15 Aralık 2012 Cumartesi

Steve Jobs

Su anda dusunuyorum da geriye donup bakinca o kadar kitap okudugum halde hic biyografi okudugumu animsamiyorum, ama Steve Jobs'un biyografisini okurken eger iyi yazilmissa her turlu kitabin rahatlikla okunabilecegimi gordum, aynen iyi yonetmenlerin elinde farkli bir hayat bulan siradan oykuler gibi. Bunu soylerken Jobs'un hayatinin siradan oldugunu iddia etmekten cok, kitabin yazarinin ne kadar da olaganustu bir is cikardigini vurgulamak isterim sadece. Walter Isaacson kitabin arkasinda sadece 2 cumleyle verilen ozgecmisini hakli cikartan bir performans ortaya koymus (CNN'de baskanlik ve Time dergisinde sorumlu yazi isleri mudurlugu). Bu kitabi bitirdikten sonra hemen bu sefer de Einstein hakkindaki biyografisini aldim, bir ara onu da okuyacagim.

Kitap Steve Jobs'un hayatini anlatiyor ama disaridan bir gozlemci gibi degil de uzun sureler yanyana takilmak, aile ve is hayatini yakindan birebir takip etmek seklinde hazirlanmis. Her ne kada Jobs'un ozel istegiyle baslanmis olsa da, bu proje hicbir sekilde bir reklam havasina burunmemis aksine Jobs'u olabilecek en ciplak haliyle anlatmis. Kitabin en sonunda hatta Jobs kitapta yazilanlar pek de hosuma gitmeyecek di mi diye sormadan edemiyor.

Nedense cok huzunlu buldugum bu kitaba baslarken acikcasi cok temel seyler disinda Jobs hakkinda pek bilgim yoktu, Apple'in kurucusu olmasi, sirketten kovulmasi, sonra Pixar'i kurmasi ve basarili olarak Apple'a geri cagrilmasi, heyecan verici Stanford konusmasi (ki blogumda yer almistir, merak ederseniz) ve tabii ki cigir acan urunleri. Ama kitap tam bir surpriz, Jobs'un dahi olmasinin yaninda ne kadar da kisilik problemleri olan, sorunlu, manipulatif, obsesif ve duygusuz birisi oldugunu anlatiyor. Tum bunlari okurken adama hayran olmakla uzulmek arasinda gidip geliyorsunuz. İste ben de kitap boyunca genelde huznu hissettim ve bittiginde agzimda garip bir tat kaldi.

Bircok fark yaratan ozelligi disinda bence en onemli ozelligi, ingilizce kelimesi cok guzel oldugu icin onu tercih ediyorum, "execution" yetenegi. Etrafta bircok guzel fikri olan insan bulabilirsiniz ama bunlari uygulamaya koyabilmek cok farkli bir yetenek ve disiplin gerektiriyor. Jobs bu noktada da olaganustu bir yetenege sahip ve benim en hayran oldugum ozelligi bu oldu. Kitapta bilgisayar, animasyon, muzik, yayincilik, kisisel tablet, telefon sektorlerinde yaptigi degisiklikler ve bunlarin tum detaylarini gorebilir, bu noktalara nasil geldigini okuyabilirsiniz.

Kitabi ilginc bir karakterin hayatini okumak kadar bir is kitabi okumak seklinde de degerlendirebilirsiniz ama kendi adima onun insanlara davranis bicimini uygulamak pek bana gore degil. Bu cok guzel yazilmis ve icerik olarak da cok ilginc bu kitabi kesinlikle okumanizi tavsiye ederim.

28 Eylül 2012 Cuma

Palahniuk'tan vasati asmayan bir kitap : Pigme

Artik benim icin bir klasik hale gelen ortalama 2-3 yilda bir yaptigim Amerika ziyaretlerindeki kitapci ziyaretlerimde kendimi tutamayip ingizlicesini aldigim ama bir turlu okumak icin firsat yaratmaip sonunda Turkcesi yayinlaninca kolayina kacip Turkceden okudugum Chuck Palahniuk romanlari serisinin simdilik sonuncusu olan Pigme'yi (orj. adiyla Pygmy) bitirmis bulunuyorum. Birkac hafta icerisinde Amerika'ya gidiyor olmam da bu kadar denk duser, ben de kendimi taniyorsam bu ziyaretten donuste henuz Turkceye cevrilmemis son 2 kitabini (Tell-All ve Damned) alip, serinin burada sonlanmasina izin vermem.

Bir Palahniuk fanatigi olarak Pigme cok guzel baslamasina ve cok sey vaad etmesine ragmen acikcasi sonlara dogru vasatlasti ve bitirisi de kendi adima cok basit oldu. Adi soylenmeyen ama uzak dogu komunist ulkelerinden birisinden geldigi ima edilen bir grup cocuk gorunuslu super ajanin Amerika'ya karsi bir operasyon duzenlemek amaciyla degisim ogrencisi olarak Birlesik Devletlere girmesiyle baslayan ve onlardan birisinin agzindan gerek yanina yerlestigi ortalama Amerikan ailesiyle olan iliskisini, gizli planlarina yonelik hazirliklarini, bu noktaya nasil geldigine dair anilarini okudugumuz bir roman bu. Tum bunlari anlatirken her zamanki gibi Palahniuk gunumuz toplumunun tuketim cilginligini ve modern hayatin bize vurdugu rangalari anlatiyor. Bu seferki ilginc yaklasimlarindan birisi bu hayat tarzinin ziddi olan devletci bir toplumu da (eski komunist ulkeleri odagina alan bir sekilde) odagina koyup bir acidan ikisini karsilastirma imkani vermesi. Tabi bunu soylerken ciddi veya bilimsel bir karsilastirmadan bahsetmiyorum, karikaturize edilmis bir durum sozkonusu.

Dedigim gibi iyi bir plotla baslayan ve ozellikle ilk sayfalarinda sahip oldugu mizah ogesiyle de kitabin gerisi icin cok umut veren Pigme sonradan vasata donuyor ve kendi acimdan en hayal kirikligi yaratan romani oluyor Palahniuk'un. Ha, bu benim icin bir kayip mi, hayir. Palahniuk'un yazdigi her kitap bence iyi bir edebiyat ornegidir. Kendi alamet-i farikalari bu kitapta da her zamanki gibi yer aliyorlar. Kendini tekrarlayan yapilar, ilginc anekdotlar vs.

Son olarak, kitapta kim olduklarini soylemeyecegim unlu tarihi sahsiyetlerden bol bol alintilar goreceksiniz. Ben bu alintilari okurken nedense hep gunumuz Turkiye'sini dusundum ve korktum, neden korktugumu anlamaniz icin size iki ornek :

- Tek bir olum bir trajedidir; bir milyon olum ise bir istatistik.
- Muzaffer olan asla sorgulanmayacaktir, sayet gercegin ne oldugunu kendisi soyluyorsa.

Son alintiyi da 3 Temmuz 2011'den bu yana mucadelesini surduren ve asla biat etmeyen Fenerbahce taraftarina hitaben yaziyorum : Ilerleme, itaatsizlikle olur, itaatsizlik ve isyanla.

18 Eylül 2012 Salı

Genc Romanci, Eco

Gunumuzun en iyi ve entelektuel romancilarindan ama aslen akademisyen olan Umberto Eco'dan Genc Bir Romancinin İtiraflari'ni biraz hizli da olsa bitirdim. Nispeten kisa denebilecek bu kitabi hizli bitirmemin sebebi sayfa sayisi degil daha cok bircok noktasini capraz okumayla gecmis olmam. Yaratici yazarlik (ne demek istedigini kitabi okursaniz anlayabilirsiniz) uzerine dusuncelerini, gozlemlerini ve anekdotlarini anlattigi bu kitap isin akademik ya da bilimsel ! yanina odaklanmis. Kitaplari sadece okuyup gecmeyen ama arkasindaki dinamikleri de biraz olsun en azindan Eco'nun acisindan anlamak isteyenler icin iyi bir sans. Benim gibi ortalama bir okur icin biraz agir kactigini kabul etmem lazim ama yine de korlemesine de olsa kitaptan mazosistce bir zevk aldigimi soylemeliyim.

Oncelikle Eco'nun yillar oncesinde okudugum kitaplari ne kadar ozledigimi farkettim ve ayni zamanda 50'sinden sonra roman yazmaya baslamis Eco'nun biz okurlar icin gec basladigi bu kariyeri acisindan ne kadar buyuk bir firsat kaybi olduguna hayiflandim. İcindeki cevheri soyle bir 10-15 yil daha once kesfetmis olsa belki 2-3 roman daha sikistirabilirdi. Yine de okudugum o kadar kitap arasinda Gulun Adi, Foucault Sarkaci ve Onceki Gunun Adasi'nin cok onemli yerleri vardir (sonraki romanlari beni ayni derecede etkilememistir ama onlar da iyi birer okumadirlar).

Eger Eco'nun hicbir romanini okumadiysaniz da bu kitap iyi bir sans cunku yazilarinda sundugu derinligi, detayciligi ve hinzirca zekayi gorunce romanlarini okumaya baslamak icin sabirsizlanacaksiniz.

Son olarak, benim daha onceden de bildigim ama kitabinda bahsettigi bir not : Gulun Adi'nda olaylarin gectigi manastiri oyle guzel tasarlamis ve benimsemistir ki, zaten kitabin basinda da sundugu krokiyle uyumlu olarak, mesela iki rahibin bir koridorda yururken yaptiklari konusmalar gercek-zamanli olarak adlandirabilecegimiz sekilde normalde o koridoru yurumeleri ne kadar surecekse o kadarlik bir diyalogla tamamlanir. İste isini ciddiye almak budur. Kitaplariyla ilgili daha bir cok anekdot icin ozellikle ilk 2 bolumu okumalisiniz.

13 Eylül 2012 Perşembe

RHCP izlenimleri

2012 yılı kendi açımdan müzikal anlamda verimli geçti diyebilirim. Bruce Springsteen, Pulp, Kaiser Chiefs, Anthony and the Johnsons vs. derken sezonun kapanışını (aslında kapanış demek için erken sayılır, Stevie Wonder, Leonard Cohen, Bombay Bicycle Club gibi bir çok konser var önümüzdeki günlerde) yıllardır görmek için beklediğimiz bir başka isim Red Hot Chili Peppers ile yaptık.

Biletleri satışa çıkar çıkmaz olağan şüpheli kadromuz ile paraya kıymayıp birinci kategoriden aldığımız biletlerimiz ile konsere aylar öncesinden hazırdık. Konser günü gelip çattığında standart bir İstanbul cumartesi trafiğinde 15 dakikalık mesafedeki Santral İstanbul'a 1 saat 40 dakikada varırken zaten birkaç hafta öncesinde Efes Pilsen One Love festivalindeki sponsorluk rezaletinden dolayı kıl olduğum ama aslında nispeten çok da kalabalık olmayacak konserler için iyi bir mekan olan Santral'in herhalde şu ana kadar gördüğü ve bir daha da göremeyeceği bir kalabalıkla karşılaştık. 10 kişilik kadromuzla içeri girip ciddi kalabalık içerisinde düzgün bir noktaya konuşlandıktan sonra RHCP'nin çıkış saatini beklemeye başladık. Normalde 21.00'de başlayacağı duyurulan konserin başlaması geciktikçe endişelenmeye başladık ama bu endişenin sebebi hala sahneye çıkmamış olmaları değil, normal şartlarda bu mekanda konserlerin 23.00'te bittiğini bildiğimiz için geç çıktıkları her dakikanın bizim müzik keyfimizden alınacağındandı.

Yaklaşık 40 dakikalık gecikmeyle sahneye çıkan RHCP yazılanların aksine çok iyi bir sahne performansıyla bizleri coşturdu, klasikleşmiş onlarca şarkısının çoğunluğunu çaldı (ben bir Cabron çalmalarını isterdim mesela ama ona sıra gelmedi) ve seyirciyle iyi bir ilişki kurdu. Konserin en çok hoşuma giden yanlarından bir tanesi parçalarını albümlerde dinlediğimiz ticarileştirilmiş kısa versiyonlarıyla değil, gitar ve bateri sololarının bolca yer aldığı, grubun her bir elemanının yeteneğini rahatça sergileyebildiği versiyonlarıyla çalmalarıydı. Yeteneğinden kimsenin kuşku duymadığı elemanların bunu birinci elden canlı olarak kanıtlaması bizler için olduğu kadar onlar için de bir keyif kaynağı oldu.

Konser sonrası ise rezaletti. Binlerce kişinin aynı anda çıkmaya çalışmasının kolay olmadığını tahmin ediyorduk ama yıllar önce futbol stadlarında karşılaştığımız sahnelerle karşılaşmayı da hak etmiyorduk. Yukarıda da bahsettiğim gibi bence bu olayla da artık Santral İstanbul büyük organizasyonlarda önceliğini kaybettiğini mühürlemiştir. Eyüp Belediye başkanı da turşusunu kurar artık. Olmadı olimpiyat yaparlar seneye...

Sisle Gelen Yolcu, Turk isi bir roman

Meric'in okulunun baslayacak olmasi nedeniyle oryantasyon gunlerinin oldugu su gunlerde guzel oglumun sinifinin onunde oturmus beklerken bosa zaman gecirmeyip kisa da olsa son okudugum kitaptan bahsedeyim dedim.

Oncelikle basligin aciklamasini yapacak olursam Jean-Christophe Grangé'nin romani cok guzel baslayip surukleyici bir sekilde devam edip bitirisi ayni sekilde yapamiyor. Biz Turklerin karakteristik bir ozelligi olan iyi baslayip iyi bitirememe ne yazik ki bu kitabin kisa bir ozeti denebilir.

Eger hafizam beni yaniltmiyorsa ilk kitaplarini bundan tam 10 yil once yine bir yaz okudugum Grangé basta Kizil Nehirler ile kesinlikle bir yildiz romanci kategorisine ulasmisti gozumde. Arkasindan gelen kitaplar ayni etkide olmasa da yine basarili birer thriller romanlardi. Adeta sinema icin yazilmis senaryovari bu romanlar ile sayfalari gecerken sanki filmden sahneler seyrediyordunuz.

Okumasi cok rahat kitaplar yazan Grangé ozellikle yaz tatillerinde ya da agir okumalar arasinda okumaya ara vermeksizin bir tur aktif dinlenme misali zevkli, rahat okumalar sunuyor. Son kitabina bakacak olursak ilginc baslayan ve devam eden kitabin sonlarina geldikce artik fazla uzatildigini hissetmeye basliyorsunuz ve yaratici bir plota ragmen hikayenin sonunun vasattan oteye gecmedigini goruyorsunuz. Bana hikayeyi kurup gelistirdikten sonra sonunu toparlayamayip neredeyse sirf bitsin diye kestirip atmis gibi geldi.

Sonunun vasatligina ragmen kisa surede tuketebilecek uzerinde cok dusunmeye gerek olmayan hos bir roman. Onumuzdeki yaza havuzbasinda okumak uzere degerlendirebilirsiniz.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Yedinci Gün


Bir önceki yazıda bahsettigim gibi kitap okumaya verdigim araya sonunda hızlı bir geri dönüş yapabildim, zamanlama olarak da tatile çıkmış olmamız denk düştü. İyi İş bittikten sonra tatile çıkarken sıranın ona gelmeyebilecegi endişesiyle acaba bosa mı taşıyacağım diye düşündüğüm İhsan Oktay Anar'in son kitabı Yedinci Gün'e ara vermeden başladım. İhsan Oktay Anar tüm kitaplarını okuduğum ender yazarlardan birisi (söyle bir düşününce digerleri Chuck Palahniuk, Alain de Botton, Tom Robbins) ve hakkında hep karmaşık duygular beslemisimdir. Normalde bol tasvir içeren romanlar hoşuma gitmez, hep somut bir seyler anlatılmasını, hareket olmasını tercih ederim, hele bir de eski Türkçe'ye bu kadar düşkün bir yazardan hoşlanıyor olmam bana çok ilginç geliyor. Sanırım bunun sebebi Anar'in ne olursa olsun çok iyi bir öykü anlatıcısı olması ve daldan dala misali bir öyküden digerine atlarken seni hep tetikte tutuyor olması, eski Türkçe konusunda ise beni rahatsız etmemesini, belki bana öyle geliyordur ama, bu dili biraz karikatürize olarak kullanıyor olması ve kendini çok ciddiye almaksızın, ukalalik gutmeksizin, samimi bir havada yazıyor olmasına bağlıyorum. Romanin icerigi hakkında birşeyi söylemeyeceğim, hatta çok uzun bir süre nereye bağlanacağı konusunda bir fikir sahibi bile olunmuyor ama yine de o kadar enerjik ve merak uyandırici ki akıcılığından birşey kaybetmiyor ve yazarın nereye varacağını meraktan ara vermeden okumaya devam etmek istiyorsunuz. Kitabın birçok noktasına yerleştirilmiş zeka işi göndermeler yüzünden kitabı daha bir dikkatli okumaya çalışıyor ve herhangi bir referansı kaçırmamak için elinizden geleni yapıyorsunuz, ki bu da okumayı daha zevkli hale getiriyor. Sonuc olarak, diğer tüm kitapları gibi İhsan Oktay Anar'in bu kitabı da mutlaka okunacak kitaplar arasında yer alıyor, yazar elinden gelenin yine en iyisini ortaya koymus ama daha da iyisini koyabilecegini de ima ediyor, Cenab-i Hakk kendisine uzun ömür versin, daha birçok roman yazmak nasib olsun. Bu arada kitabın son 30 sayfasindaki dile getirilen bir terim ve olaylar örgüsü bizim erkekler grubumuz için yıllardan beri var olan bir terminolojidir ve edebiyat dunyası tarafından da tanınması bizim için gurur vericidir :)) Cocukların tümü kitabı okumadan ne olduğunu söyleyip sürprizi bozmak istemem... Aklıma gelen bir teşekkür de, İletişim Yayinlari'na, genelde yayinevleri ya bu tarz çok beklenen kitapları yaz basında yayınlar ve yaz tatiline giderken insanların alacağını umut eder ya da Ekim aylarında gerçekleşecek Kitap Fuar'ını beklerler, İletişim'in bu tarzda hareket etmemiş bence teşekkürü hakediyor.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

İyi iş


Yogun bir sekilde kitap okumaya başladığım ve evle okul arasındaki uzun mesafeden dolayı otobüs ve minibüslerde ciddi sayıda kitap tükettiğim yıllardan bu yana gecen yaklaşık 18 yıl içerisinde hatırladığım kadarıyla sadece 2 kez kitap okuyamama dönemim oldu. İlki yaklaşık 6 ay sürmüştü ama isin kötüsü bir kitabı okuma sürecinin ortasindaydim ve inat ederek kitabı ise gidip gelirken (o donem part-time çalısmaya da başlamıştım) bırakmıyor, başka bir kitaba da geçmiyordum (sorunun kitaptan değil benden kaynaklandığını biliyordum), kitap sanırım Papağan Teoremi gibi bir şeydi. 6. ayın sonunda kitabı bitirmiş ve şirkette bir Bayram havası ettirmiştim. İkincisi ise geçtiğimiz 6-8 ayı kapsıyor ama bu durgunluğun sebebi sadece bendeki isteksizlik değil aynı zamanda Onur Air'in yeni taşındığı hangar nedeniyle calışma saatlerinin ve ulaşım şartlarının değişmiş olması, artık metroya değil, metro+servis yapmak durumdayım, bu da metroda 6-7 dakika serviste de 10 dakikaya denk düşüyor ki kitabın kapağını açıp birkaç sayfa gidemeden yolculuğun sona ermesi anlamına geliyor. Yine de bir itiraf yapmam gerekirse iPhone kullanım alışkanlığımın bu sürece ciddi etkisi var çünkü sabah yola çıktığımda hem twitterda bir önceki geceden o yana meydana gelen gelişmeleri okuyorum, ilgi alanlarımı takip ediyorum sonrasindaysa maillerimi hizlica kontrol ederek ofise vardığımda kontrol etmem gereken mail sayısını ciddi anlamda azaltarak hemen ise başlayabiliyorum. Ancak son haftalarda kitap özlemim tavana vurdu ve elimdeki kitaplara göz atmaya karar verdim. Elimde garanti sonuc alabileceğim bir iki kitap vardı ama neden bilmiyorum son yıllarda daha çok başvurduğum "sürpriz faktör"e başvurdum. Su anda ne zaman ve nerede okuduğumu bile hatırlamadıgim bir referansla David Lodge adlı İngiliz bir yazarın yine tamamen gelisiguzel bir sekilde idefix'ten aldığım "İyi İş" adlı romanını okumaya karar verdim. Kitap 1980'ler İngiltere'sinde Thatcher döneminde geçiyor (ki kitabın orijinal basım yılı 1988'mis zaten) ve akademik dünya ile sanayi dunyası gibi birbirinden kopuk (en azından o donem için, su anda bunu söylemek pek doğru değil bence) iki ortamdan bir erkek ile kadının iliskisini anlatıyor. Su haliyle kabul etmeliyim ki sıkıcı gözüken bir konuyu yazar çok akıcı bir dille, zeka dolu diyaloglarla ve sanayi ile akademik hayatın iliskisi konusundaki ilginç gözlemleri ile hızla okunan bir yazın haline getirmiş (ha, benim kitabı bitirmem 2 ay sürdü sanırım, o ayrı). Ondokuzuncu yüzyıl İngiliz kadın romanları konusunda universitede araştırma yapan Robyn Penrose'un bir program nedeniyle makine parçaları üreten bir fabrikanın genel müdürü Vic Vilcox'un yanında bir süre zaman geçirmeye başlaması ile ikisinin de hayatı garip bir sekilde etkilenir. Daha fazla detaya girmeye gerek yok ama açıkcası kitabı okumaya başladığımda ve bir süre sonrasında çok da tavsiye edebileceğim bir kitap gibi durmuyorken sonlarına doğru yon değiştirdi ve birazcik da tatilin sağladığı kafa huzuruyla daha bir anlam ifade etmeye başladı. Özellikle kitabın bitiş seklinin kitabın içeriğinde orneklenen 19. yüzyıl edebiyatindaki umutsuz hayat hikayelerinin bitişine benzetilmesi çok zekica ve ustaca bir dokunuş olmuş (tabi bunu anlamış olabilmenin getirdiği "okur" mutluluğu da var :)). Thatcher donemi benim kuşağım için çocukluk zamanına denk gelir ve Demir Lady'nin çok güçlü bir figür olması dısında bizim için siyasi ve ticari anlamda kendi ülkesine veya dünyaya nasıl etkileri olduğunu göremedik, yıllar sonra birçok İngiliz filmci tarafından o dönemdeki mavi yakalıların umutsuzluğu genellikle farklı bir formatta ekrana aktarıldı (Billy Elliot, The Full Monty vb.). Bu kitapta o donemi biraz da olsun hissetseniz de aslında anlatılanlar sadece bir doneme ait değil, kapitalizmin zaman ve mekandan bağımsız bir etkisi. Londra 2012 Yaz Olimpiyatları henüz yakınlarda bitmiş ve büyük filmci Danny Boyle yonetmenligindeki etkileyici açılış törenini daha yeni izlemişken, hizlica akan İngiliz tarihindeki bacası tuten fabrikaların önemini ve yerini biraz da acimasizca gösterilmesinin üzerine bu kitabı tesadüfen aynı zamanda okumuş olmak iyi bir şanstı. Şimdi sırada İhsan Oktay Anar'in yıllardan sonraki ilk kitabı Yedinci Gün var.Z

28 Ağustos 2012 Salı

Uzun aradan sonra kısa kısa


Kendi bloğuma uzun bir aradan sonra girince gözlerim faltasi gibi açıldı, en son yazıyı tam 1 sene önce yazmışim, evet yazmayalı çok olduğunun farkındaydim ama 1 sene... zaman çabuk geçiyor :)) Arada yazmak için birçok sebep oldu ama hem tembellik hem de yoğunluk bahanelerim oldu. Sadece yaptıklarımı, gördüklerimi paylaşmam değil aynı zamanda Meriç için de bir tür günce olması düşüncesi yerleşti aklıma, o nedenle becerebildigim sürece devam ettirmek istiyorum. Meriç büyüdüğünde belki bu yazdıklarım hala burada olur ve o da okur. Söyle geriye bir bakacak olursam neler oldu diye... gecen yaz çalıştığım Panasonic Avionics'ten ayrılıp kurkcu dükkanı hesabı Onur Air'deki isime geri dondüm, Meriç okula başladı, ilk dönemden sonrası bayağı iyi gecti, hem okul etkisi hem de artık 4 yasında olmasının etkisiyle artık rahat geçiriyoruz günlerimizi. 4 yıldan sonra bu yaz hem Avignon hem de su an itibariyle güneyde tatil koyü tatili yapabildik. Bu bloga konu olacak konulara donecek olursam, Ciler'le her yıl yapmayı planladığımız Avignon tatiline gecen seneki is degisikligi nedeniyle zorunlu bir aradan sonra bu sene devam ettirebildik, Meriç ile birlikte yaptığımız bu gezi mükemmel değil ama çok güzeldi, önümüzdeki seneler için umut vericiydi ve ciddi engeller olmadıgı sürece bunu bir gelenek haline getirme planlarımız devam ediyor. Üstelik bu sefer İlker'in de bize katılması sayesinde onunla 2 oyuna gitme şansım da oldu, türlerinin iyi ornekleri degildi ama sürpriz faktöründen iyi bir seyler çıkması hep olmasıdır, önümüzdeki oyunlara bakacağız. Çocuklarla yaptığımız yilik erkekler gezisi ise bu yazın yogun düğün programları (Midget ve Erman kardeslerimin Gözde ve Didem ile izdivaçları) nedeniyle biraz format değiştirdi ve ilkbaharda Uludağ haftasonu seklinde gerçekleşti, yine de alternatif ama ufak çaplı bir geziyi Mert ve Hakan ile birlikte Patron'u Prag'da izlemek suretiyle hayata geçirdik ve seriyi bir sekilde bozmamış olduk. Prag için diyeceğim mutlaka görülmesi gereken bir yer olmadıgı (ama benim şansıma benim bu yaz 10 gün arayla iki defa gitmek durumunda kaldığım), hatta 1 günlük bir gezinin bile fazlasıyla yeteceği seklinde. Bruce babaya donecek olursak 3 yıl aradan sonra yine bir Avrupa turnesinde onu kaçırmak mümkün olamazdı ve biz de bu şansı iyi değerlendirdik, yine tüyler ürperten bir performans ama dogruya doğru Roma'daki performansı kadar iyi degildi. Ancak bu fark patronun kendisinden değil, seyirci kitlesinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum, Patron seyirci katılımcı oldugunda daha iyi bir performans sergiliyor, yanlış anlaşılmasın performansı yine mükemmeldi ama ortalama 3 saat süren konserlerine kıyasla bu 20 dakika daha kısaydı :)) Müzik olarak bu sene aklıma gelen başka bir kayda deger etkinlik ise kendi adıma canlı görmek için bir süredir fırsat kovaladıgim Pulp konseriydi. Efes Pilsen One Love Festival kapsamında görme şansı yakaladığım Pulp ile canlı görmek istediğim gruplar listemden bir tanesini daha sildim (sırada Pixies var, biraz şanslar belki olanları da görebilirim). Jarvis Cocker'in etkileyici liderliği ile iyi bir konser izledik ve normal olarak Common People ile coştuk, bir ara çalmazlarsa diye korkmadım değil. Şimdi hedefe 10 gün sonra Red Hot Chili Peppers konseri var. Belki o konsere kadar ufak bir iki yazı daha ciziktiririm.