27 Eylül 2008 Cumartesi
A boy named Sue
Herhalde çok komik olduğunu düşünmüştü - ki gerçekten de birçok kişiye kahkaha malzemesi olmadı değil adım. Anlaşılan tüm hayatım boyunca bu konuda mücadele etmem gerekecekti. Bazıları adımı duyduğunda çok da gizleme gereği duymadan kıkırdamaya başlardı ve ben kıpkırmızı olurdum, bazıları ise kahkahayı koparırdı işte onların kafalarını duvara çarpardım. Size söylüyorum işte, adı Sue olan birisi için hayat hiç de kolay olmuyor dostlar.
Yıllar çabucak geçti ve ben de bu geçen yıllarda sertleştim ve "sağlam" bir herif olup çıktım, ayıptır söylemesi yumruklarım balyoz, anlayışım ise zehir gibiydi artık. Bir şehirden diğerine yolculuk edip durdum utancımı gizlemek adına ama ayın ve yıldızların üzerine yemin ettim, bana bu ismin veren o adamı hangi delikte olursa olsun bulup öldürecektim.
Geçtiğimiz Temmuzun ortalarında o anki durağım olan bir kasabada kurumuş boğazımı serinletmek için bir bara yollandım. Allahın unuttuğu çamurlu bir sokağın dibindeki bu barda işte bana "Sue" adını koyan kokuşmuş, uyuz itoğluiti bir masada otururken gördüm. O yılanın babam olduğunu, annemin sakladığı yıpranmış bir resimden anladım, kem gözleri hiç değişmemişti. Yılların omuzlarına getirdiği yük kamburundan belli oluyorsa da hala yapılıydı, saçları iyice kırlaşmıştı; orada durmuş onu keserken kanımın çekildiğini hissediyordum, sonunda kendimi toparlayıp yanına yaklaşıp kendimi tanıttım, "Nasılsın dostum, benim adım Sue! Ölmeye hazırlansan iyi olur doğrusu"
Öyle bir oturttum ki alnının ortasına sandalyesinden yuvarlanıp yere kapaklandı, ama öyle hızlı kalktı ki yerinden ben daha ne olup bittiğini anlayamadan nereden çıkarttığını kestiremedğim bıçağıyla kulağımın bir kısmını almıştı bile. Boş durmadım tabi, aldığım gibi sandalyelerden birisini dağıttım dişlerini. Sarmaş dolaş bir şekilde birbirimizi duvara çarptık, oradan kapının dışına yuvarlandık; çamurun ve biranın ve kendi kanımızın karıştığı salyasümükle birbirimizi tekmeliyor, yumrukluyor, gözümüzü oymaya çalışıyorduk.
Aslına bakarsanız o adi heriften daha sağlam adamlarla çok kapışmıştım ama bu herif de az değildi hani, katır gibi tepiyor, timsah gibi ısırıyordu. Savurduğum yerde yatarken adamın güldüğünü ve sövdüğünü duydum, aynı anda silahına yöneldi ama ben herifçioğlundan daha hızlı davrandım. Silahım suratına doğrulmuşken adam sakince oturmuş bana gülümseyerek bakıyordu.
İkimiz de öylece dururken bana dedi ki : "Oğlum, hayat zor ve acımasız, eğer bu savaştan ayakta çıkmak istiyorsan senin de sert olman gerekir. Bense tüm bu süreçte destek olmak adına yanında olamayacağımı biliyordum. İşte o yüzden sana bu ismi verip hoşçakal dedim. Biliyordum ki ya çelik gibi sert olacak ya da ölecektin, şimdi gururla söyleyebilirim ki sanırım bu kadar sağlam olmanın nedeni adın."
Konuşmasını sürdürdü : " Benimle yaptığın şu kavga inanılmazdı ve açıkça görebiliyorum ki benden nefret ediyorsun ve ölmemi istiyorsun, işin doğrusu şunu ki yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Ama beni öldürmeden önce teşekkür etmen gerektiğine inanıyorum, ne de olsa sana "Sue" adını koyan orospu çocuğu benim."
Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım, orada öylece kalakaldım ve silahımı indirdim. Ben ona baba dedim, o bana oğlum, işin sonunda ise çok farklı bir bakış açısıyla çıktım. Hala arada sırada düşünürüm onu, ne zaman birşeyler başarmaya çalışsam ve başarsam. Ama bir gün oğlum olursa sanırım ona Bill veya George adını vereceğim, herhangi bir ad olabilir ama kesinlikle Sue değil! O isimden hala nefret ediyorum..."
Kısa bir süre içerisinde "Ağır Abiler" serisine konu olacak Johnny Cash'in çok sevdiğim bir şarkısının sözlerini ingilizceden türkçeye çevirdim ama düz yazıyı tercih ettim ve öyküleştirmeye çalıştım. Umarım güzel olmuştur...
23 Eylül 2008 Salı
Karanlığı Taramak'tan
"...Bir zamanlar tanıdığı, Tanrıyı gören birini düşündü Donna. Bir asit uçuşundan sonra, geçmişe yolculuk halinde Tanrıyı görmüştü, yüksek dozlarda suda eriyen vitaminlerle deneyler yapıyordu. Beyindeki sinirsel ateşlemeyi geliştirmesi, hızlandırması ve senkronize etmesi gereken ortomoleküler formülle. Ama yalnızca zekasının artması gerekirken, Tanrıyı görmüştü. Bu tam bir sürpriz olmuştu... Tanrıyı gördükten sonra kendini gerçekten çok iyi hissetti, bir sene kadar. Ve arkasından çok kötü hissetmeye başladı. Daha önce hiç olmadığı kadar. Çünkü bir gün bir daha asla Tanrıyı göremeyeceğini anlamaya başladı; geri kalan yaşamının tümü boyunca, on yıllarca, belki elli yıl boyunca yaşayacak, ama her zamankinden farklı bir şey görmeyecekti. Hepimizin gördüğü dışında yani. Tanrıyı görmemiş olsa olacağından daha kötü durumdaydı artık..."
21 Eylül 2008 Pazar
West Side Story
Yine Atina'dayım. Yunanların aşırı öne çıkan Akdeniz kimliği nedeniyle işler bir türlü yürümeyince mantıken çok önce bitmiş olması gereken bakım süreci hala devam ediyor. Devlet şirketi olmasının da etkisi var bu sürecin uzunluğunda, kimse sorgulamıyor nasıl olsa.
Bu seferki ziyaretimin sahne sanatları açısından bana getirisi Batı Yakası Hikayesi'ni izlemek oldu. Ünlü müzikalin 50. yıl (ilk gösterisi 1957'de olmuş, inanılmaz) kutlamaları çerçevesinde bir dünya turu planlanmış ve bunun bir bacağı olarak da Atina'da yaklaşık 20 gün boyunca sahneye çıkıyorlar. Ben de bu fırsatı değerlendirip izleyeyim dedim.
Oyun Badminton Theatre adlı bir mekanda sahnelendi, anladığım kadarıyla Atina'nın AKM'si olarak adlandırılabilecek bir yer ama daha güzeli. Anfi tiyatro (ne de olsa Antik Yunandan gelen bir alışkanlıkları var) şeklindeki salon büyük sahnesi, kaliteli ses sistemi, rahat koltukları ve ferahlatıcı atmosferi ile (size de oluyor mu bilmiyorum ama ne zaman AKM'ye gitsem ışıklandırmadan mıdır, balkonların salona verdiği basıklık etkisinden midir nedir içim biraz sıkılır) iyi bir gösteri merkezi olarak sınıflandırılabilir.
Müzikal hakkında görüşüm ise vasatın üzerinde olduğuydu. Aslında tam beklediğim gibiydi, kafamdakilerin üzerine çıkamayınca ister istemez ben bunu görmüştüm hissine kapılıyor insan. Gerçi bol Oscar almış film versiyonunu izlemedim, oyunu da daha önce görmedim (İstanbul Devlet Opera ve Balesi sahnelemişti halbuki) ama belki de popüler olmasının getirdiği her yerde bir parçasını görmüş olmam etkili olmuştur. Aslında bir uyarlamasını gördüm diyebilirim. Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ı hatırlarsınız filme çekilmesinden sonra bir de dans tiyatrosu eserine uyarlanmış ve hatta müziklerini Fahir Atakoğlu yapmıştı. Kitabı okumadım, filmi de izlemedim (Mustafa Altıoklar'ın çektiği filmlere kılım da) ama oyununu izledim işte. Üzerinden yıllar geçtiği detayları çok net hatırlamıyorum ama beğendiğimi hatırlıyorum. Daha sonra oyunu Broadway'e de götürüp Doğu Yakası Hikayesi adıyla sahneleyeceklerdi ama takip edemedim ne oldu, ne yaptılar diye. Dün Batı Yakası Hikayesi'ni izlerken işte Ağır Roman'ı hatırladım, hafızam beni yanıltmıyorsa dekorları neredeyse aynıydı, sanırım bizimkiler başarılı bir eseri örneklemek yoluna gitmişler ama günahlarını almayayım, çok net hatırlamıyorum dediğim gibi.
Dünkü gösteriye geri dönecek olursam, herşey ortalamaydı, oyunculuk, dansçılık, şarkıcılık... Koreografi, müzikler normal olarak harikaydı, kalabalık bir kadronun aynı anda sahnede yer aldığı dakikalarda her detayın düşünülmüş olması, devamlı sahneyi kesen geçişler, dansçıların uyumu ve tabii o klasik şarkılar (özellikle Somewhere, America, Tonight ve I feel pretty) eserin neden 50. yılına kadar geldiğini anlatıyordu. Ancak dediğim gibi başroldeki sanatçıların öyle ahım şahım bir performans ortaya koymadıklarını düşünüyorum, ortalamanın üzerinde değillerdi, ya da benim iyi bir dayak yemem gerekiyordur bilmiyorum, yazarken bile şuna bak adam olmuş da West Side Story'nin dünya turnesi kapsamındaki gösterisini eleştiriyor diye düşünüyorum hakkımda :)) Neyse işte...
Ama eğer Devlet Opera ve Balesi eseri tekrar sahneleyecek olursa mutlaka gideceğim, bizimkilerle karşılaştırma şansı olsun diye.
Not : Sanırım üzerimde çok etki bırakmamasının nedenlerinden birisi de, yalnız izlemiş olmam, insanın yanında sevdiği olmayınca bu tip organizasyonlarda alınan zevk çok aşağı düşüyor. Bazı şeyler paylaştıkça güzelleşiyor.
19 Eylül 2008 Cuma
Quantum of Solace ve Bond Kızları
1. Famke Janssen : Kişisel bir numaram. Goldeneye'da canlandırdığı Xenia Onatopp karakteri görebileceğiniz en seksi kötü kadınlardan bir tanesidir. Soyadına dikkat lütfen (Bond filmlerindeki kadın karakterlerin birçoğunun adında seksi göndermeler bulunur, örneğin Pussy Galore, Chew Mee, Holly Goodhead, Mary Goodnight, Plenty O'Toole).
2. Ursula Andress : Belki de Bond kızı kavramının oluşmasına neden olan kadın. İlk James Bond filmi olan (en azından ünlü serinin ilk halkası diyelim, yoksa daha öncesinde çekilmiş ve içinde Bond karakterinin yer aldığı Casino Royal adlı bir film vardır, David Niven canlandırır Bond'u) Dr. No'da canlandırdığı Honey Ryder karakterinin ünlü denizden bikiniyle çıkma sahnesi unutulmazlar arasındadır. Nitekim Halle Berry'nin Bond kızını oynadığı Die Another Day'de bu sahneye bir saygı duruşu yapılır.
3. Eva Green : Casino Royal'da canlandırdığı Vesper Lynd karakteriyle listeme çok zorlanmadan girmeyi başardı. Yüz güzelliği çocuksu olarak nitelendirilse de gözleri çok şey anlatıyor. Filmin beklenenden öte başarıya ulaşmasında onun da parmağı var diyorum.
4. Denise Richards : The World is not Enough'da canlandırdığı Christmas Jones karakteriyle listemdeki 3. kendi kuşak Bond kızı seçimim oldu. Bu kadar kalın kaşlar bir kadına ender yakışır ama o şanslı olanlardan.
5. Honor Blackman : Goldfinger'da canlandırdığı Pussy Galore karakteri listedeki diğer seçimlerime göre biraz daha kadınsı bir karakter, aynı zamanda işin içine havacılık da giriyor, bir pilotu canlandırmasından torpilli.
13 Eylül 2008 Cumartesi
All Along the Watchtower @ Battlestar Galactica
Bu akşam televizyona bakarken cnbc-e'de Battlestar Galactica'nın 3. sezon final bölümünün tekrar yayınını gördüm (yarın akşam 4. sezonu yayınlamaya başlıyorlar da) ve birkaç ay önce izlemiş olsam da gözucuyla tekrar bakmaya engel olamadım. Diziyi çok sevmemin dışında bakmamın nedeni bölümün finalinde açıklanacak gizli saylonların 4 tanesinin kimliğinin ortaya çıkış sahnesiydi. Aslında 1-2 bölümdür imalar ortaya çıkmaya başlamıştı ama ortada bir gariplik vardı, bazı karakterler bir müzik duyuyorlar ve ilk bakışta anlamız gelen bazı sözler mırıldanıyordu. Açıkçası sözler biraz tanıdık gelmiş olsa da bölümlerin ayrı noktalarında geçtiğinden noktaları ilk başta birleştirememiştim. Ne zaman ki final bölümünün sonları yaklaşıp da gizin açıklanma zamanı geldi, müzik daha duyulur sözlerse ardarda dizilmeye başladı. İşte o noktada şimşek çaktı bende, saylon olduklarını anladığımız karakterler (onlar da o anda anlamaya başlıyodu saylon olduklarını) All Along the Watchtower'ın başlangıç sözlerini mırıldanıyorlardı. There must be some kinda way out of here, said the joker to the thief, theres too much confusion i cant get no relief... Çok sevdiğim bir Bob Dylan şarkısı olan All Along The Watchtower yakınlarda Bryan Ferry tarafından da yorumlanmış (hatta Açıkhava'da canlı da izleme şansı yakalamıştık) ama ününü belki de asıl olarak Jimmy Hendrix sayesinde yapmıştır. Hendrix'in coverı o kadar etkileyicidir ki Dylan bile ona saygısını belirtmiştir.
Bölümün sonunda birbirinden ayrı 4 karakter dizeleri mırıldanarak aynı yere doğru yollanırlar ve saylon olduklarını anlarlar. Bölümün kapanış sekansında şarkının çok değişik bir coverını dinleriz ve akıl ürünü bir senaryo ile iyi müzik birlikteliğine şahit oluruz. Aslında müzikle konunun direkt bir alakası da yoktur, sadece güzel bir popüler kültür göndermesidir, entelektüel seyirci kitlesi için bir sürpriz girişimidir, zaten yeterince ilginç gelişen konunun doruk noktasına eklenen, krema üzerindeki bir vişne tanesidir. İzlerken yüzünüze bir gülümseme yayılır ve müzik klasörünüzü açıp şarkının değişik yorumlarını tekrar dinleme isteği duyarsınız.
12 Eylül 2008 Cuma
İlk Paul Auster'ımı Okudum...
Paul Auster son 20 yılın en popüler ve aynı zamanda en yetenekli Amerikalı yazarlarından gösteriliyorsa da, bendeki imajı zor okunan bir yazar olduğu şeklinde olduğundan şimdiye kadar hiç okumaya çalışmadım, merak da etmedim. Uygun zamanın gelmesini bekledim diyebilirim ama zamanı neye göre belirlediğimi söyleyemem. En sonunda bir kitabını seçmeye ve şansımı denemeye karar verdim ve sonuç olarak Yükseklik Korkusu'nu (Mr. Vertigo) okudum. Komik gelebilir ama seçme nedenlerimden birisi Hitchcock'un çok sevdiğim Vertigo filmini çağrıştırmasıydı ve kitabın arkasındaki özet/yorumlar da kitap konusunda olumlu izlenimler verdi açıkçası.
Kitap kısaca, sokaklarda büyüyen bir çocuğun bir adamla karşılaşmasını ve adamın ona uçmayı öğreteceğini vaat ederek kendisiyle gelmesini istemesiyle başlıyor ve bu konu üzerinde gelişiyor. Daha sonra "Harika Çocuk Walt" olacak çocukla "Yehudi Usta"nın hikayesi böyle başlıyor ve 250 sayfa boyunca devam ediyor. Uçmayı öğrenme sürecinde çektiği sıkıntılar, yaşlı bir kızılderili kadın ve kendisi gibi seçilmiş dahi bir zenci çocukla olan ilişkileri daha da önemlisi Yehudi Usta'nın ona hayat konusunda verdiği derslerle akıyor kitap ve her sayfası insana ilginç bir tat bırakıyor. Kitapta bol bol acı, ölüm varmış gibi görünse de insanın damarlarına bir iyimserlik duygusu salıyor aynı zamanda. Auster'ın hikaye anlatımı konusunda becerisi (ve tabii ki İlknur Özdemir'in başarılı çevirisi) gerçekten de övgüyü hakediyor. Okudukça devamını getirme konusunda içimde bir istek duydum ve kısa zamanda kitabı bitirdim. İlk Auster'ım olarak seçilebilecek belki de en uygun kitaplardan birisini seçmenin ve Auster'ı geç de olsa keşfetmiş (!) olmanın mutluluğu ve gazıyla şimdi kendime Auster'ın 2 kitabını daha belirledim ve aralara başka yazarlardan 1-2 kitap koymak suretiyle onları da kısa zamanda okuyacağım (seçtiğim kitaplar Leviathan ve Köşeye Kıstırmak).
10 Eylül 2008 Çarşamba
Ferris Bueller... Bueller?
Film boyunca birçok eğlenceli sekans ve tekrar eden hoşluklar var, mesela filmin başında Ferris'in okuldaki arkadaşlarına telefonda çok hastalandığını ve hatta ölüm tehlikesi yaşadığını söylemesinin ardından okulda bir kampanya başlatılır ve film boyunca aralarda görürüz bu girişimi, "Save Ferris". (Hatta bu isimde çok ünlü olmasa bile bir müzik grubu da kurulmuştur yakın zamanda, Come On Eileen'in başarılı bir coverları vardır, benim de müzik listemde yer alır.) Bir de çok komik bir ekonomi profesörü vardır okulun, onun derslerine dikkat edersiniz. Son olarak filmin sonunda jenerikleri izleyin, hem jenerik boyunca hem de sonunda hoş bir iki sahne daha var.
5 Eylül 2008 Cuma
Nick Hornby
Benim Nick Hornby'i keşfetmem ise çok net olarak hatırlamıyorsam da sanırım High Fidelity ile oldu. Daha öncesinde Fever Pitch adındaki kitabının ününü duymuştum ama Türkçe'ye çevrilmemiş olması ve o dönemlerde de benim yurtdışı ile pek alakam olmaması nedeniyle okuma şansım olmamıştı. John Cusack'ın başrolde oynadığı High Fidelity, bir plak dükkanı olan 30'larındaki kahramınımızın kız arkadaşının onu terk etmesinin ardından geçmişteki ilişkilerini irdelemesi ve nerede yanlış yaptığını aramasını konu ediyordu. Böyle söyleyince biraz psikolojik bir filma havası yaratsa da, filmin (ve tabii ki kitabın) müzikle içiçe olması ve yan karakterlerin renkliliği, filmi seyredilesi ve kitabı da okunası yapıyor. Filmi çok beğenmiş, daha sonra yurtdışından aldığım ingilizce kitabını da çok severek okumuştum. Kardeş blog Across The Universe'de Midget kardeşimin yaptığı "En iyi 5 ..." listelerinin kaynağı işte bu kitaptır. Kitap boyunca arkadşlarıyla beraber en iyi 5 listeleri yapar durur kahramanımız. Yıllar sonra kitap Türkçe'ye Sel Yayıncılık tarafından Ölümüne Sadakat adıyla çevrildi ve açıkçası çok da güzel bir kapağı var. Türkçesini okumadığım için çevirinin başarılı olup olmadığı konusunda ne yazık ki bir yorum yapamayacağım ama Sel Yayıncılık'tan okuduğum kitaplar genellikle başarılı çıktı şimdiye kadar. Filmle ilgili bir süpriz ise, Bruce Springsteen'in yani Patron'un filmdeki cameo rolüdür.
Müziğin ciddi bir arkaplan oluşturduğu High Fidelity yazarın ilk romanı idi ve yukarıda da bahsettiğim gibi bu kitabın öncesinde de bir kitabı var ki, (kitap otobiyografik özellik taşıyor, bir roman değil) futbol üzerine yazılmış kitaplar listesinde "En İyi 5"te yer alır her zaman, Fever Pitch. Yine kitabın çıkışından çook sonra Türkçe'ye Futbol Ateşi olarak çevrilen (bu kitabın da Türkçesini okumadım ama çevirisini CNN Türk'teki Futbol Ekstra'dan göz aşinalığımız olan on parmağında on marifet sahibi ama beni en çok şaşırtanı olarak Eurosport Türkiye'nin genel yayın yönetmenliğini yapan Bağış Erten yapmış) Fever Pitch yazarın futbolun hayatında nasıl yer etmeye başladığını, nasıl Arsenal fanatiği olduğunu kronolojik bir sırayla anlatıyor. Kitapta bölümler spesifik bir tarih ve Arsenal'in kimle oynadığı şeklinde ayrılıyor (burada hemen aklıma Hakan geldi, sorun mesela 1987 yılında Fenerbahçe sezonun 5. haftasında kiminle maç yapmış, kim kaçıncı dakikada gol atmış, söylesin). Babasıyla ilişki kurmak için gitmeye başladığı Arsenal maçları zamanla yazarın kimliğinde önemli bir yer tutmaya başlıyor, tıpkı Fenerbahçe'nin bizim kişiliğimizde taşıdığı önemli rol gibi. Biz erkeklerin futboldan ne anladığımızı sorgulayan bayanların okuması gereken bir kitaptır. Bu kitap da normal olarak sinema perdelerine aktarıldı hem de iki kez. Birincisi normal olarak İngiltere'de ve orjinaline sadık olarak futbol temalıydı. Bu filmi uzun yıllar aradıktan sonra sonunda bu senenin başında bizden uçak teslim almaya gelen Arsenal fanatiği bir İngiliz'in sayesinde (ben onu Fenerbahçe'nin PSV ile oynadığı şampiyonlar ligi maçına götürünce o da jest olsun diye filmin dvd versiyonunu İngiltere'den sipariş edip bana hediye etmişti) edindim ve izledim. Film kitaptaki otobiyografik temaları alıp ister istemez dramatik bir yapı olması amacıyla hayatında Arsenal'in çok önemli bir rol oynadığı bir öğretmen üzerine kurulmuştu. Arsenal'e duyduğu tutku öylesine güçlü ki hiç bir kadınla ilişkisi yürümüyor, ta ki yeni bir öğretmenle tanışana kadar. Daha sonra Amerikalılar da bu kitaba el attılar ve Amerika'ya uyarladılar. Öyle olunca tutkunun futbol olması beklenemezdi, onlar da spor dalı olarak beyzbolu, takım olarak da Boston Red Sox'ı konu yaptılar. Normalde bu tip uyarlamalar çok başarılı olmasa da takım tutkusunun, fanatikliğin erkek doğasındaki yerinin evrenselliği nedeniyle Amerikan versiyonunu da çok beğediğimi söyleyebilirim (bir de tabii, işin içine Drew Barrymore giriyor). Her iki filmi de aralıkla izleyin beğeneceksiniz.
Hornby'nin filme aktarılan bir diğer kitabı About A Boy. Bu sefer de, aslında bir değil iki oğlandan bahseden bir kitap var karşımızda. Birisi 10'lu yaşlarında çevresiyle uyum sorunu yaşayan ve intihara eğilimli bir anneye sahip bir çocuk, diğeri 30'lu yaşlarında hayatta hiçbir hedefi, kaygısı, bağı olmayan baba parasıyla yaşayan başka bir "çocuk". Bu ikisinin yollarının kesişmesi ve ikisinin birbirinin hayatını etkilemesini konu ediyor kitap. Yine başarılı bir uyarlama olarak yorumlayabileceğim filmde Hugh Grant oynamıştı ve bence Hugh Grant'in en güzel filmlerinden birisidir. Kitabın adı, filmde pek ön planda olmayan ama kitapta sık bahsi geçen Nirvana'nın About A Girl'ünden esinlenmiş.
Hornby'nin okuduğum diğer kitaplarından söz edecek olursam, en son kitabı "Çat!" Türkçe okuduğum ilk (ve şimdilik tek) kitabı ama çok da beğenmedim, en azından Hornby okumaya bu kitapla başlayın istemem. How To Be Good'u da favorilerim arasına koyamayacağım ama diğer kitaplarını beğenirseniz bu iki kitabı da yazarın müdavimi olarak okursunuz. Sondan bir önceki kitabı A Long Way Down'ı (Türkçe'ye Aşağı Düşerken diye çevrildi) alalı çok oldu ama bir türlü okuma fırsatım olmadı, şimdi Türkçeye de çevrilince İngilizcesini okumak da gözümde büyüyor açıkçası. Bu arada bu kitabın da filme çekilme ihtimali varmış, ne zaman olacağı belli değil ama kitabın film haklarını Johnny Depp almış diye duydum.
Bu romanların dışında Hornby'nin okuduğum iki kitabı daha var ama bunlar toplama gibi. Birisi futbol diğeri müzik ile ilgili. Müzikle ilgili olan kitabı Songbook, yazarın kişisel olarak hayatında önemli rol oynayan, duygusal çağrışımlar yapan şarkılar hakkında yazdığı denemelerden oluşuyor. Futbolla ilgili olan My Favourite Year: A Collection of Football Writing'de ise yazar bu sefer editörlük görevi güdüyor ve değişik kişilerin yazdığı ve kendi tuttukları takımlar hakkındaki hislerini içeren denemeleri bir kitap altında topluyor. Bu kitabın benim için en etkileyici tarafı, İngilizlerin futbol sevadısının Türkiye'deki gibi 3-4 takım etrafında toplanmıyor oluşu, herkesin kendi şehrinin, semtinin takımını tutması, o takımın nerelere düşse de asla bırakılmaması gibi kavramları ön plana çıkarması. Yanlış bilmiyorsam bu iki kitap henüz Türkçeye çevrilmediler.
Hornby halen değişik yayınlarda müzik ve futbolla ilgili yazılarına devam ediyor. Biz de yeni kitaplarını dört gözle bekliyoruz.
2 Eylül 2008 Salı
Has Been
İsim eğer tanıdık geldiyse biraz eskilere gitmeniz gerekecek, ünlü TV dizisi Uzay Yolu'nun Kaptan Kirk'ü ve yine yıllar öncesinin popüler reality programı Kurtarma:911 'in sunusucu rolünde hatırlayabilirsiniz onu. Aslında ilk başlarda Ağır Abiler Serisi'nde yazsam mı diye düşündüm ama sonra aklıma oynadığı birkaç rol geldi de vageçtim (bkz. Sandra Bullock'la Miss Congeniality serisi).
Uzun lafın kısası, William Shatner'ın Has Been'i kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir albüm, tavsiye ederim.