17 Ağustos 2011 Çarşamba
Borders'ın sonu
Son yıllarda düştüğü zor durumdan bir türlü kurtulamayan ve bu yılın başında resmen artık iflasını açıklayan Borders'ın mağazalarını kapatma, elindeki malları likite dönüştürme sürecinin neredeyse tamamlandığını ve Eylül ayının sonunda süreci tamamlayacağını okudum internetten. Okuduğum bir iki yazı da Borders gibi Amerika çapında 400 mağazası ve 11.000 çalışanı olan Amerika'nın en önemli iki kitap mağaza zincirinden birisinin (diğeri Barnes&Noble) neden böyle çöktüğünü ve gelişen teknolojinin (online mağazaları ama daha da çok Kindle başta olmak üzere eReader'ları kastediyorlar) bu çöküşteki etkisini tartışıyorlar.
Kendi açımdan değişen iş süreçlerinin, değişime ayak uydurmayı beceremeyen şirketleri nasıl yiyip bitirdiğini okumak, analiz etmek entelektüel açıdan çekici olsa da, Borders'ı bu gözle incelemek istemezdim. Borders ile ilişkim çok kısıtlı olmuşsa da, 2005 - 2010 yılları arasında toplamda yaklaşık 7 aylık bir Amerika tecrübesi, o ayların benim için en kaydadeğer zamanları Borders ve Barnes&Noble'da geçirdiğim zamanlardı diyebilirim. Özellikle Amerika'ya ilk gidişimi hatırlıyorum da, Seattle'da kaldığımız otelin hemen yakınındaki klasik Amerikan avlu-alışveriş-merkezlerinden birisindeki Borders'ı ilk gördüğümde ve içeriye girdiğimde çok mutlu olduğumu hatılıyorum, evet, içeri girince içimi bir mutluluk kaplamıştı. Çok geniş bir alan, sıkış tepiş olmayan raf sistemleri, janra göre ve sonrasında yazarların adıyla sıralanmış yüzlerce kitap, rafların arasında yerlerde oturmuş kitapları inceleyen (okuyan diyebiliriz rahatlıkla) gençler, mağazanın değişik yerlerinde rahat koltuklar, dergi reyonlarının yanıbaşındaki Starbucks... O ilk Amerika ziyaretide zaman geçirmek için mağazaya her gidişimde 1-2 kitap alınca 10 günün sonunda birdenbire çok ağır yükle karşı karşıya kalmış, hatta dönüş uçuşunu kaçırınca tüm o kitapları New York'a taşımış, birkaç gün yanında gezdirmek zorunda kalmıştım. Bu zevkli kitap deneyimleri sonraki yıllarda da hep devam etti. Amerika ziyaretlerimde yaptığım alışverilşerin neredeyse çoğunu Amazon'dan alırken, asıl çıkış noktası olan kitap sağlayıcı özelliğinden faydalanmamış, kitapları Borders veya Barnes&Noble'dan almayı tercih etmişimdir. Bu yılların en çok satanı benm için (eski yazılarımdan tahmin edebileceğiniz üzere) Chuck Palahniuk olmuştur, yazarın kitaplarının neredeyse hepsinin birer ingilizce kopyası da raflarımı süslüyor (sadece süslemiyor tabi, okudum ben onları tamam mı?).
Neyse, artık tek söyleyebileceğim bundan sonraki Amerika ziyaretlerimde bir eksiklik olacağı. Umarım Barnes&Noble biraz daha hayatta kalmayı becerebilir, umarım gidip destekleme şansı olur. (Bunları söylerken aklıma birden Tom Hanks ve Meg Ryan'ın "You've Got Mail" filmi geldi, filmi izlediyseniz orada zincir mağazalar yüzünden kapanan küçük işletmeleri konu ediyordu kabaca, şimdi kendimi biraz arip hissettim, kimbilir Borders yüzünden kaç tane küçük bağımsız kitapçı kapanmıştır. İşte "her imparatorluğun bir sonu vardır" önermesinin bir kanıtı daha).
24 Temmuz 2011 Pazar
Hello! Benicassim...
3. Geleneksel Erkekler gezimizin bu seneki durağı Barselona - Benicassim oldu. Çocuklarla (demirbaşlar Mert, Midget, Erman ve bu seneki organizasyonumuzu şereflendiren Hakan) geçen seneki organizasyonumuzun lokasyonu Amsterdam'da kararlaştırdığımız ve 2010 Aralık'ında çoktan uçak bileti, konser bileti ve otel rezervasyonlarımızı yaptığımız bu geziyle artık her yıl bir tema seçerek gerçekleştirdiğimiz bu oganizasyonlarda ustalaşmaya başladığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.
Avrupa'nın en önemli Rock festivallerinden birisi olan ve Valencia yakınlarındaki Benicassim'de gerçekleştirilen Fiberfib festivali denizi, güneşi ve iyi müziği bünyesinden barındıran yapısıyla birçok açıdan çok çekici. Gerçi artık 35 yaşına gelmiş bizler için kendimizi yaşlı hissetmemize neden olan genç kitlesi nedeniyle artık caz festivalleri, kültür gezileri gibi yönlere mi odaklansak diye düşündüysek de şevkimizi kırmadık ve 2012'de hedefi Budapeşte'deki Sziget Festivali olarak belirledik.
Gezimizin il 3 gününü geçirdiğimiz Barselona'dan kısaca bahsedersem, güzel bir şehir ama mimarisi dışında çok da etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Evet yeşil, evet denizi günlük yaşamın bir parçası, evet gördüğüm en güzel mimari eserlerin bir kısmı burada, evet kızları çok güzel (ama bunun ne kadarı lokal, ne kadarı turist emin olamadık), evet iyi paella ve tapas muhabbetleri yapılıyor ama yine de vaaayy diyemedim. Belki de ben yeterince heyecanlı birisi değilim, bilemiyorum. Benim için bu gezinin hatırlanacak tarafları Gaudi'nin eserlerini görmek, güzel yemekler yemek, bol bol sangria içmek, Erman'ın unutulmaz rövaşatası, yaptığımız uzuuun yürüyüşler olacak. Bir de Gaudi'nin Casa Batllo'sundaki caz akşamı yaparak müzik dolu gecelere farklı da olsa bir başlangıç yaptık.
Barselona'dan Hakan'ı İstanbul'a geri yolladıktan sonra tayfanın geri kalanıyla hemen bir araba kiraladık ve yaklaşık 3 saatlik mesafedeki Benicassim'e yollandık. Hemen o akşam önce Killers'ın solisti Brandon Flowers ve sonra da The Strokes ile kulaklarımızın paslarını sildik (arada çıkan, adını çok duyduğum ama bir türlü dinleme şansı bulamadığım Elbow tam bir hayal kırıklığıydı benim için). The Strokes'dan yeterince zevk almamı engelleyen vıdı vıdı konuşan ve bir türlü yerinde durmayıp sağa sola gezinip duran sarhoş ingilizlere bol bol giydirdiğim bu günü takip eden günde festivalin benim için en heyecan verici ismi olan Arctic Monkeys sahne aldı. Öncesinde Mumford & Sons 'ın seyirciyi ısıttığı bu gece benim için en unutulmaz müzik akşamlarından birisi olacak. Henüz 25 yaşında olan grup elemanlarının sahneyi dolduruşu, müziklerinin kalitesini canlı performansda da yansıtmaları, sadece şarkı söylerken değil sustukları anlarda da seyirciyi coşturmaları inanılmazdı.
Festivalin son gecesinde ise artık 6 günlük yorucu gezinin getirdiği bitkinlikle çimenlerde yatarak dinlenen Portishead ve 01.15'te sahneye çıkan, geçen sene Rock Werchter'de izleme şansı bulduğumuz Arcade Fire ile müzikle dolu gecelere bir süreliğine son verdik.
Bu kadar yüzeysel bir yazı için özür dilerim ama yoğunluktan bloga yeterince zaman ayıramıyorum ne yazık ki. Fiberfib için kısaca birkaç not daha girecek olursam,
- festival katılımcılarının yüzde 80'inini İngilizler oluşturuyor (British demek daha uygun olur)
- festival mekanı deniz kenarına yürüyerek 10 dakika mesafede. Gerçi biz kamp alanında değil, merkezde bir otelde kaldık.
- Headlinerlar 00.45 - 01.15 aralığında çıkıyor, sabahın 3'ünde bile gruplar sahne alıyor. Cuma gecesi Strokes konseri sonrasında sabahın ikibuçuğunda koskoca alanı terkeden bir biz vardık gibi hissettik diyebilirim.
- Benicassim'in denizi temiz ama dalgalı. Koskoca sahilleri var ve gördüğüm en güzel, temiz hatta ipek gibi kumlara sahip.
- Mert'in İngiltere Kraliçesi ile tanıştığı zaman için hazırladığı konuşma ve "How's Arthur?" sorusunu bir ara görmelisiniz.
- Son olarak da az kalsın Midget'i Benicassim sahillerinde boğacak olan Erman'a son anda vazgeçtiği ve Midget'ı bize bağışladığı için teşekkür ediyoruz.
Tembellikten yeni bir yazı yazamayacağım için burada kısaca bahsetmek istediğim bir müzik etkinliği daha var. İspanya'dan döndükten sonraki akşam bu sefer İstanbul Caz Festivali kapsamında Açıkhava Tiyatrosu'nda Paul Simon'ı izlemek için yoldaydık. Kaderin bir cilvesi, pazar gecesi Arcade Fire sonrası mekandan ayrılıp gece 2.30'da arabamıza doğru yürürken DJ alanından Paul Simon'ın Call me Al 'i çalıyordu ve biz daha o andan Salı günü yaşayacaığımız akşam için heyecanlanmaya başlamıştık. Artık iyice yaşlanan Simon'dan güzel bir konser bekliyorduk ama bu kadar başarılı bir performans hiç ama hiç öngörmüyorduk. 2 saatlik konser, mükemmel seyircinin de sayesinde harika geçti ve güzel bir İstanbul yaz akşamında güzel bir konserle şimdilik bu yazın planlı son konserini tamamladık. Aynı hafta içerisinde Arctic Monkeys ve Paul Simon gibi iki farklı çizgiden, iki farklı kuşaktan, iki farklı ortamda iki mükemmel performans izlemek çok tatmin ediciydi. Darısı önümüzdeki günlerin, yılların başına. Hep beraber...
Avrupa'nın en önemli Rock festivallerinden birisi olan ve Valencia yakınlarındaki Benicassim'de gerçekleştirilen Fiberfib festivali denizi, güneşi ve iyi müziği bünyesinden barındıran yapısıyla birçok açıdan çok çekici. Gerçi artık 35 yaşına gelmiş bizler için kendimizi yaşlı hissetmemize neden olan genç kitlesi nedeniyle artık caz festivalleri, kültür gezileri gibi yönlere mi odaklansak diye düşündüysek de şevkimizi kırmadık ve 2012'de hedefi Budapeşte'deki Sziget Festivali olarak belirledik.
Gezimizin il 3 gününü geçirdiğimiz Barselona'dan kısaca bahsedersem, güzel bir şehir ama mimarisi dışında çok da etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Evet yeşil, evet denizi günlük yaşamın bir parçası, evet gördüğüm en güzel mimari eserlerin bir kısmı burada, evet kızları çok güzel (ama bunun ne kadarı lokal, ne kadarı turist emin olamadık), evet iyi paella ve tapas muhabbetleri yapılıyor ama yine de vaaayy diyemedim. Belki de ben yeterince heyecanlı birisi değilim, bilemiyorum. Benim için bu gezinin hatırlanacak tarafları Gaudi'nin eserlerini görmek, güzel yemekler yemek, bol bol sangria içmek, Erman'ın unutulmaz rövaşatası, yaptığımız uzuuun yürüyüşler olacak. Bir de Gaudi'nin Casa Batllo'sundaki caz akşamı yaparak müzik dolu gecelere farklı da olsa bir başlangıç yaptık.
Barselona'dan Hakan'ı İstanbul'a geri yolladıktan sonra tayfanın geri kalanıyla hemen bir araba kiraladık ve yaklaşık 3 saatlik mesafedeki Benicassim'e yollandık. Hemen o akşam önce Killers'ın solisti Brandon Flowers ve sonra da The Strokes ile kulaklarımızın paslarını sildik (arada çıkan, adını çok duyduğum ama bir türlü dinleme şansı bulamadığım Elbow tam bir hayal kırıklığıydı benim için). The Strokes'dan yeterince zevk almamı engelleyen vıdı vıdı konuşan ve bir türlü yerinde durmayıp sağa sola gezinip duran sarhoş ingilizlere bol bol giydirdiğim bu günü takip eden günde festivalin benim için en heyecan verici ismi olan Arctic Monkeys sahne aldı. Öncesinde Mumford & Sons 'ın seyirciyi ısıttığı bu gece benim için en unutulmaz müzik akşamlarından birisi olacak. Henüz 25 yaşında olan grup elemanlarının sahneyi dolduruşu, müziklerinin kalitesini canlı performansda da yansıtmaları, sadece şarkı söylerken değil sustukları anlarda da seyirciyi coşturmaları inanılmazdı.
Festivalin son gecesinde ise artık 6 günlük yorucu gezinin getirdiği bitkinlikle çimenlerde yatarak dinlenen Portishead ve 01.15'te sahneye çıkan, geçen sene Rock Werchter'de izleme şansı bulduğumuz Arcade Fire ile müzikle dolu gecelere bir süreliğine son verdik.
Bu kadar yüzeysel bir yazı için özür dilerim ama yoğunluktan bloga yeterince zaman ayıramıyorum ne yazık ki. Fiberfib için kısaca birkaç not daha girecek olursam,
- festival katılımcılarının yüzde 80'inini İngilizler oluşturuyor (British demek daha uygun olur)
- festival mekanı deniz kenarına yürüyerek 10 dakika mesafede. Gerçi biz kamp alanında değil, merkezde bir otelde kaldık.
- Headlinerlar 00.45 - 01.15 aralığında çıkıyor, sabahın 3'ünde bile gruplar sahne alıyor. Cuma gecesi Strokes konseri sonrasında sabahın ikibuçuğunda koskoca alanı terkeden bir biz vardık gibi hissettik diyebilirim.
- Benicassim'in denizi temiz ama dalgalı. Koskoca sahilleri var ve gördüğüm en güzel, temiz hatta ipek gibi kumlara sahip.
- Mert'in İngiltere Kraliçesi ile tanıştığı zaman için hazırladığı konuşma ve "How's Arthur?" sorusunu bir ara görmelisiniz.
- Son olarak da az kalsın Midget'i Benicassim sahillerinde boğacak olan Erman'a son anda vazgeçtiği ve Midget'ı bize bağışladığı için teşekkür ediyoruz.
Tembellikten yeni bir yazı yazamayacağım için burada kısaca bahsetmek istediğim bir müzik etkinliği daha var. İspanya'dan döndükten sonraki akşam bu sefer İstanbul Caz Festivali kapsamında Açıkhava Tiyatrosu'nda Paul Simon'ı izlemek için yoldaydık. Kaderin bir cilvesi, pazar gecesi Arcade Fire sonrası mekandan ayrılıp gece 2.30'da arabamıza doğru yürürken DJ alanından Paul Simon'ın Call me Al 'i çalıyordu ve biz daha o andan Salı günü yaşayacaığımız akşam için heyecanlanmaya başlamıştık. Artık iyice yaşlanan Simon'dan güzel bir konser bekliyorduk ama bu kadar başarılı bir performans hiç ama hiç öngörmüyorduk. 2 saatlik konser, mükemmel seyircinin de sayesinde harika geçti ve güzel bir İstanbul yaz akşamında güzel bir konserle şimdilik bu yazın planlı son konserini tamamladık. Aynı hafta içerisinde Arctic Monkeys ve Paul Simon gibi iki farklı çizgiden, iki farklı kuşaktan, iki farklı ortamda iki mükemmel performans izlemek çok tatmin ediciydi. Darısı önümüzdeki günlerin, yılların başına. Hep beraber...
30 Nisan 2011 Cumartesi
Palaniuk'tan iddiali bir roman : Olum Pornosu
Favori yazarim Chuck Palahniuk'un Turkceye cevrilen, benimse gecen sene yine dayanamayip Amerika'dan aldigim ama bir turlu okumaya firsat bulamadigim Olum Pornosu ya da orjinal adiyla Snuff'i kitapcilara cikar cikmaz heyecanla aldim ve hizla okudum. Yine konuya ditekt girecek olursam Palahniuk'un vasat eserlerinden birisi olmus. Kabul, tam onun cesaret edebilecegi ve korkmadan, cekinmeden yazabilecegi bir konu cevresinde onun imzasini hissedebileceginiz, alamet-i farikalarini gozlemleyebileceginiz bir roman ama daha onceki eserleriyle karsilastirinca daha dar bir cercevede ve en azindan kendi adima sonraki adimlari tahmin edilebilir bir calisma olmus.
Yine de, sozkonusu yazar Chuck Palahniuk olunca benim mutlaka okumalisiniz dememi herhalde artik yadirgamazsaniz yukaridaki nispeten olumsuz gorunebilecek goruslerden sonra. Palahniuk her zamanki gibi oncesinde ciddi bir arastirmaya girmis ve kitap boyunca sizi anekdotlarla doyuruyor. Konu kisaca, porno endustrisindeki son isini 600 erkekle birlikte oldugu bir film cekerek tamamlamak isteyen Cassie Wright adli porno film yildizi ve filmde siralarinin kendilerine gelmesini bekleyen 3 kisi ve asistan kizin agzindan anlatilan bir hikaye denebilir.
Porno kulturu hakkinda da bircok bilgi iceren bu romanla ilgili son olarak benden bir duzeltme : Turkce ceviride "yaglamaci" diye bence talihsiz bir sekilde cevrilen terim icin aslinda harika bir turkce karsilik vardir, "kiyakci". Simdi size ne oldugunu soylemeyeyim ama internette kisaca bir arastirirsaniz (eksisozlukte de bulabilirsiniz tahminen) nasil bir meslek grubundan bahsettigimi anlayabilir ve mevcut islerinizi daha da takdir etmenizi saglarsiniz.
Yine de, sozkonusu yazar Chuck Palahniuk olunca benim mutlaka okumalisiniz dememi herhalde artik yadirgamazsaniz yukaridaki nispeten olumsuz gorunebilecek goruslerden sonra. Palahniuk her zamanki gibi oncesinde ciddi bir arastirmaya girmis ve kitap boyunca sizi anekdotlarla doyuruyor. Konu kisaca, porno endustrisindeki son isini 600 erkekle birlikte oldugu bir film cekerek tamamlamak isteyen Cassie Wright adli porno film yildizi ve filmde siralarinin kendilerine gelmesini bekleyen 3 kisi ve asistan kizin agzindan anlatilan bir hikaye denebilir.
Porno kulturu hakkinda da bircok bilgi iceren bu romanla ilgili son olarak benden bir duzeltme : Turkce ceviride "yaglamaci" diye bence talihsiz bir sekilde cevrilen terim icin aslinda harika bir turkce karsilik vardir, "kiyakci". Simdi size ne oldugunu soylemeyeyim ama internette kisaca bir arastirirsaniz (eksisozlukte de bulabilirsiniz tahminen) nasil bir meslek grubundan bahsettigimi anlayabilir ve mevcut islerinizi daha da takdir etmenizi saglarsiniz.
Tom Robbins'den bir çocuk kitabı, "B, Bira"
Bu aralar çok şanslıyım, favori yazarlarımın kitapları ardarda Türkçeye çevriliyor. Chuck'tan sonra şimdi de Tom Robbins'den sürpriz olarak adlandırılabilecek bir kitap Türkçe yayınlandı, "B, Bira."
Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında geçen "çocuklar için yetişkin kitabı, yetişkinler için çocuk kitabı" bu kısa roman için çok doğru bir değerlendirme olmuş. Robbins milyonlarca insanın en favori içkisi olan bira hakkında çocuklara yönelik bir dille ve tarzla ama yetişkinlerin de zevk alacağı bir yazı denemesi yapmış ve onu tanıyan herkesin tahmin edebileceği gibi çok başarılı olmuş. Bu yaklaşık 100 sayfalık kitap küçük bir kız çocuğunu odağına alarak biranın yapılış hikayesini anlatıyor ve aynı zamanda her Robbins kitabında olduğu gibi olağandışı bir yan hikayeyi de bünyesinde barındırıyor, küçük Gracie'ye biranın hikayesini anlatan bir Bira Perisi.
Bu kısa kitabı okumakla kazanacağınız şeyler şunlar, eğer hala bilmiyorsanız (veya Amsterdam'daki Heieneken müzesine hiç gitmediyseniz) biranın üretim aşamalarını öğrenebilirsiniz; çocukken algılarımızın ne kadar açık ve hayalgücümüzün ne kadar geniş olduğunu hatırlayabilir ve şu anda dönüştüğünüz günlük hayatın anlamsız kaygılarına fazlasıyla önem veren kişiliğe üzülebilir, "anarşi"nin aslında her zaman o kadar da kötü bir şey olmadığı ve derinlerde bir yerde anarşist bir ruh barındırmanın önemini anımsayabilir ve son olarak da ayakkabılarınızı biraz daha gevşek bağlamanın ruh halinizi de rahatlatacağını öğrenebilirsiniz.
Bence Efes Pilsen'in veya Miller'ın sponsor oldukları festivallerde eşantiyon olarak dağıtmayı düşünürlerse şık bir düşünce olacak bu kitap hakkında kapanış olarak, Robbins'in beni çok rahatsız eden bir gözlemini aktarayım, "alışveriş merkezine her gittiğimizde ruhumuzdan bir parça kaybederiz". Bir baba olarak beni korkutan bir uyarı bu, umarım gerekli önlemleri alacak gücüm olur.
Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında geçen "çocuklar için yetişkin kitabı, yetişkinler için çocuk kitabı" bu kısa roman için çok doğru bir değerlendirme olmuş. Robbins milyonlarca insanın en favori içkisi olan bira hakkında çocuklara yönelik bir dille ve tarzla ama yetişkinlerin de zevk alacağı bir yazı denemesi yapmış ve onu tanıyan herkesin tahmin edebileceği gibi çok başarılı olmuş. Bu yaklaşık 100 sayfalık kitap küçük bir kız çocuğunu odağına alarak biranın yapılış hikayesini anlatıyor ve aynı zamanda her Robbins kitabında olduğu gibi olağandışı bir yan hikayeyi de bünyesinde barındırıyor, küçük Gracie'ye biranın hikayesini anlatan bir Bira Perisi.
Bu kısa kitabı okumakla kazanacağınız şeyler şunlar, eğer hala bilmiyorsanız (veya Amsterdam'daki Heieneken müzesine hiç gitmediyseniz) biranın üretim aşamalarını öğrenebilirsiniz; çocukken algılarımızın ne kadar açık ve hayalgücümüzün ne kadar geniş olduğunu hatırlayabilir ve şu anda dönüştüğünüz günlük hayatın anlamsız kaygılarına fazlasıyla önem veren kişiliğe üzülebilir, "anarşi"nin aslında her zaman o kadar da kötü bir şey olmadığı ve derinlerde bir yerde anarşist bir ruh barındırmanın önemini anımsayabilir ve son olarak da ayakkabılarınızı biraz daha gevşek bağlamanın ruh halinizi de rahatlatacağını öğrenebilirsiniz.
Bence Efes Pilsen'in veya Miller'ın sponsor oldukları festivallerde eşantiyon olarak dağıtmayı düşünürlerse şık bir düşünce olacak bu kitap hakkında kapanış olarak, Robbins'in beni çok rahatsız eden bir gözlemini aktarayım, "alışveriş merkezine her gittiğimizde ruhumuzdan bir parça kaybederiz". Bir baba olarak beni korkutan bir uyarı bu, umarım gerekli önlemleri alacak gücüm olur.
20 Şubat 2011 Pazar
Seriye baglanmis halde Hornby
Blogdaki son 2 kitap yazima bakarsaniz Nick Hornby'nin nispeten kisa derlemelerini okudugumu ve cok begendigimi gorursunuz. Hornby'nin kivrak ve zeki kaleminin tadini alinca acikcasi ara vermeden rafta okunmayi bekleyen romanlarindan birisine gecis yaptim, Juliet Ciplak.
Spor ve muzikle fazlasiyla icice olan Hornby'den yine cok dahiyane bir kitap adi ve fikriyle karsi karsiyayiz. Bilmiyorum muzik endustrisinde daha once kullanilmis bir kalip midir ama kitabin adi, "Juliet" adli bir albumun bildigimiz tabiriyle unplugged olarak piyasaya surulmus versiyonuna "Juliet, Ciplak" denmesinden geliyor. Kitap 80'lerin basinda birdenbire muzik yapmayi birakan ve inzivaya cekilen (burada da edebiyata ufak bir gonderme var denebilir, bkz. JD Salinger) Tucker Crowe ve onun bu kaybolusu sonrasi onu bir tur dahi olarak goren ve kaybolusu da dahil olmak uzere yaptigi her hareketin arkasinda bir anlam arayan ve internet uzerinden iletisim icinde olan insanlardan (aslinda ozellikle 2 tanesinden) bahsediyor.
"Juliet, Ciplak" Hornby'nin bir suredir ortaya cikardigi bence-vasat (Hornby standartlarina gore) romanlardan sonra kesinlikle bir geri donus olmus. Belki de dogru bir zamanda okudugum icin boyle hissediyorumdur bilmiyorum. İnsan iliskileri, hayatin cok hizli akip gitmesi, cocuk sahibi olmanin (ya da olmamanin) getirdigi baski gibi bircok konu uzerinde cok zekice gozlemler ve diyaloglar ortaya koyuyor. Kitap cok akici ve zekice yazilmis, hem zevkle okuyor hem de ayni anda derin dusuncelere dalabiliyorsunuz, mutlaka okumanizi tavsiye ederim.
Son olarak, kitaptan bir alinti, "... birinin ne hissettigini tatminkar bir bicimde ifade etme yetersizliginin, bizlerin ebedi trajedilerinden birisi oldugunu ifade etmeye calisiyordu."
Spor ve muzikle fazlasiyla icice olan Hornby'den yine cok dahiyane bir kitap adi ve fikriyle karsi karsiyayiz. Bilmiyorum muzik endustrisinde daha once kullanilmis bir kalip midir ama kitabin adi, "Juliet" adli bir albumun bildigimiz tabiriyle unplugged olarak piyasaya surulmus versiyonuna "Juliet, Ciplak" denmesinden geliyor. Kitap 80'lerin basinda birdenbire muzik yapmayi birakan ve inzivaya cekilen (burada da edebiyata ufak bir gonderme var denebilir, bkz. JD Salinger) Tucker Crowe ve onun bu kaybolusu sonrasi onu bir tur dahi olarak goren ve kaybolusu da dahil olmak uzere yaptigi her hareketin arkasinda bir anlam arayan ve internet uzerinden iletisim icinde olan insanlardan (aslinda ozellikle 2 tanesinden) bahsediyor.
"Juliet, Ciplak" Hornby'nin bir suredir ortaya cikardigi bence-vasat (Hornby standartlarina gore) romanlardan sonra kesinlikle bir geri donus olmus. Belki de dogru bir zamanda okudugum icin boyle hissediyorumdur bilmiyorum. İnsan iliskileri, hayatin cok hizli akip gitmesi, cocuk sahibi olmanin (ya da olmamanin) getirdigi baski gibi bircok konu uzerinde cok zekice gozlemler ve diyaloglar ortaya koyuyor. Kitap cok akici ve zekice yazilmis, hem zevkle okuyor hem de ayni anda derin dusuncelere dalabiliyorsunuz, mutlaka okumanizi tavsiye ederim.
Son olarak, kitaptan bir alinti, "... birinin ne hissettigini tatminkar bir bicimde ifade etme yetersizliginin, bizlerin ebedi trajedilerinden birisi oldugunu ifade etmeye calisiyordu."
9 Şubat 2011 Çarşamba
Bir sürpriz faktörü denemesi : Isobell Campbell ve Mark Lanegan
Geçtiğimiz cumartesi akşamı İstanbul'un nispeten yeni denebilecek konser mekanlarından Salon İKSV'de Isobell Campbell ve Mark Lanegan konserdindeydik Çiler'le. Bu konserin duyurusunu gördüğümde okuduğum kısa tanıtım yazısındaki "Belle and Sebastien" ve "Screaming Trees, Queens of the Stone Age" referanslarını görünce isimlerini açıkcası parçaları oldukları gruplar dışında hiç duymadığım bu iki ismin konserine biraz sürpriz faktörü olsun diye biraz da uzun süredir dışarı çıkmamış olmanın getirdiği hınçla gitme kararı verdim.
Öncelikle ilk defa görme şansı bulduğum mekandan bahsetmek istiyorum. Salon İKSV Şişhane'de Haliç'ten Tarlabaşı'na giden yol üzerinde hemen yol kenarında güzel bir lokasyona sahip. Hemen metro durağının çıkışında, etrafında bir sürü park yeri var, Tünel'e yürüyerek 5 dakika mesafede... Mekan hakkında sıfır bilgiyle gittiğim için ne ile karşılaşacağım konusunda pek bir fikrim yoktu, o nedenle içeri girince biraz şaşkınlık yaşamadım dersem yalan olur, çünkü karşımızda tam anlamıyla Babylon'un bir türevi vardı. Aynı ebatlar, benzer bir sahne, aynı balkon tipi ve bar formatı. İlk düşüncelerim İstanbul'da Babylon gibi güzel ve kaliteli bir mekan varken İKSV neden onlara alternatif bir yer yaratma gayretine girdi oldu, halbuki kaynaklarını önemli isimler getirmeye ayırabilir ve Babylon'u bu isimlerin sahne alacağı mekanlardan birisi olarak destekleyebilirdi. Ama biraz daha düşününce Babylon'un halihazırda yeterince iyi isimlere evsahipliği yaptığını ve Pozitif sayesinde kendi organizasyonlarını da düzenlediğini dikkate alınca biraz rekabetin iyi olacağını ve mekanların kalitesini artıracağını anladım. Hele bir süre önce Babylon'daki Tindersticks konserinde yaşadığımız konser esnasında bir türlü eksilmeyen bar gürültüsünü hatırlayınca açıkçası iyi de olmuş dedim. Gerçi burada da konser başladıktan sonra devam eden bar kargaşasını görünce tam sinirlenmeye başlamıştım ki, barın ışığı söndü ve sesler neredeyse sıfıra indi, hizmet vermeyi tam anlamıyla durdurdular mı emin değilim ama konserin ortamını bozacak hiçbir ses çıkmadı diyebilirim, umarım bu hassasiyetleri hep sürer.
Konsere geçecek olursak çok fazla birşey söyleyemeyeceğim ama sürpriz faktörü beni hayal kırıklığına uğratmadı. Yumuşak, derinden, fısıldarcasına şarkı söyleyen Campbell ile güçlü ama bir o kadar kontrollü, rock temelli Lanegan'ın birlikteliği ilk başta çok tezat gözükmesine rağmen çok ilginç bir sonuç ortaya çıkmış. Arkalrında yer alan bir gitar ve kontrbas ile akustik bir ortamda genelde çok yavaş ve yumuşak şarkıları tek tek çok güzel ve kaliteli olmalarına rağmen arka arkaya 15 tanesini dinleyince açıkçası biraz terapi gibi oldu. Çıkışta kulak misafiri olduğumuz bir diyalogda yapılan bir tespite katılmamak elde değil, "hadi eve gidip uyuyalım, tam o moddayım." Bu hissi yukarıda bahsini ettiğim Tindersticks konserinde de yaşamıştım, Tindersticks favori gruplarımdan birisi olmasına rağmen arka arkaya 15 şarkısını dinlemek açıkçası eğer fazlasıyla down modda değilseniz (ki o halde de dinlemek iyi gelmez herhalde) ya da down olmak gibi özel bir isteğiniz yoksa fazla geliyor.
Son olarak konser sonrasında okuduğum yazılardan bazılarında Lanegan'dan bahsederlerken Tom Waits'e benzettiklerini gördüm. Waits'in gençlik zamanlarındaki konserlerini bilmiyorum ve kayıtlarını da izlemedim ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki 2008'de izlediğim Tom Waits izleyicisini idare etmeyi çok iyi bilen, onlarla iletişim içinde olan bir müzisyendir, Lanagean ise tüm konser boyunca kafasını nerdeyse yerden hiç kaldırmadan şarkılarını söyledi ve gitti. Bunu cool olarak adlandırmak bence çok saflık olur; aynı şekilde vokallerini de en azından bu performansıyla karşılaştırmak istemem, Lanegan'ın iyi olduğu belli ama referans olarak Tom Waits'i alırsanız Lanegan'ı harcarsınız bence.
Öncelikle ilk defa görme şansı bulduğum mekandan bahsetmek istiyorum. Salon İKSV Şişhane'de Haliç'ten Tarlabaşı'na giden yol üzerinde hemen yol kenarında güzel bir lokasyona sahip. Hemen metro durağının çıkışında, etrafında bir sürü park yeri var, Tünel'e yürüyerek 5 dakika mesafede... Mekan hakkında sıfır bilgiyle gittiğim için ne ile karşılaşacağım konusunda pek bir fikrim yoktu, o nedenle içeri girince biraz şaşkınlık yaşamadım dersem yalan olur, çünkü karşımızda tam anlamıyla Babylon'un bir türevi vardı. Aynı ebatlar, benzer bir sahne, aynı balkon tipi ve bar formatı. İlk düşüncelerim İstanbul'da Babylon gibi güzel ve kaliteli bir mekan varken İKSV neden onlara alternatif bir yer yaratma gayretine girdi oldu, halbuki kaynaklarını önemli isimler getirmeye ayırabilir ve Babylon'u bu isimlerin sahne alacağı mekanlardan birisi olarak destekleyebilirdi. Ama biraz daha düşününce Babylon'un halihazırda yeterince iyi isimlere evsahipliği yaptığını ve Pozitif sayesinde kendi organizasyonlarını da düzenlediğini dikkate alınca biraz rekabetin iyi olacağını ve mekanların kalitesini artıracağını anladım. Hele bir süre önce Babylon'daki Tindersticks konserinde yaşadığımız konser esnasında bir türlü eksilmeyen bar gürültüsünü hatırlayınca açıkçası iyi de olmuş dedim. Gerçi burada da konser başladıktan sonra devam eden bar kargaşasını görünce tam sinirlenmeye başlamıştım ki, barın ışığı söndü ve sesler neredeyse sıfıra indi, hizmet vermeyi tam anlamıyla durdurdular mı emin değilim ama konserin ortamını bozacak hiçbir ses çıkmadı diyebilirim, umarım bu hassasiyetleri hep sürer.
Konsere geçecek olursak çok fazla birşey söyleyemeyeceğim ama sürpriz faktörü beni hayal kırıklığına uğratmadı. Yumuşak, derinden, fısıldarcasına şarkı söyleyen Campbell ile güçlü ama bir o kadar kontrollü, rock temelli Lanegan'ın birlikteliği ilk başta çok tezat gözükmesine rağmen çok ilginç bir sonuç ortaya çıkmış. Arkalrında yer alan bir gitar ve kontrbas ile akustik bir ortamda genelde çok yavaş ve yumuşak şarkıları tek tek çok güzel ve kaliteli olmalarına rağmen arka arkaya 15 tanesini dinleyince açıkçası biraz terapi gibi oldu. Çıkışta kulak misafiri olduğumuz bir diyalogda yapılan bir tespite katılmamak elde değil, "hadi eve gidip uyuyalım, tam o moddayım." Bu hissi yukarıda bahsini ettiğim Tindersticks konserinde de yaşamıştım, Tindersticks favori gruplarımdan birisi olmasına rağmen arka arkaya 15 şarkısını dinlemek açıkçası eğer fazlasıyla down modda değilseniz (ki o halde de dinlemek iyi gelmez herhalde) ya da down olmak gibi özel bir isteğiniz yoksa fazla geliyor.
Son olarak konser sonrasında okuduğum yazılardan bazılarında Lanegan'dan bahsederlerken Tom Waits'e benzettiklerini gördüm. Waits'in gençlik zamanlarındaki konserlerini bilmiyorum ve kayıtlarını da izlemedim ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki 2008'de izlediğim Tom Waits izleyicisini idare etmeyi çok iyi bilen, onlarla iletişim içinde olan bir müzisyendir, Lanagean ise tüm konser boyunca kafasını nerdeyse yerden hiç kaldırmadan şarkılarını söyledi ve gitti. Bunu cool olarak adlandırmak bence çok saflık olur; aynı şekilde vokallerini de en azından bu performansıyla karşılaştırmak istemem, Lanegan'ın iyi olduğu belli ama referans olarak Tom Waits'i alırsanız Lanegan'ı harcarsınız bence.
24 Ocak 2011 Pazartesi
Nick Hornby hep dergilere yazsin #2
Bir önceki yazımı Meriç'in pedagogunun bekleme odasında iphone üzerinden hızla yazmaya çalıştığımdan yazının başlığındaki ana fikri tam vermemişim gibi hissediyorum. Buradan sizin çıkarma yapma konusunda beceriksizmişsiniz fikri vermek istemem ama yine de biliyorum ki, "ne kadar iyi anlatırsan anlat, anlatabildiğin karşındakinin anlayabildiği kadardır", o nedenle mümkün olduğunca açık olmak her zaman tercih sebebimdir.
Bu kadar uzun bir girizgahtan sonra diyorum ki, Hornby'nin kısa yazılar o kadar eğlenceliki ve son yazdığı 1-2 roman bana göre o kadar vasatın biraz üzeriki, ben onun hep güncel olaylar ve konular üzerine bu denli zeki yazılar yazmasını tercih ederim. Hep müzik, kitap ve Arsenal yazsın mesela...
Shakespeare Para İçin Yazdı'nın Believer dergisinde yazdığı yazıların bir toplaması olduğunu söylemiştim, onun hemen ardından aslında bu toplamaların ilk kitabı olan ve uzun süredir kitaplık rafımda sırasının gelmesini bekleyen "Hece Cümbüşü"nü okudum. Gördüğünüz gibi aynı yazarın aynı çerçevede yazdığı iki kitabın aslında ikincisi sırf adı daha çekici geldiği için seçmişim, bu da kitapların adının aslında ilk intibayı bırakmadaki etkisini gösteriyor.
Hece Cümbüşü için özel bir yazıya gerek yok, Shakespeare Para için Yazdı'da ne söylediysem bunun için de geçerli, bkz. bir önceki yazım. Kitaptan sadece çok hoşuma giden bir alıntı yapıp bu seferki birlikteliğimizin sonuna geleceğim. Amerikan okurlarına kriket sporu hakkında okuduğu bir kitabı tanıttıktan sonra yazısını şöyle bitiriyor Hornby : "... Bu kitabı okumayacağınızı biliyorum. Öyleyse şöyle diyelim : Ben sizler adına da okudum ve hepimiz çok keyif aldık."
Bu kadar uzun bir girizgahtan sonra diyorum ki, Hornby'nin kısa yazılar o kadar eğlenceliki ve son yazdığı 1-2 roman bana göre o kadar vasatın biraz üzeriki, ben onun hep güncel olaylar ve konular üzerine bu denli zeki yazılar yazmasını tercih ederim. Hep müzik, kitap ve Arsenal yazsın mesela...
Shakespeare Para İçin Yazdı'nın Believer dergisinde yazdığı yazıların bir toplaması olduğunu söylemiştim, onun hemen ardından aslında bu toplamaların ilk kitabı olan ve uzun süredir kitaplık rafımda sırasının gelmesini bekleyen "Hece Cümbüşü"nü okudum. Gördüğünüz gibi aynı yazarın aynı çerçevede yazdığı iki kitabın aslında ikincisi sırf adı daha çekici geldiği için seçmişim, bu da kitapların adının aslında ilk intibayı bırakmadaki etkisini gösteriyor.
Hece Cümbüşü için özel bir yazıya gerek yok, Shakespeare Para için Yazdı'da ne söylediysem bunun için de geçerli, bkz. bir önceki yazım. Kitaptan sadece çok hoşuma giden bir alıntı yapıp bu seferki birlikteliğimizin sonuna geleceğim. Amerikan okurlarına kriket sporu hakkında okuduğu bir kitabı tanıttıktan sonra yazısını şöyle bitiriyor Hornby : "... Bu kitabı okumayacağınızı biliyorum. Öyleyse şöyle diyelim : Ben sizler adına da okudum ve hepimiz çok keyif aldık."
8 Ocak 2011 Cumartesi
Nick Hornby hep dergilere yazsin
Bir cok kez tekrarlamis oldugum uzere en sevdigim ve eserlerini ilgiyle takip ettigim modern yazarlardan birisi olan Nick Hornby'nin "Shakespeare Para İcin Yazdi" adli, ABD'de yayinlanan Believer adli bir dergi icin yazdigi kitap elestirilerinin bir derlemesini okudum.
Yine direkt konuya girecek olursam bu sasirtici derecede eglenceli kitabi okurken Hornby'nin populer kultur uzerine bu tarz elestiri mi dersiniz, inceleme mi dersiniz makaleler yazsin diye karar aldim, sira bunu kendisine nasil haber vermem gerektigine geldi (twitter hesabi var mi diye baktim ama sanirim yok). 2006 ile 2008 yillari arasinda yazdigi bu kitap elestirilerinde Hornby daha once 31 Sarki kitabinda yaptigi gibi kimseyi eglendirmek icin degil, entel zumreler ne der diye kendisini kasmadan ve kendini kanitlamak kaygisini coktan asmis bir insan olarak okudugu kitaplar hakkindaki goruslerini direkt olarak sunuyor. Bunu da cok ilginc bir bicimde son derece eglenceli kilmanin yolunu bulmus. Okudugu kitaplarin hicbirisini okumadim, acikcasi 1-2 tanesi haricinde okumayi dusundugum de cikmadi ama yine de kitaptan cok zevk aldim (en ilgimi ceken kitap Daniel Pennac'in Reader's Rights adli bir kitap oldu ama henuz turkceye cevrilmemis, ingilizcesini mi alsam diye dusunuyorum). Kitabin en ilginc yazilarindan birisi 2006'daki Dunya Kupasi maclari nedeniyle o 1 ay hic kitap okumadigini Amerikalilara anlattigi yaziydi.
Hazir konu Hornby'den acilmisken uzun bir suredir haber vermek istedigim projesini henuz duymamis olanlariniza duyurayim. Nick Hornby ve Ben Folds Five grubundan tanidigimiz Ben Folds ortak bir girisimle bir muzik albumu cikarttilar. Hornby'nin sozleri Folds'un da muzigi hallettigini soylememe gerek yok sanirim. Albumun ilk single'i From Above bence 2010 yilinin en guzel sarkilarindan birisi, kesinlikle bulun ve dinleyin, hatta youtube'dan klibini seyredin, o da bayagi hos olmus. Sarkiyi dinlerken sozlerine ozellikle dikkat etmenizi rica ederim, o zaman aslinda huzunlu olmasi gereken bir sarkini ne kadar eglenceli olduguna daha cok sasiracaksiniz. Bir cumlesi hep aklimda mesela, "maybe we're the unlucky ones".
Son olarak 2000 yilindaki rezaletten beri bir turlu tekrardan isinamadigim Arsenal ile tekrar kismen de olsa barismam Hornby yuzundendir, Arsenal boyle bir taraftari oldugu icin cok sansli bir kulup.
Yine direkt konuya girecek olursam bu sasirtici derecede eglenceli kitabi okurken Hornby'nin populer kultur uzerine bu tarz elestiri mi dersiniz, inceleme mi dersiniz makaleler yazsin diye karar aldim, sira bunu kendisine nasil haber vermem gerektigine geldi (twitter hesabi var mi diye baktim ama sanirim yok). 2006 ile 2008 yillari arasinda yazdigi bu kitap elestirilerinde Hornby daha once 31 Sarki kitabinda yaptigi gibi kimseyi eglendirmek icin degil, entel zumreler ne der diye kendisini kasmadan ve kendini kanitlamak kaygisini coktan asmis bir insan olarak okudugu kitaplar hakkindaki goruslerini direkt olarak sunuyor. Bunu da cok ilginc bir bicimde son derece eglenceli kilmanin yolunu bulmus. Okudugu kitaplarin hicbirisini okumadim, acikcasi 1-2 tanesi haricinde okumayi dusundugum de cikmadi ama yine de kitaptan cok zevk aldim (en ilgimi ceken kitap Daniel Pennac'in Reader's Rights adli bir kitap oldu ama henuz turkceye cevrilmemis, ingilizcesini mi alsam diye dusunuyorum). Kitabin en ilginc yazilarindan birisi 2006'daki Dunya Kupasi maclari nedeniyle o 1 ay hic kitap okumadigini Amerikalilara anlattigi yaziydi.
Hazir konu Hornby'den acilmisken uzun bir suredir haber vermek istedigim projesini henuz duymamis olanlariniza duyurayim. Nick Hornby ve Ben Folds Five grubundan tanidigimiz Ben Folds ortak bir girisimle bir muzik albumu cikarttilar. Hornby'nin sozleri Folds'un da muzigi hallettigini soylememe gerek yok sanirim. Albumun ilk single'i From Above bence 2010 yilinin en guzel sarkilarindan birisi, kesinlikle bulun ve dinleyin, hatta youtube'dan klibini seyredin, o da bayagi hos olmus. Sarkiyi dinlerken sozlerine ozellikle dikkat etmenizi rica ederim, o zaman aslinda huzunlu olmasi gereken bir sarkini ne kadar eglenceli olduguna daha cok sasiracaksiniz. Bir cumlesi hep aklimda mesela, "maybe we're the unlucky ones".
Son olarak 2000 yilindaki rezaletten beri bir turlu tekrardan isinamadigim Arsenal ile tekrar kismen de olsa barismam Hornby yuzundendir, Arsenal boyle bir taraftari oldugu icin cok sansli bir kulup.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)