27 Nisan 2009 Pazartesi

Konser haberleri

2009 yılı konserler açısından hareketli geçecek gözüküyor. Daha 4. ayı geride bırakırken İstanbul'da koser verecekleri açıklanan isimler arasında Deep Purple, Santana, Depeche Mode, Placebo, Fatboy Slim'in yanı sıra, geçen sene verdiği aradan sonra hiç de fena bir line-up oluşturmayan Rock'n Coke festivali dahilinde de Kaiser Chiefs, Linkin Park, Jane's Addiction, Juliette Lewis, Nine Inch Nails ve Prodigy gibi her biri kendi janrlarında ün yapmış ama ne yazık ki hiçbirisi headliner olarak nitelendirilemeyecek isimler var.

Ne yazık ki, Deep Purple ve Rock'n Coke'un gerçekleşeceği günlerde ben başka bir fenomenin konseri için Roma'da olmayı planlıyorum (Mert ile çocukluk hayalimizi gerçekleştireceğiz), Bruce Springsteen yani Patron Avrupa'ya üstüste bu kadar gelmişken artık kaçırmak çok ayıp olacaktı. Yukarıda saydığım isimler arasında kaçırmayıp gideceğim iki organizasyonu bu şekilde kaçırınca diğer isimlere daha bir alıcı gözle baktım ama beni çok da heyecanlandıran bir isim göremedim. Depeche Mode'u çok sevmem, Placebo'yu en iyi zamanlarında görmüştüm, Santana'yı ise ne kadar beğensem de gelse de gitse dediğim bir kişi değildi.

Bugün Radyo Eksen'i dinlerken Leonard Cohen'in 5-6 Ağustos tarihlerinde Açıkhava Tiyatrosu'nda konser vereceğini ve ayrıca Foo Fighters'ın da turne kapsamında İstanbul'a uğrayabileceğini duydum. Bu iki isim birdenbire günümü şenlendirdi diyebilirim, aynı zamanda daha önümüdeki günlerde bir çok yeni ismin hala açıklanabileceği konusunda umutlarımı da artırdı, bence birkaç flaş ismi görebiliriz bu yıl içerisinde İstanbul'da. Neden bir Radiohead olmasın örneğin :)

21 Nisan 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button


David Fincher'ın merakla beklediğim ama bir türlü fırsat yaratamadığım filmini izleyemedim ama filmin dayandığı F. Scott Fitzgerald'ın kısa hikayesini okuma şansım oldu.

Filmi izlemediğim için ikisi arasındaki farklılıkları bilemeyeceğim ama filmin fragmanlarından gördüğüm kadarıyla sadece ana fikri almışlar, geri kalanında bir benzerlik olduğunu sanmıyorum. Ana fikri herkes biliyordur zaten, yaşlı bir adam olarak doğup geriye doğru yaşlanan (!) yani yıllar geçtikçe gençleşen bir adamın öyküsü bu. Çok ilginç bir hikaye gibi görünmesi ve fantastik bir hava içermesine karşın aslında temelde çok acıklı bir hikaye söz konusu. Hiçbir zaman kendi yaşını yaşayamayan ve çevresiyle uyum sağlayamayan bir adamla karşı karşıyayız. Kendi ailesi tarafından tam anlamıyla kabul edilmiyor, okullara kabul edilmiyor, kendisi yıllar geçtikçe gençleşip dinçleştikçe aşık olduğu kadın yaşlanıp monotonlaşmaya ve fiziksel açıdan da itici gelmeye başlıyor, yaşamının sonlarına doğru oğlu tarafından kolej, lise ve anaokuluna yazdırılıyor ve son olarak da torunuyla yaşıt gibi zaman geçirip altı bezlenerek hikayesini sonlandırıyor.

Yaklaşık 50 sayfalık bu hikaye normal olarak çok akıcı ve hızla okunuyor. Fitzgerald gibi usta bir yazarın hakim olduğu ingilizce aslından okumak da çok zevkliydi. Açıkçası yıllardır unuttuğum bir tada tekrar kavuşmuş oldum, lise yıllarında genellikle dersle alakalı olsa da birçok örneiğini okuduğumuz kısa hikayelerden oluşan kitaplara uzun bir ara vermiştim. Geçen yıllarda çok da net hatırlamamakla beraber sanırım sadece Edgar Allen Poe'nun hikayelerini okudum ve Benjamin Button onlardan sonra ilk oldu. Kısa hikayelere biraz önem vermeye karar verdim, yeni hedefim iyi örnekler aramak olacak. Önerilere açığım.

Şimdi sıradaki kitap, George Orwell'den "Paris'te ve Londra'da Beş Parasız", herhalde bir aya kadar onunla ilgili yeni bir yazıyla karşınızda olurum.

Not : Her yerde F. Scott Fitzgerald diye geçer ama bu yazıyı yazarken merak ettim, F Francis'in kısaltmasıymış. Blog yazmanın faydalarından birisi araştırmacı kişiliği ön plana çıkarmak oluyor, yıllardır dert etmediğim bir bilgi birdenbire çok çekici geldi.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı

Başlık ne kadar da merak uyandırıcı değil mi? Hele bir de Alain de Botton gibi günümüz edebiyatının bence en farklı isimlerinden birisinin kitabının adı olunca. Hele bir de "geçmişte kölelere reva görülen çalışma, günümüzde yaşamımızın en önemli parçasını oluşturuyor" gibi bir önermeyi temel alan bir konsepti ön plana çıkartıyorsa.

Blogumda daha önce konu ettiğim bu yazarın şu ana kadar okuduğum tüm kitapları bana beklentilerimi aşan okuma seansları sağladı. Belki de tam o nedenle okuduğum bu son kitabı nispeten hayal kırıklığı oldu diyebilirim. Modern zaman endişeleri, baskıları, umutları ve hayal kırıklıkları konusunda hislerimizi yazıya dökmekte usta olan bu neo-filozofun çalışma hayatı konusundaki düşüncelerini okumak fikri çok çekici gelmişti. Kitap yazarın değişik meslek gruplarını incelediği bölümlerden oluşuyor, bunlar : kargo gemisi gözleme, lojistik, bisküvi yapımı, kariyer danışmanlığı, roket bilimi, ressamlık, muhasebecilik, enerji aktarım mühendisliği, girişimcilik, havacılık. Yazar bu meslek gruplarını incelerken arka planda kalmış detaylara, göz ardı edilen insani faktörlere dikkat çekmeye çalışıyor ama felsefi konulara yeterince girmiyor ya da benim görüşüm işin kolayına kaçarak biraz laf kalabalığı ve süslü cümleler kurma yoluna giderek kaçak güreşiyor.

Bu değerlendirmelerim diğer kitaplarında tanıdığım ve sevdiğim de Botton'a kıyasla yapılmış yorumlardır, o nedenle çok da olumsuz görünmek istemem. Her bir de Botton kitabı ayrı bir tecrübedir ve diğer kitaplarını okuduysanız bunu da okuyabilirsiniz, sadece ilk tercihlerinizden birisi olmasın.

6 Nisan 2009 Pazartesi

39 Basamak

Londra ziyareti sonrasında yazdığım 14 Mart tarihli 39 Steps başlıklı yazımın sonunda da duyurduğum üzere 2 Nisan'da Kenter Tiyatrosu'nda 39 Basamak adlı oyunu izlemeye gittim.

Daha doğrusu gittik... kültürel etkinliklere verdiğimiz uzun araya bir son verdik ve bizim çocuklarla beraber toplu bir organizasyona imza attık. Gerçi bu tip girişimler, sanki gittiğimiz konserdeki şarkıları ben söylemişim, izlediğimiz filmi ben yönetmişim ya da sahneye konan oyunu ben yazmışım gibi genellikle benim şiddetle kınandığım etkinliklere dönüşüyorsa da, adı konmamış bi şekilde benim üzerime vazife kalmış bu tip girişimlerden mazoşist bir biçimde vazgeçemiyorum.

Londra'da izlediğim ve hayran kaldığım oyunu burada izlemek istememin iki sebebinden birincisi iki ülke tiyatrosunu karşılaştırmak, ikincisi ise bizimkilerin de olası bir başarılı oyunu izletmekti. Beklentilerim kesinlikle yüksek değildi ve vasat bir gösteri bile bir ölçüye kadar tatmin edecekti beni ama yine de Kenter Tiyatrosu'nda tüm oyun boyunca sadece 1-2 defa gülümseyebildim ve ister istemez aklıma devamlı West End'de izlediğim o müthiş versiyon geldi.

Mizansen yüzde 90 aynıydı, yönetmenlik açısından bir orjinallik yoktu (gerekte yoktu, böylesine başarılı bir mizanseni bozmaya gerek yoktu, kopyalamak da kesinlike ayıp karşılanmazdı). Türk tiyatrosunun oyuncu ve yönetmen olarak önemli isimlerinden birisi olan Mehmet Birkiye yine de kendinden birşeyler katmak istemiş ama ben şahsen bunları gereksiz buldum ve hatta oyunun bütünlüğünü etkileyen müdaheleler olarak değerlendirdim. Bu müdahelelerden en önemlisi 4 kişiyle oynanan oyunun Londra versiyonunda tüm oyun bu şekilde geçtikten sonra finalde çok kritik bir anda kahramanımız Richard Hannay kötü adam Profesör Jordan tarafından öldürülecekken birden perdenin arkasından çıkan silahlı bir el tarafından öldürülür, o esnada hepside sahnede olan 4 oyuncu ne olduğunu anlayamaz ve birbirlerine "ee, hepimiz buradayız, o zaman bu el de kimin" dercesine bakar ve oyunu devam ettirirler, "el" sadece bir kez görünür. Türk versiyonda ise "el" oyun süresince bir çok kez göründü ve oyunculara bir şeyler uzatmak için adeta bir aksesuar elemanı gibi çalıştı. Bu tabii ki yönetmenin bir tercihidir dedim ve acaba finaldeki o vurucu sahneyi nasıl yapacak diye düşünmeye başladım oyun sırasında; ne de olsa artık o el oyunun bir parçası haline gelmişti ve çıkıp kötü adamı vurmasının çok da bir etkleyiciliğ kalmamıştı. İşte o zaman benim için oyunun en kötü ve üzücü sahnesi ortaya çıktı ve Profesör Jordan silahını uzatmış Hannay'i vuracakken birden havadan bir silah sesi duyuldu ve Jordan öldü. Ortada ne bir el vardı ne de başka bir şey. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken, gerçekler kafama şimşek gibi dank etti ve aynı anda sahnede o keşke duymasaydım diyeceğim replik geldi "ee, biz bu oyunda 4 kişi değil miydik, ateş eden de kimdi"... Seyircinin hele ki özel bir tiyatro tarafından bu denli salak yerine konması gerçekten sinir bozucuydu. Güzel bir sahne bu kadar kötü harcanabilirdi. Yönetmenlik açısından çok da bir kolay değildi aslında, tamamen aynı olarak bile kopyalamış olsa bu sefer de karşınıza dil ile alakalı nüanslar çıkacaktı. Orjinalinde Londra'dan İskoçya varoşlarına uzanan hikayede aksan farklılıkları nedenyle oyuna katılan güzel espriler vardı, Türkçe sahnelemede bu tazr nüansları vermek zor olması normaldi ama oyuncular bunu yine değişik aksanlar yaparak ve hızlı konuşmaya çalışarak aşmaya çalıştılar, ki oyunda takdirle karşıladığım ender çabalardan bir tanesi olarak göze çarptı.

Oyunculuk yönünden bakacak olursak da pek iç açıcı bir tecrübe olmadı. Oyunda yer alan 4 kişi de ("el"i saymıyorum) vasat bir performans ortaya koydu. Özellikle oyunun çarpıcılığının nedeni olan 2 yan (!) karakteri sahneleyen Okan Yalabık ve Bülent Şakrak iyi niyetlerine rağmen kendilerini aşan bir girişime dahil olmuşlardı ve ne yazık ki bundan alınları ak çıktığını söylemek zor. Oyunda rol alan oyunculardan tek bir karakteri (Hannay) canlandıran tek oyuncu olan Hakan Gerçek ve tek kadın karakteri Demet Evgar da arkadaşları gibi vasat bir oyun sergilediler. Hakan Gerçek'in bir İngiliz centilmenini canlandıracak karizmaya sahip olmaması ve fiziksel olarak da ufak tefek kalması, Demet Evgar'ın oyunun ikinci yarısı boyunca canlandırdığı Pamela karakterine biraz fazla histerik hava katması rahatsız ediciydi. Oyunculuktaki vasat performansı somut olarak ortaya koymam gerekirse, neredeyse tamamen aynı mizansene sahip iki oyundan bir tanesi diğerine göre yaklaşık 20 dakika daha uzun sürüyorsa (toplam oyun 2 saat) oyunun ve oyunculuğun nispeten durgunluğu daha iyi anlaşılabilir (ama o kadar para verdik, çabuk bitmesin diyenler de çıkabilir tabii aradan :)).

Tabii tüm bunları yazarken oyunun orjinalini görmüş olmanın etkisi altındayım, eğer Londra'da 39 Steps'i görmemiş olsaydım, bu tecrübe sonrası neler hissederdim emin olamıyorum. O gözle bakmak için kardeş blogda Midget kardeşimin yazısına bakabilirsiniz.