabileceği üzere modern sanat müzesi olarak dizayn edilmiş bir müze. Tate grubunun bir kaç adet daha müzesi var, Londra'da ve İngiltere'de. İkinci Dünya Savaşı sonrasında enerji santrali olarak inşa edilmiş büyük bir tesis daha sonra güzel bir dönüşüm geçirerek müzeye dönüştürülmüş. Müzeyi ziyaret etmek ücretsiz, isteyenler etrafa konmuş kavanozlara istedikleri kadar miktar atarak müzeye bağış yapabiliyor. Sadece özel sergilere girmek için ücret söz konusu. Müzede modern sanatın başarılı örnekleri var ama çoğunlukla resim sanatı ön plana alınmış. Kişisel görüşüm Paris'in modern sanat müzesi olan Centre Pompidou'nun daha başarılı olduğu yönünde.

British Museum ise tam tahmin ettiğim gibiydi, zaten bir önyargıyla gittiğim için müzeyi gezerken hem hayranlıkla etrafı seyrettim hem de İngilizlere bol bol giydirdim. Dünyanın dört bir yanından toplanmış (!) eserleri çok güzel bir şekilde sergiliyorlar, o açıdan çok takdir edilecek bir mekan ama aynı zamanda tüm bu eserlerin çoğunun nasıl oraya götürüldüğünü bilince insan sinirlenmeden duramıyor. Mısır, Yunan ve Anadolu tarihinin en güzel örneklerini bu müzede görebilirsiniz. Bu müzeye de giriş ücretsiz ve müzenin hemen çıkışında ulaştığınız Oxford Street Londra'nın en hareketli alışveriş caddelerinden bir tanesi.

Oxford caddesini baştan sonra kadar yürürseniz ünlü Hyde Park'a ulaşıyorsunuz hem de tam Speaker's Corner denen ve Pazar sabahları birşeyleri protesto etmek isteyen insanların ortaya çıkıp rahatlıkla seslerini yükseltebildikleri köşeye. Ne yazık ki biz zamanlama hatası yaptık ve güzel bir tecrübeden mahrum kaldık. Londra'da geçirdiğim 3 günde beni en çok şaşırtan şeylerden bir tanesi gece, gündüz farketmeksizin şehrin her yerinde, her hava durumunda koşan insan sayısının fazlalığıydı. Onlarca onlarca insan bir o yana bir bu yana buz gibi havada şort / tşörtlerle koşuyordu.

Trafiğin ters yönde akmasının yaya olarak şehri gezerken bile bu kadar kafamı karıştıracağını düşünmemiştim, her karşıdan karşıya geçme girişiminde her ihtimale karşı her iki yönü de kontrol etmekten boynum ağrıdı diyebilirim. Londra belediyesi Allah'tan herhalde turistleri de düşünerek tüm yaya geçitlerine üstteki fotoğrafta da göreceğiniz üzere "Sola bakın", "Sağa bakın" şeklinde uyarılarak boyayarak olası turist kazalarının önüne geçmeye çalışmış, çok hoş bir düşünce, iyi bir belediyecilik örneği.

Yine daha önce Londra'yı görmüş herkesin söylediği gibi şehir gerçekten de çok pahalı. Kimse İstanbul'a pahalı demesin, New York'a gittiğimde oradaki fiyatlar çok da rahatsız etmemişti ama Londra'da gözüm faltaşı gibi açıldı fiyatları gördükçe. Tek yön metro fiyatı 4 pound (şu aralar 1 pound yaklaış 2.5 tl), günlük abonman 5,5 pound civarı. Ortalama bir restoranda yemek yemek adambaşı 20 pounda patlıyor minimum. Londra'nın çok da özel bir mutfağa sahip olmamasını da fırsat bilerek (aslında Hint ve Uzakdoğu mutfağının başarılı örnekleri vardı ama ben bu mutfakları sevmediğim için bunlara gitmedik) 1-2 öğünümüzü Pizza Hut, McDonald's gibi yerlerde geçiştirdiğimizi saklamayacağım. Dünyanın neresine giderseniz gidin kapısında içeri girdiğinizde neyle karşılaşacağınızı, yiyeceklerin ne olduğunu bildiğiniz bu tarz ünlü fast food zincirleri bence turistler ve iş nedeniyle sık sık seyahat eden insanlar için çok önemli mekanlardır.

Londra da, Paris kadar olmasa bile çok sayıda turist çeken bir şehir ve görebildiğim kadarıyla bu sayının önemli bir yüzdesini Fransızlar oluşturuyor, bunda herhalde Paris - Londra arasının trenle 2,5 saat olmasının önemli bir payı var. Bir de turistlerde gözlemlediğim bir şey ise yaş ortalamasıydı. Londra'ya giden turistlerin yaş ortalaması İstanbul'a veya Paris'e gelen turistlere nazaran daha düşük geldi bana. Bu da gece hayatının daha renkli olmasının nedenlerinden birisi olabilir belki.

Son olarak, İngiliz tiyatro dünyasının hareketliliği Londra'ya da başarılı bir şekilde yansımış. Londra'nın Broadway'i diyebileceğimiz West End'de onlarca müzikal, tiyatro seçeneğine ulaşabilirsiniz. Operadaki Hayalet, Aslan Kral, Mamma Mia gibi büyük prodüksiyonları, Onikinci Gece, Hırçın Kız gibi Shakespeare klasiklerini ve bir önceki yazıma konu olan 39 Basamak gibi modern oyunları görebilirsiniz. Son gecede yaşadığımız 39 Basamak benim Londra'daki en vurucu anlarım dersem yalan olmaz.

Sabiha Gökçen'den Easyjet ve Pegasus şirketlerinden ucuza alınabilecek Londra biletleriyle artık eskisi kadar uzak bir şehir değil Londra. Hedefim, Meriç'in izin vermesi durumunda yıl sonu gelmeden Çiler'le 1-2 geceliğine kaçmak ve bir müzikal ve bir tiyatro oyunu görmek.

Hiç yorum yok: